1. HABERLER

  2. KÜLTÜR SANAT

  3. KİTAP

  4. Türkiye’yi Anlamak
Türkiye’yi Anlamak

Türkiye’yi Anlamak

Taraf gazetesinde yazarlık yapan, Agos gazetesinde de genel yayın yönetmenliği görevinde bulunan Etyen Mahçupyan’ın İletişim yayınlarından çıkan “Türkiye’yi Anlamak” isimli kitabını Ahmet Düzgün Haksözhaber için tanıtıyor.

16 Ekim 2009 Cuma 22:37A+A-

Türkiye'yi Anlamak / Zihniyet, Değişim ve Kriz

Taraf gazetesinde yazarlık yapan, Agos gazetesinde de genel yayın yönetmenliği görevinde bulunan Etyen Mahçupyan, 'Türkiye'yi Anlamak' isimli kitabında bu günü sağlıklı değerlendirmek için Osmanlı'da hakim olan zihni tutumları anlamaya ve tartışmaya çalışıyor.

Üç ana bölümden oluşan kitap 331 sayfa olarak 2008 yılında İletişim yayınları tarafından basılmış. Bu üç bölüme Savrulma ve Direnç, Restorasyon ve Sıkışma, Arayış ve Tıkanma isimleri verilmiş. Daha önce yazılmış kitaplarından bazı bölümlerin birleştirilmesiyle oluşmuş bu kitap işlediği konularla dikkat çekiyor.

'İçinde yaşadığımız, parçası olduğumuz kurumsal yapılara ve düşünce sistemlerine nesnel bir biçimde, mesafe alarak bakmak hiç kimse için kolay değildir. Hele söz konusu nesnelliğin hoşumuza gitmeyeceğini bildiğimiz bazı gerçeklerin ortaya çıkmasını ima ettiği durumlarda, direncimiz daha da artar… Ne var ki kendi geleceğimizi bilinçli olarak kurmak, kaderimiz üzerinde işlevselliği olan bir söz söyleyebilmek, kendimizi anlamayı gerektirir. Kafamızın niçin 'böyle' çalıştığını, niçin 'bu tür' eğilimlerimizin olduğunu, nasıl olup da 'bazı' şeyleri yadırgamadığımızı anlamak ise ancak bu anlamanın bir tür yüzleşme olarak yaşanmasıyla mümkün…

'Söz konusu yüzleşme esas olarak zihniyet terimleriyle olmak zorunda. Çünkü toplumsal alışkanlıklarımızdan cemaat anlayışımıza, devlet tahayyülümüzden bireyi kavrayışımıza bize 'doğal' gelen bütün tasavvurlarımız bu zihniyetin içinde şekillenmekte. O nedenle kendimizi anlamak öncelikle zihniyetimizi fark etmeyi, onunla karşılaşmaya hazır olmayı gerektiriyor.'

Kitabın sunuş bölümünden yaptığımız bu alıntı hangi dünya görüşüne sahip olursak olalım bizi de kendimizle yüzleşmeye davet ediyor. Otoriter/devletçi ve ataerkil/gelenekçi zihin yapısının etkili olduğu bir çok cemaatin ve düşünce hareketinin bu yüzleşmeden, özeleştiriden kaçındığını görüyoruz. Modern paradigmanın ürettiği ulus devlet, ulusal sınırlar, bayrak gibi sahte kutsallar ve cumhuriyet kadrolarının din yerine geçirdiği Türk ve laik kimlik toplumumuzun büyük çoğunluğunda otoriter zihniyetin sonucu olarak sorgulanmadan benimsenmiş durumda. Milliyetçi, devletçi, sağcı reflekslerinden ayrışmakta zorlanan İslami duyarlılık çizgisinin de var olan vakıayı doğru değerlendirmekten oldukça uzak olduğunu söyleyebiliriz.

