Türkiye'nin "toplumsal hafızası" var mı?
Gökhan Özcan, Türkiye toplumun teknolojik gelişmelerin sonucu olan araçlar vesilesiyle hız ve değişim cenderesine girdiğini vurgularken toplumsal bir hafızanın varlığını sorguluyor.
Gökhan Özcan / Yeni Şafak
Nerede yaşadığımızın bilincinde miyiz
Yeni teknolojiler ve beraberinde getirdiği yeni medya düzeni her şeyi hızlandırdı; bunun zihinsel pratiğimizde birtakım değişikliklere sebep olmaması imkansızdı. Her yenilik, hayatımıza kattığımız her yeni teknoloji insanın psikolojik düzenini de az ya da çok değiştiriyor. Her şeyin hızlı aktığı bir zamanda, insanların da daha hızlı düşünmesi gerekiyor tabiatıyla. Peki mümkün mü bu? Düşünmenin kendine özgü bir ritmi, hızı, akışı, insanın belli bir kapasitesi ve sindirimi var. Bu doğal sınırlarımızla ilgili bir mesele, değiştirilmesi çok da mümkün değil... Düşünmeyi hızlandırmaya kalktığımızda muhtemel ki daha hızlı düşünmeye başlamıyor, düşünme kalitemizden, derinliğimizden ve nihayetinde idrakimizden taviz vermiş oluyoruz. Dolayısıyla meseleleri daha yüzeyden anlıyor, yaşadıklarımızın bağlamına, seyrine kafa yormuyor, ezberden gitmeye daha yatkın oluyoruz. Günümüzde meselelerin kavranış biçimlerine, tartışma verimliliğine, serdedilen düşüncelerin niteliğine baktığımızda böyle olduğunu görmemek zaten mümkün değil...
Her şey bu hızla önünüzden aktığında ne olup bittiğine değil, o anda ne olup bittiğine odaklanıyorsunuz ister istemez. Bu meseleleri tarihi seyrinden, anlam köklerinden, gerekçe ve hassasiyetlerinden uzaklaştırıyor, basit bir gündem aksiyonuna dönüştürüyor. Oysa ne toplumların gidişatında ne de dünya hadiselerinde öncesiz, geçmişinden bağımsız herhangi bir mesele yok. Olan bitene böyle geniş bir açıdan bakamıyorsanız, muhtemel ki yanıltılmaya ya da yaşananları tam kavrayamamaya açık hale geliyorsunuz. Bugün yaşadığımız büyük ölçüde böyle bir şey...
Benim üniversite yıllarında yaşadıklarım, bugün üniversite çağında olan yeni kuşağın neredeyse habersiz olduğu şeyler... Toplumsal hayatımızdan, dünyadan ve bütün bunların içinde kendi hayatımdan söz ediyorum. Darbeler, olağanüstü haller, ideolojik kavgalar... Şu dizisi çok izlenen seksenli yıllar var ya, o yıllardan söz ediyorum. Sanki başka bir gezegen gibi geliyor olmalı gençlere. Bugünkü çatışma noktalarını oralara kadar götürmeden toplumsal hikayeyi anlamak mümkün değil oysa. Tıpkı zihin olarak otuz kırk yıl öncesinde kalan, hadisata bugüne hiç gelmeden oradan bakmakta ısrar ve inat eden eski kuşaklarınki gibi endişe verici bir maluliyet hali bu!
Toplumsal bir hafızaya sahip olduğumuzdan söz etmekte güçlük çekiyorum ben son zamanlarda. Meseleleri günü birlik görüyor, öyle anlıyoruz daha çok sanki. Kökleri toprağa sıkı sıkı tutunmayan bitkiler her esen rüzgarda sağa sola savrulur, rüzgar şiddetli eserse kopar gider hatta. Öyle bizim zihinlerimiz biraz şimdilerde... Meseleleri eksik kavrıyor, her şeye anlık fotoğraflar üzerinden bakıyor, yaşadıklarımızın esasını, mahiyetini, serencamını idrak etmekten kaçınılmaz biçimde mahrum kalıyoruz.
Herkes değişimin iyi bir şey olduğunu söylüyor, eğer olan bitene vakıf zihinlerle yola devam ediyorsak belki de öyledir. Ama öyle miyiz? Seksenlere dönüp baksak, bugün Türkiye’nin zihin haritasında kendi düşünsel kabilesi içinde yaşayan insanların neredeyse tamamının bugün söylediği şeylerden çok daha farklı şeyler söylediğini, farklı şeyleri savunduğunu görebiliriz. Bir savrulmanın anatomisini çıkarmak mümkün buradan. Demek köklerimiz çok sevdiğimiz bu toprağa pek de sıkı tutunmuyor, tutunamıyor. Düşündürücü bir şey bu! Hem kendimiz hem de rüzgarı şiddetlendiren şeyler bakımından düşündürücü! Nerede, neyi, nasıl yaşadığımızı berrak bir zihinle bilemiyorsak, her şeyin hızla değiştiği bir dünyada bizler de yerimizi kaybetmiş, yani kaybolmuş sayılmaz mıyız?
HABERE YORUM KAT