Türkiye'nin Seçenekleri ve İdlib Tuzağı
Yazısında son günlerde yoğunlaşan İdlib’e müdahale gündemini değerlendiren Can Acun, ABD’nin bölgeye dönük dillendirdiği “El-Kaide tehdidi”nin bir tuzak olduğunu belirterek Türkiye’nin İdlib’e girmekle bu tuzağa düşmemesi çağrısında bulunuyor.
Can Acun’un konuyla ilgili bugünkü Sabah’ta (12 Ağustos 2017) yayınlanan “İdlib Tuzağı” başlıklı yazısı şöyle:
ABD'li askeri ve siyasi yetkililerin art arda İdlib üzerine açıklamalar yapmaya başlamaları, El-Kaide için bu bölgenin yeni bir yaşam alanına dönüştüğünü iddia etmeleri ve hatta Brett Mcgurk gibi isimlerin doğrundan Türkiye'yi hedef alan sözleri bölgeye yönelik yeni bir siyaset inşa edilmeye çalışıldığını gösteriyor. Hele ki ABD'nin PKK ile birlikte yürüttüğü Rakka operasyonunun sona yaklaştığı bir dönemde bunun cereyan etmesi ise soru işaretlerini iyice artırmış durumda.
Suriye'nin en büyük eyaletlerinden olan ve muhaliflerin bir araya gelerek oluşturdukları Fetih Ordusu tarafından özgürleştirmiş olan İdlib, Kuzey Hama, Batı Halep ve Kuzey Lazkiye'yi de içine alarak muhalifler için Fırat Kalkanı bölgesiyle birlikte artık son kale konumuna gelmiş bir yer. Rejim ve müttefiklerinin muhasarası altında kalan diğer bölgelerden muhalif savaşçılar ve sivillerin sığındığı bir alan, bu bölgedeki nüfusun son yaşanan göçlerle birlikte 2 milyonun üzerine olduğu düşünülüyor.
Ancak Suriyeli muhaliflerin devrimin başından beri en büyük sorununu teşkil eden ideolojik, siyasi ve askeri açıdan içinde bulundukları parçalı yapı İdlib'de de kendini uzun bir süredir gösteriyor. İrili ufaklı gruplar sıklıkla farklı saiklerle birbirleriyle çatışabiliyor. Son olarak geçtiğimiz Temmuz ayının üçüncü haftasında İdlib'de muhalif grupların arasında kritik çatışmalar yaşanırken, Ahraru-l Şam (AŞ) ile Heyet-i Tahrir eş-Şam (HTŞ) arasındaki çatışmalar (daha önceki karşı karşıya gelişlerin aksine) şiddetlenerek İdlib geneline yayıldı. Çatışmalar sonunda iki grubun arasında bir anlaşmaya varıldıysa da askeri açıdan HTŞ, Ahrar'ı ağır bir yenilgiye uğratmayı başardı. Türkiye'ye yakın olan sınır bölgesi dahil olmak üzere İdlib içindeki önemli kentlerin kontrolü büyük oranda HTŞ'ye geçti.
HTŞ'nin İdlib'de kurduğu bu etkinlik ise bölgenin geleceği açısından yeni soru işaretleri ve endişeleri de beraberinde getirdi. Geçmişte El-Kaide'ye biatlı olan Nusra'nın HTŞ'nin bileşenlerinden birisi olması ve ABD-Rusya gibi ülkelerin HTŞ'yi içinde var olan diğer Suriyeli muhaliflere rağmen El-Kaide olarak tanımlayarak meşru hedef olarak tanımlaması önemli bir tehdit unsuru haline geldi.
HTŞ ise son dönemlerde üzerindeki El-Kaide imajını atabilmek ve doğrudan ABD'nin hedefi haline gelmemek için çeşitli hamleler yapmaya devam etmekte. AŞ'yi yenilgiye uğratmasının ardından İdlib'i askeri nüfuz anlamında neredeyse tamamen kontrol altına almasına rağmen HTŞ sivil yönetim kurulması için bir çaba içerisine girdiği görülüyor. Bölgedeki AŞ de dahil olmak üzere muhalif gruplar ve yerel unsurlarla görüşen HTŞ liderliği başta İdlib kent merkezi olmak üzere siyasi ve idari yönetimi sivil unsurlara devrederek sadece askeri açıdan varlığını devam ettirmeyi tercih edebilir.