Savrulma ve Direnç

Batı'nın Osmanlı karşısında güçlenmesi, Osmanlı'nın girdiği savaşları kaybetmeye başlaması üzerine 1700'lü yılların sonundan itibaren bu duruma çözüm arayışları da başladı. Nizam-ı Alem diye isimlendirilen Osmanlı zihin dünyası ataerkillik ve otoriterlik üzerinde bu ikisinin birbirini desteklediği bir anlam dünyası oluşturmuştu. Bu anlam dünyasında toplumu devlet temsil ediyor meşruiyetini de dini ve toplumu korumasından alıyordu. Dini cemaatlere iç işlerinde özgürlük alanları açan Osmanlı tüm bu cemaatlerin üzerinde hakem rolünü oynuyor ve onlara adaletle muamele etmeye çabalıyordu. Nizam-ı Alem denilen anlam dünyasında var olan düzenin değişmesi kaos demekti. Meşru olan değişim ancak devlet tarafından tasvip edilen bir değişim olabilirdi.

''Osmanlı'daki uyumun temeli otoriter zihniyetin ataerkillik içinde sarmalanmış olmasıydı. Böylece her türlü otorite kullanımının meşruiyeti ataerkil bir dünya algılamasının içinde bulunabiliyordu. Bu arka planın doğal uzantısı, devletin dine hizmet ettiği ve bu işlevi sayesinde mukayesesiz bir güç sahibi olduğu bir sistemdi. Din ve devlet arasındaki geçişlilik ve bütünleşme ise merkeziyetçiliğin ve heterojen bir cemaatler yığınının hiyerarşik bir biçimde bu merkeze bağlanmasının rasyonelini sağlamaktaydı.''(s.13)

Batı dünyasında modernleşme insanların hayatlarında başlayıp, değişime yol açtı. Bu değişim toplumun içinde yer alan bir farklılaşma dinamiğinin önce kamusal alana, ardından da merkezi otoriteye yansıması anlamına geldi. Yani olan devletin topluma uyum sağlamaya çalışmasıydı. Osmanlı dünyasında ise tam tersi oldu modernleşme hareketi Osmanlı dünyasını rahatsız etti. Uyum kavramı üzerine kurulu Osmanlı zihin dünyası bir ideal durum/ Nizam-ı alem tesis ederek bu hali korumanın doğru yönetim tarzı olduğunu düşünüyordu. Osmanlı modernleşme karşısında yavaş ama istikrarlı bir biçimde savruldu, dengesi düzeni bozuldu, direnmek istediği zamanlarda ise ironik bir biçimde devlet eliyle modernleşmeye çalıştı. Diğer bir deyişle modernleşmeye karşı direnmek üzere yaptığı hamleler sonucu kerhen modernleşen bir ülkeye doğru yol alındı. Modernleşme devleti yaşatmak için bir araç olarak kullanıldı. Modernleşme eğer yönetimde bulunan grubun çıkarına uygunsa savunulan, aksi halde karşı çıkılan bir süreç olmayı bugün bile sürdürüyor.

İmparatorluğun milli devletler şeklinde parçalanma sürecine girmesi devleti kurtarmak isteyen Osmanlı siyaset yapıcılarını modernliğin temel kültürel unsurları olan sekülarizm/laiklik ve milliyetçilik üzerinden yeni bir rejim kurmaya götürdü. Bu iki temel kültürel değer din yerine meşruiyet için kullanılsa da siyasi açıdan geçmişteki zihni yapının sürdürüldüğü bir döneme girildi. Modernleşme, cumhuriyetin otoriter rejimini mümkün kılmak ve yeni yönetici sınıfı meşrulaştırmak üzere hayata geçirilen bir anlam dünyasını ifade ettiği ölçüde, devlet tarafından benimsendi ve toplumun uyması gereken bir norma dönüştü.(s.14) Siyaset anlayışındaki otoriter bakışın sürekliliğinin sonucu olarak devlet siyasetin sahibi ve uygulayıcısı olmayı sürdürdü. Devlet adına kim karar verecek , uygulama yapacak sorusunun cevabı ise 'modern' kimlikte arandı. Bunu sonucu olarak yöneticilerin kimliği 'Türk ve laik' olunca makbul vatandaşın da kimliği belirlenmiş oldu. Devlet aynı zamanda makbul bir cemaat tanımı da yapmış oldu ve zamanla laik bir cemaat da oluşturdu. Temel kaygı devletin bekası olunca toplumda var olan cemaatler ancak devletin varlığını ve yeni kimliğini destekledikleri oranda makbul sayıldılar, aksi halde günümüze kadar devam ettiği şekliyle tehdit olarak algılandılar. Ataerkil zihniyet ise gücünü yitirmiş olsa da devlet içinde hamilik, hizipleşme ve imtiyaz dağıtma geleneğinin bir siyaset olarak devam etmesinin yanında 'Türk ve laik' kimliğin de cemaatleşmesine ve devletle organik bağ kurmasına tanık olundu. Meşrutiyet dönemleri bir toplum olma arzusunu bu topraklarda ilk kez görünür kılmıştı. Cumhuriyet kendi hayalindeki modern kimlik üzerinden inşa ettiği vatandaştan hareketle 'zorunlu ve sınırlı' bir toplum tanımı yaptı. Bugün bile cumhuriyet kendi halkıyla barışabilmiş durumda değil. Gerek dünyanın gerek cumhuriyet vatandaşlarının geldiği zihinsel konum açısından, var olan durumun ne kültürel ne de siyaseten taşınması artık mümkün değil.

