Türkiye’de toplumsal değerlerin karmaşıklığı
Yasin Aktay, Türkiye’nin toplumsal değerler haritasının tarihsel süreçte, Batılı değerler ile halkın muhafazakâr direnci arasında şekillenen şemasını ve arka planını aktarıyor.
Yasin Aktay/Yeni Şafak
Değerlerimiz ve biz
Toplumla ilgili tasavvurlarımız ile toplumda gördüklerimiz arasındaki farklar çoğu kez bizde hayal kırıklıkları yaşatıyor. Bu durum özellikle siyasi tasavvurları, davaları olan insanlarda çok sık görülen ve yaşanan bir durumdur. Halk adına hatta halk için dava güttüklerini iddia edenler yaptıklarının halkın hiç umurunda olmadığını gördüklerinde bunu çok trajik bir biçimde yaşarlar. Siz neyin davasını güderseniz güdün, neyin tasavvurunu yaparsanız yapın, halkın kendi derdinde, kendi eğlencesinde veya bambaşka bir alemde olduğunu görmeden önce kendi yaptığı şey ile halkın arasındaki mesafeleri bilmek, ölçmek, değerlendirmek ve ona göre davranmak başarılı bir siyasetin şaşmaz kurallarındandır. Tabi siyaseti demokratik düzeyde yapıyorsanız. Yoksa “halka rağmen” siyaset yapmayı kafanıza koymuşsanız, zaten bu mesafeleri de biliyorsunuz demektir ve ta baştan halka kendi ölçülerinizi dayatmanın peşindesiniz demektir.
Ankara Sosyal Bilimler Vakfı’nın, Prof. Dr. Beşir Atalay başkanlığında ve Prof. Dr. Ömer Demir, İbrahim Dalmış, A. Ömer Toprak ve Cem Eyerci’den oluşan bir araştırma ekibiyle yapmış olduğu 2024 Değerler Araştırması Raporu yaşadığımız toplum hakkında bazı yakıştırmalar yapmadan onu olduğu gibi tanıma yolunda yapılmış önemli bir çalışma. Toplumun değerleri zamanla değişime tabi, dinamik bir alansa da bir toplumda nispeten karakterini veren motivasyonları oluşturur. Pozitivist sosyoloji tarafından oldukça ihmal edilmiş bir alan olmakla birlikte Max Weber’den itibaren bir toplumun özgünlüğünü aramanın en önemli adresi olarak öne çıkmıştır.
Weber Batı’nın yaşamış olduğu gelişmeyi tam da Protestanlık içinden görünebilen bazı değerlerin etkili olmasına bağlamıştır. Çile çekercesine çok çalışma, sözünde durma, iş disiplini, biriktirme, rasyonellik Batı’da kapitalizmin ortaya çıkmasını ve bildiğimiz Avrupa gelişimini sağlamış olan değerlerdir. Buna mukabil İslam toplumunun geri kalışı İslam’a bütün bu değerlerin tam tersinin atfedilmesine bağlanmıştır. Tabi bu değer yakıştırmaları bilhassa İslam toplumu sözkonusu olduğunda oldukça oryantalist bir akıldan kaynaklanıyordu. Yoksa ne Protestan değerlerinin Avrupa’nın gelişimine zannedildiği kadar etkisi olmuştur ne de İslam toplumları gerçekten düşünülen değer yoksunlukları dolayısıyla geri kalmıştı.
Weber’den önceden başlamış ve onunla birlikte sosyolojik bir formülasyona kavuşmuş bu değer yakıştırmaları nerdeyse yüzyıl boyunca bana göre sosyolojik araştırmaları yanlış yönlendirmiştir. Batı toplumlarına iki yüzyıldır kaydettikleri gelişmeleri her alanda sahip oldukları pozitif değerlere bağlayan yaklaşım, bu değerler arasında işgalcilik, sömürgecilik, hırsızlık, soykırımcılık ve bunları mümkün kılan insani değerlere hiç işaret etmedi. Avrupa kapitalizminin ortaya çıkması nerdeyse Protestan esnafın veya yatırımcının dindarca çok çalışmasına ve hazcılık karşıtı çileli zühdüne bağlanmış oluyordu. Müslümanlar ise tembelliklerinin, rasyonel olmayan iş yönetimlerinin ve vurdumduymaz tutumlarının kurbanı olarak resmediliyorlardı. Bu tür karşılaştırmaların son kulvarda sömürgeciliği meşrulaştırmanın bir yolu olarak kullanıldığını bugün çok daha iyi görüyoruz.
