Türklük - Kürtlük - Milli Dindarlık
İslam’da dil ve soy aidiyetleri yaratılıştan gelen bilme, bilişme, dayanışma ve hayatı anlamlandırma imkânlarıdır. Bunlar ikincil aidiyetlerdir. Ama rüşd yaşına adım atan ve insani kapasitesi ortaya çıkan herkes için asıl olan “misak”, “âhd-ı ilahi”ye uymaktır. “Ahd”, fıtridir ve yaradılıştan gelmektedir; aynı zamanda şer’i olandır, yani dinidir.
Rabbimizi her alanda birlemek ve gösterdiği hayat yolunu öncelemek Müslüman olarak fıtratla buluşmak ve Müslümanlar arası kardeşlik hukukunun şer’i ölçülerini esas edinmektir. Kim ki bu yolu gereğince akletmediği için kabul etmez ya da nefsine uyduğu için bırakır veya reddederse “Allah’ın birleştirilmesini emrettiği şeyi keser”, ahd-i ilahiyi terk eder ve fasıklardan/bozgunculardan olur.
Dil ve soy aidiyetiyle ilgili bozgunculuğun bir boyutu, bu fıtri bağları yok saymak veya asimile etmeye çalışmaktır. Ancak bu fıtri ve şer’i bağlar (ahd-ı ilahi) ile izahını bulan aidiyetleri, seküler olan milli/ulusal bağları inşa etmek için 14.-19. yüzyıl arasında oluşan Avrupa paradigmasının ürettiği “ırksal karekteristikler” veya “ilkel kültür” ya da “köken kültürü” anlamında “etniklik” olarak tanımlamak Batılı sosyal bilimler diline teslim olup onu kutsamak anlamına gelen farklı bir bozgunculuktur. Kaldıki Yunanca “ethnikos” kelimesinden üreyen “etnik” sözcüğü, 14. yüzyılın Avrupa dillerinde “dinsiz kişi” olarak kullanılmaktaydı.
Birinci Dünya Savaşı’nın galibi kapitalist devletler Osmanlı tebâsı olan Müslümanları Türkiye adıyla belirledikleri sınırların içine sıkıştırdılar. Yeni uluslar inşa etmek adına bu sınırlar dışında kalan diğer Müslüman kardeşlerimizle bağlarımızı da kestiler. Onlar ulusal kafeslere mahkum ettikleri dedelerimizi ve ninelerimizi sirklerdeki aslan bakıcıları gibi kendi amaçları doğrultusunda biçimlendirmek istediler.
Türkiye sınırları içinde kalan Müslümanların İslami aidiyet, kimlik ve eğitim açısından tarihten devraldıkları zaaflarını Mehmet Akif Ersoy, “Safahat”ındaki mısralarında nefis vurgularla analiz eder. Ama bu sosyal bakiye tüm zaaflarına rağmen kendini İslam’a ve onun adaletine nispet etmektedir. Müslümanlar 20. yüzyılın ilk yıllarında kafese girmemek için küffara yönelttiği gücünü, aynı yüzyılın ilk çeyreğinden sonra kafesten kurtulmak için yerli işbirlikçilerine ve “devşirmeci politikalar”a karşı seferber etti. Ancak olmadı.
İç zafiyetlerimiz dolayısıyla Batı’nın tezgahladığı ulusal kafeslere hapsolduk. Batı’yla bütünleşmek adına yürütülen devşirmeci politikalara karşı Elaziz’den Erzurum’a, Muş’a, Diyarbekir’e; Rize’den Çorum’a, Düzce’ye, Konya’ya, Antalya’ya uzanan direniş çabaları katliamlar ve kitlesel sürgünlerle son buldu. İstiklal Mahkemeleri’nce binlerce kanaat ve hizmet önderimiz darağacına çekildi.