Restorasyon ve Sıkışma

''İlk yüz yıl sonrasının Osmanlı tarihi esas olarak bir savrulma ve direnç dinamiğinin karşı karşıya gelmesidir. Ancak imparatorluğun devam etmeyeceğinin belli olmasıyla birlikte, yeni bir devlet yapısı ve rejimi etrafında bir restorasyon çabası ortaya çıktı. Cumhuriyetin ise söz konusu restorasyonun nihai hali olduğu öne sürülebilir. Ne var ki bu yeni rejim modernlik karşısındaki adaptasyon sorununu halletmiş olmadı. Geçmişten devralınan sorunlar katmerleşerek ve kemikleşerek sürdü. Oysa resmi söylem Cumhuriyetle birlikte bu sorunların da ortadan kalktıklarını vazetmekteydi. Böylece sorunlarını görmeyen, gösterildiği zaman da rejime ihanet edildiği kanısına varan bir yönetim anlayışı gelişti. Sonuç giderek sıkışan, çaresiz kalan ve giderek paralize olan bir rejim oldu.''(s.113)

Cumhuriyeti kuran kadronun entelektüel zayıflığı sonucu modernlik son derece yüzeysel biçimde anlaşılmıştı. Pozitivizmin egemen olduğu bir bilim anlayışı sonucu, bilimsellik tek doğruyu belirleyen bir ideolojiye dönüşmüştü. Modernlik de insanlığı daha iyiye ileriye götüren bilimsel bir evre olarak anlaşıldı. Ataerkil zihniyetten kopan Cumhuriyet kurucuları kendi pozitivist bilim anlayışlarını tek doğru diye otoriter biçimde halka dayattılar. Halkın kültürel anlayışları açısından devlete ayak uydurmakta zorlandığı durumlarda zor ve baskı uygulamaları devreye girdi. Çok partili siyaset dönemine geçmek zorunda kalan merkezdeki devlet sahipleri çevrenin/halkın talepleri karşısında sıkıştıkça rejimde ara dönemler, darbelerle yeni restorasyonlar yaptılar. Çok partili sistem seçim sayesinde iktidar olmayı ima etmekteydi. Merkezi yapı iktidardan vazgeçmek istemediği için ikili yönetim mekanizmasını geliştirdi. Halkın seçtiği iktidar ekonomik ve sosyal konularda bürokratik merkezi iktidar ise ideolojik konularda söz sahibiydi. Böylece hangi parti yönetirse yönetsin referansını askerin oluşturduğu 'milli' siyaset anlayışı devam etmekte ve temel konularda merkeziyetçi bakışın hükmü devam etmekteydi. Yanlış yapan iktidarlar ise darbe sopasıyla yola getirildi. Bu devleti kurtarmak için yapılanlar ise daha çok sıkışmaya yol açtı. Devlet bunun suçlusunu ehlileşmeyen farklı kimliklerde bulmakta zorlanmadı. Türk ve laik olmayan farklı kimlikler tehlike olarak kabul edildi. Toplumda doğal olarak varlığını devam ettiren cemaatler merkezi ele geçirme gayreti içindeyken kimliklerinden tavizler vererek, merkezdeki laik ve Türk kimliğin ürettiği cemaatte içine kapanarak birbirlerine benzediler.