Türkiye'nin seçenekleri ve tuzaklar
İdlib'de muhalif arasında yaşanan iç çatışmalar ve HTŞ'nin bölgedeki ağırlığını artırdığı bir dönemde Türkiye'nin eğit donat sürecinden geçirdiği Fırat Kalkanı gruplarıyla birlikte İdlib'de HTŞ'ye karşı askeri bir operasyon gerçekleştirmesi gerektiği konusunda kamuoyu oluşturulmaya çalışıldığını görmeye başladık. İçeride bu fikri savunanlar DEAŞ örneğinden hareketle eğer Türkiye bu bölgeyi kontrol etmez ise ABD veya Rusya'nın rejim ya da PKK eliyle bu bölgeye bir operasyon başlatacağını dolayısıyla Türkiye'nin ön alıcı bir hamle yapması gerektiğini savunuyorlar. Ancak öncelikle HTŞ'nin Nusra'nın yanı sıra birçok Suriyeli muhalif gruptan oluştuğu dolayısıyla HTŞ-DEAŞ eşitliği olmadığı gibi bölgede yaklaşık 20 bin kişilik bir askeri güce sahip olduğu ve yine Ahrar ile yaşanan son çatışmalar örneğinde olduğu gibi askeri yeterlilik açısından diğer muhalif gruplara nazaran açık ara üstün olduğunu görmek gerekiyor. Dolayısıyla böyle bir operasyon Türk ordusunun on binlerle ifade edilecek rakamlarla bölgeye girmesini gerekli kılıyor. Ve askeri, siyasi ve insani açıdan büyük riskler barındırıyor.
Bunun ötesinde ABD'de bazı çevrelerin kurgulamaya başladığı ve Brett Mcgurk'ün "Türkiye'nin güney sınırının bir El-Kaide güvenli bölgesine dönüştüğü"ne ilişkin Türkiye'yi hedef alan açıklamaları bağlamında ete kemiğe bürünen tuzağı görmek gerek.
ABD tam da Rakka operasyonunun bittiği yani Türkiye'nin PKK'nın Suriye örgütlenmesi olan PYD-YPG'ye yönelik kapsamlı bir operasyon yapabilmesi adına konjonktürün oluşmaya başladığı bir dönemde Türkiye'ye İdlib üzerinden yeni bir gündem dayatıyor. İdlib'de El-Kaide varlığı ikincil örgütler üzerinden abartılarak kamuoyu oluşturulup Türkiye'ye daha önce sözde DEAŞ'a destek iddiaları üzerinden dayattıkları siyasete benzer şekilde manipülasyon yapılmaya çalışılıyor. PYD-YPG açık bir şekilde PKK'nın Suriye örgütlenmesi olduğu ve bunu ortaya koyan yüzlerce fiili delil bulunmasına rağmen inkar çabasında olan ABD, kendisi için küçük de olsa tehdit gördüğü İdlib'deki El-Kaide ile geçmişte ilişki içinde olan grupları Türkiye'ye hedef olarak dayatıyor.
Türkiye kendisine yönelmiş siyasi manipülasyonun farkındalığı ile hareket ederek İdlib'de HTŞ'ye yönelik askeri bir hamle içerisine girmektense, bölgedeki HTŞ dışındaki muhaliflere olan desteğini devam ettirerek aynı zamanda İdlib ve müzahir bölgelerde idarenin sivilleşmesini desteklemeli, üyeleri seçimlerle belirlenen yerel konseylerin güçlenmesi için çaba sarf etmeli. Türkiye kendisine gündem dayatılmasına izin vermeyerek Rakka operasyonunun bitmesinin ardından artık beka tehdidi haline gelmiş PYD-YPG'ye odaklanmalı ve sonuç alıcı hamleler yapmalı.
HABERE YORUM KAT