Bizim dedelerimiz veya babalarımız 60-65 yıl önce, ilkin CHP’nin sonra da DP’nin Amerikancı politikalarını kurtarıcı gördükleri için devletçi, milliyetçi, sağcı olmadılar. Ezilmiştiler ve kahhâriye çekmekten öteye çaresizdiler. Yasaklarla ve Kemalist zorbalıkla efratlarının kimlikleri silinmek üzereydi. 1945’te Türkiye’yi Anglo-Sakson eksenine kaydıran yeni şartlar demokratikleşme ve görece özgürlük imkanlarına kapı aralayınca, Müslüman kanaat önderleri var kalabilmek ve kimlikleri için nefes alabilmek için zaruret halinde domuz eti yemek gibi “kerhen” de olsa bazı imkanlardan yaralanmak amacıyla ötekinin gücünü kabul ettiler.
Müslümanların kerhen kabul ettikleri bu durum “karşıtına sığınarak var kalma” haliydi.
Karşıtına sığınarak var kalma hali, Dersim Katliamı’na uğrayan Alevilerin “katiline aşık olma” haline razı edilmeleri gibi, dindar insanlarımızı süreç içinde milliyetçiliği, sağcılığı, devletçiliği kabul eden bir eklektisizme sürüklemişti. Sanal ulusal Türk kimliği, zaaflı İslami kimliklerle bütünleştirilerek “Bin Yıllık Tarih” kurgusuyla da bir “milli/ulusal dindarlık” oluşmuştu/oluşturulmuştu. Bunun tipik yansımalarını Said Nursi veya Süleyman Tunahan liderliğinde oluşan Nurculuk ve Süleymancılık Hareketleri’nin seyrinde görebiliriz.
Çok az kişinin çabası ve çığlığıyla 1970’li yılların ortalarında filizlenmeye başlayan Türkiye “tevhidi uyanış süreci”, kimliğimize bulaşan bu “pislik”lerden arınmada takip edeceğimiz biricik yol haritasını gösteriyordu. Az da olsa bu haritayı doğru okuyanlar önemli kazanımlar elde ettiler. Ancak hala bu haritayı okuma becerisine ulaşamayan ve okuma ölçülerini bulandıran büyük dindar yığınlar söz konusu. Ama tüm kazanımlara rağmen Türkiye’deki tevhidi uyanış süreci henüz sosyal bir “model” olma görevini yerine getiremedi. Engeller ve zaaflar çok güçlü. Ama hala bu yol haritası en Kitabî, en Peygamberi, en evrensel çözümün adresi.
Birçok farklı kavimden meydana gelen Türkiye’deki Müslüman halkların 1945’den sonra Türkçülük koridoruna sıkıştırıldığı gibi; şimdi de Kürt sorunu nedeniyle Kürtçe konuşan Müslümanlar, Kırmançlar, Zazalar Kürtçülük korudoruna sıkıştırılıp Kürt ulusalcılığı kafesine sokulmaya çalışılıyor. Sadece terbiye ediciler değişiyor. Kemalizm yerine Apoizim kırbaç tutuyor.
Türkiye’de büyük ölçüde Türkçülüğün tetiklediği Kürt sorununun çözümünü, 1945’li yılların bilgi, perspektif ve örgütlenme yetersizliği içinde karşıtına sığınarak çözüm arayan atalarımız gibi aynı yanlışlarla aramak, büyük bir aldanmacadır. 1970’li 80’li yıllarda filiz vermeye yönelen Türkiye’deki tevhidi uyanış süreci, Hz. Muhammed örnekliğindeki gibi Kur’an merkezli bir kimlik inşası kadar, “milli dindarlık”tan arınmanın da adı idi. Ama nasırlaşan milli dindarlık duygularını henüz yeterince yumuşatıp çözemedi.
Elde ettiğimiz tüm birikimden sonra bugün Kürt sorunuyla ilgili bazı dindarlarımızın 1945’lerde Türkçülük lehine yaşanan zaafları, problem çözmek adına seküler Kürt ulusalcılarına sığınarak tekrar etmeleri oldukça üzücüdür. Ciddi bir yabancılaşmadır. Türkiye’deki Müslüman halkları Türkçüleşme sürecine itekleyen “Bin Yıllık Tarih” safsatasını, Müslüman Kürtler için farklı bir formda tekrarlamanın ve eklektik bir Kürt “milli/ulusal dindarlığı” inşa etmenin yol açtığı/açacağı cahillik, yakın dönem tarih okumaları içinde kavranabilmelidir.
YAZIYA YORUM KAT