Arayış ve Tıkanma

''Geçmişte modernleşmeye adaptasyonun neden olduğu şiddetli savrulmalara gösterilen direnç etkisiz kalmış ve Osmanlı nizamı Batı karşısında her alanda yenilmişti. Ardından Cumhuriyetle gelen restorasyon çabaları ise her ne kadar modernliğin benimsendiği iddiasını taşısa da, modernliğin gereğini yapamadığı için sıkışan bir ülke yaratmıştı. Diğer bir deyişle Türkiye'de devletin algıladığı ve tanımladığı 'modernlik' hali, gerçekte sorunların ertelenebilmesinin rasyonalitesini sağlamaktan öteye gidemedi. Sorunlar ise giderek kemikleşti ve devletin aczini ima eden bir toplumsal algılamaya yol açtı."

Militarist/otoriter anlayışa sahip olan toplum sorunların çözümünde cumhuriyetin kurucusu olduğu için dokunulmazlığı olan askerin öncülüğünde bir çıkış aradı. Sorunların çoğunun bizzat üreticisi olan resmi ideolojinin uygulayıcısı olan askerin bu konularda siyasi bir taraf olduğu ise çok açıktı.

Devletin sıkıştığı noktada toplumun talepleri sonucu kamusal alandan kovulmuş olan muhafazakar kimlik iktidara geldi. Toplumun içinden çıkmasına rağmen cemaatçi bakıştan kurtulamayıp tüm toplumu kendi cemaatinin kimliği üzerinden okuyan bakış 'başkalarının' sorunları karşısında adalet ve özgürlük taleplerine duyarlılık göstermedi. Toplumun içinde birbirini anlamayı,konuşmayı,ortak kararlar üretmeyi mümkün kılan bir zihniyetin üreteceği arayışlar ancak sorunların çözümünde faydalı olabilirler.Bu konularda sorumluluk alması beklenen aydınlar ve akademik çevrelerin büyük bir kısmı resmi ideolojiden bağımsız bir duruşa sahip olamadıkları için sorunların otoriter bakışla çözülmesine destek veriyorlar.Bu son bölümde yazar arayışlar bağlamında laiklik karşısında İslam siyaset yelpazesini değerlendiriyor.Popülist, cemaatçi, fundamental İslam diye üçe ayırdığı siyasi tarzları devlete, topluma, bireye, batıya bakışlarını analiz ederek değerlendiriyor. Yazarın bu konudaki bilgi ve analiz başarısı oldukça güçlü.

Sonuç ve Değerlendirme

Kendini demokrat zihniyet içinde tanımlayan yazarın demokrasi tanımı bilinen demokrat tarzdan çok daha kuşatıcı ve tartışılmaya değer. Elimizdeki kitap özellikle Osmanlı zihin dünyasını analiz ederken ataerkil ve otoriter bakışı gayet başarılı bir biçimde anlatıyor. Mahçupyan modernleşme iddiasındaki cumhuriyetin kurucu kadrosunun otoriter bir biçimde topluma dayattığı Türk ve laik kimliği ve bunun sonuçlarını analiz etmede gayet başarılı olmuş. Özellikle günümüzde hakim zihniyet olan batılı paradigmayı doğru kavramak açısından bu kitapla beraber Batı'yı Anlamak kitabının da okunmasını tavsiye edebiliriz. Rabbimizden bizi karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için gönderilmiş olan ilahi kitap da ona iman edenleri hakikat ve adalet üzere bir zihniyet inşa etmeye çağırıyor. İnsanın idrak ve akletme açısından sınırlılığını göz önünde bulundurduğumuzda müslüman zihnin neden otoriter bakıştan uzaklaşıp aralarındaki işlerini şura/iştişare ile yapmaları gerektiğinin hikmetini de kavramış oluruz. Günümüz müslümanları arasındaki hakim zihniyetin modern dünyadan etkilenip özellikle güce ve mülke bakışta sergilediği tutarsız tavırlar Kur'an'da ki zihniyete ne kadar ihtiyacımız olduğunun en açık göstergesidir.

Ahmet Düzgün / Haksöz Haber

HABERE YORUM KAT