Neticede Türkiye’de toplumun değerler haritasının teşekkülünde batı dünyasıyla yaşadığımız bu asimetrik güç ilişkisinin de oldukça belirleyici olduğunu da gözönünde bulundurmamız lazım. Osmanlı savaşta yenildiği andan itibaren toprakları üzerinde İslam’a ve bu topluma ait olmayan değerler hızla ve en agresif biçimde ekilmeye başlandı. Türkiye’de Tek Parti döneminde devreye sokulan eğitim politikaları adı üstünde halka rağmen gerçekleşmiş ve toplumu baştan aşağıya değiştirmeyi hedeflemişti. Buna karşılık toplumun bir direnişi ve kendi değerlerine muhafazakârca tutunması karşımıza çok farklı karmaşık bir değerler haritası çıkarmıştır.
2024 Değerler Araştırması diğer birçok kimlik ve değer araştırması gibi aslında bu karmaşık haritada yol bulmaya çalışıyor. Kimi bu zeminin farkında, kimi farkında değil veya bu zemini yok sayarak değerleri tarihi olmayan olaylar olarak tespit etmeye çalışıyor.
Elimizdeki çalışma ise bu tarihin elbette farkında ve bu yüzden özellikle laiklikle, din ve devlet ilişkilerine dair toplumun beklentileri ve arzuları konusunda günümüzün verilerini geçmişten gelen seyri bağlamında ele alıyor.
Türkiye’de laiklik yüzyılın sonunda yaşanan onca gerilime karşılık, onu ihdas edenlerin arzuladıklarından çok daha farklı bir noktaya evrilmiş durumdadır. Araştırmaya göre muhafazakârlar arasında bile yüksek oranda bir laikliğin benimsenişi sözkonusu ama anlam içeriği Kemalist laiklikten oldukça farklı olarak. Türkiye’de devletin din işlerine karışmaması, dinin de devlet işlerine karışmaması konusunda enteresan bir tutum gelişmiş durumdadır. Bu aslında tam da özgürlüğü devletin veya belli din gruplarının baskılarına tercih eden oldukça pozitif bir değer olarak temayüz etmektedir. Araştırmanın, verilerin oranlarına takılmaksızın, bana göre en önemli bulgularından biri budur.
Mesela toplumun büyük bir çoğunluğu okullarda gençlere yeterli din eğitimi verilmesinin gerektiğini ifade etmektedir. Buna karşı çıkanların oranı sadece %18 civarındadır. Bu görüşe desteğin yüksekliği demografik ve diğer bağımsız değişkenlere göre farklılaşmalara bakmayı önemsiz kılmaktadır.
Din alanındaki diğer bir soru dinin ekonomik gelişmede itici güç mü yoksa engelleyici bir faktör mü olduğu yönündeki malum iki yüzyıllık “İslam terakkiye mâni midir?” sorusu.
Araştırma bulguları en az iki asırdır güncelliğini koruyan bu tartışmada toplumun büyük kısmının (yüzde 80) İslâm dininin ekonomik gelişmeye engel olduğu görüşüne katılmamaktadır. Bu görüşü doğru bulanların oranı %18 civarındadır. İslâm ve azgelişmişlik ilişkisinde toplumun büyük ekseriyetinin bu ikisi arasında bir nedensellik ilişkisi kurmadığı görülmektedir.
Çalışmanın toplumu anlamada kimliğin rolü, özgürlük, çalışma, savunma ve refah, demokrasi, lider ve kurumlar, Türkiye’nin göçmen politikası ve göçmenlerin, ülkelerine gönderilmesi meselesinin yanında milletlerin eşitliği veya üstünlüğü gibi başlıklarda sorgulanmış başlıkları var. Hepsini burada ele almak zor, kuşkusuz uzun uzun değerlendirmeyi hak eden bulgular var, ama, son olarak birine değinerek kapatayım.
Araştırmada milletleri mukayese konusunda milletler arasında üstünlük olup olmadığı ve varsa bunun doğal olup olmadığı sorulmuş.
Türkiye’de milliyetçilik çok güçlü ve yaygın kabul gören bir kimlik olmasına karşın toplumun büyük çoğunluğu (%84 civarı) tüm milletler birbirlerine eşit olabilse dünyanın daha iyi olacağı görüşüne katılmaktadır. Araştırmacılar, bu bulguyu milletler düzeyinde eşitliğin bir değer olarak toplumda ne kadar yaygın kabul gördüğünün bir göstergesi olarak almış ve Türkiye’deki milliyetçiliğin literatürde sıklıkla işlenen negatif milliyetçilik olmadığı şeklinde yorumlamışlar.
Değerleri tanımak, onların gelişimini takip etmek, kuşkusuz toplum olarak kendimizi tanımanı, bizdeki değişimin, yozlaşmanın, yabancılaşmanın veya iyileşmelerin seyrini takip etmek açısından çok önemli.
HABERE YORUM KAT