Türk’üm, doğruyum!..
“Türk’üm, doğruyum, çalışkanım”; “Varlığım Türk varlığına armağan olsun”;
“Ne mutlu Türk’üm diyene”; “Türk öğün, çalış, güven”!...
Benim çocukluk yıllarımda Türk eğitim sistemi, bunlara benzer sloganlar çerçevesinde bir hayat nizamı kurmaya çalışırdı. Bu yüzden sloganlar ve şiirler, hayatımızın vazgeçilmezleriydi.
“Demir ağlarla ördük ana yurdu dört baştan” derken şişinir, gerçek olup olmadığını sorgulamayı bile akıl edemezdik. Ama rahmetli babam, belli ki, sloganlarla şiirler arasında yaşamıyor, hayatın gerçekleriyle ilgileniyordu.
Nihayet bir gün dayanamadı: “Nereyi örmüşsünüz?” diye soruverdi.
“Örmedik mi?..” dedim hayretle.
“Örmediniz. Sadece Ankara-Sivas arasına bir demir yolu yaptınız. Senin kitaplarının ‘Kızıl Sultan’ dediği Abdülhamid ise İstanbul’dan Medine’ye ve Bosna’ya demiryolu hattı döşedi, ona neden şiir okumuyorsun?”
Şaşkın şaşkın baka kaldım. Sonra odama koşup haritaya baktım: Ankara-Sivas arası kısacıktı, oysa İstanbul Medine arası çok uzun bir yoldu. Sloganlarla gerçekler arasındaki farkı, o gün keşfettim. Ve o gün, birilerinin beni kandırmaya çalıştığını fark ettim.
Bir gün de, “Türk’üm, doğruyum, çalışkanım” diye dolanırken, babam, başını kitaptan kaldırdı, derin derin baktıktan sonra şöyle bir soru sordu:
“Ben Laz’ım, tembel miyim yani, yalancı mıyım?”
Sonra her insanın yanlışları ve doğruları olabileceğini, bir milletin ne tamamen yanlış, ne de tamamen doğru olamayacağını anlattı.
Hele “Varlığım Türk varlığına armağan olsun” diye coşkuyla bağırdığım gün, “Allah’ın armağanı olan varlığımız, ancak Allah’a armağan edilebilir” deyişini unutamıyorum.
İyi ki o benim babamdı! Yoksa bizim kuşağın milyonlarca mensubu gibi yitip gidebilirdim.
•
Hava puslu mu puslu...
Yağmur, “ahmak ıslatan” türünden çiseliyor...
Mevsim kış...
“Hangi yılın kışı” diye sormayın lütfen; benim gibi hayatının çoğunu eskitenlerin hafızasında yıllar öylesine bir birine girer ki, mevsimleri ayıklamak çok zordur...
Hafızanız yitik bir hasretin izleriyle dolar bu yaşlarda. Çocukluğunuz yüreğinizde tütmeye başlar. Derin derin iç çekersiniz: “Ah o günler” diyerek.
O günlerin birinde Kalecik İlkokulu’nun daracık bahçesine tıkışıp sabahın buzulunda sıra olmuşuz. İncecik önlüklerimizin içinde titreşiyoruz. Aklına nereden estiyse esti, Başöğretmen Hikmet Bey’in, o sabah nutuk atacağı tuttu...
Eski bej paltosunun içinde iki büklüm basamakları çıkıp okulun cümle kapısının önünde gergin mi gergin durdu. Âdeti olduğu üzere, sıradaki öğrencileri, “kıpırdayanın dişlerini sökerim” modunda bir zaman süzdükten sonra, başladı konuşmaya:
“Çocuklar, biz Türk’üz. Burası da Türkiye. (Aksini kim iddia etmişse, bilmiyorum) Türkiye’de Türkçe konuşulur, Türkçe yazılır, Türkçe okunur...”
Anladım ki, bana içerlemiş. Çünkü ondan bir gün önce, katıldığım bir akraba düğününde, gecenin bir vakti ağzımdan Lâzca bir kelime kaçırmıştım.
Ağzımdan tek kelime Lâzca kaçmasıyla, ensemde bir tokadın şaklaması bir olmuştu. Öfkeyle arkama dönünce, Başöğretmenle burun buruna gelmiştim. “Sen de mi Brütüs” der gibi bakıyordu suratıma.
Anladım ki o şaplak, konuştuğum tek kelime Lazca’nın bedeliydi.
Tembihlerini hemen hatırladım: “Türkiye’nin her yerinde Türkçe konuşulur, evinizde bile tek kelime Lâzca konuşmayacaksınız. Lâzca konuşanın dişlerini sökerim!”
Hâlâ “ana dilde savunma hakkı” verilmediğine göre, aradan yıllar geçmemiş olmalı.
Yoksa İsmet Paşa hâlâ “Milli Şef”, Hikmet Bey hâlâ “Başöğretmen” mi?
YENİ AKİT
YAZIYA YORUM KAT