1. HABERLER

  2. ETKİNLİK-EYLEM

  3. “Türkiye’de Siyaset ve Bölgesel Etkileri”
“Türkiye’de Siyaset ve Bölgesel Etkileri”

“Türkiye’de Siyaset ve Bölgesel Etkileri”

Kenan Alpay’ın sunumuyla Özgür-Der Bursa Şubesi’nde “Türkiye’de Siyaset ve Bölgesel Etkileri” başlıklı bir program gerçekleştirildi.

14 Mayıs 2014 Çarşamba 18:23A+A-

Özgür-Der Bursa şubesinin 2013.2014 dönemi alternatif eğitim faaliyetleri, Kenan Alpay’ın konuşmacı olarak katıldığı “Türkiye’de Siyaset ve Bölgesel Etkileri” başlıklı seminerle sona erdi. Alpay, program kapsamında şunları ifade etti:

Dünyanın her tarafında dengeler değişmektedir ve bu durum kaçınılmazdır. Tarih hiçbir zaman batılı aydınların, pozitivistlerin söylediği gibi tekdüze bir şekilde ilerlememektedir. Lineer tarih diye isimlendirilen bu anlayışa göre hep ileri, hep yukarı, hep daha iyiye doğru ilerleyen bir toplumsal-siyasi gelişme olduğu savunulmaktadır ancak Kuran’ın ortaya koymuş olduğu Sunnetullaha göre toplumlar bir dönem içerisinde düşüşteyken bir dönem içerisinde yükseliş kaydedebilmektedir. Bu değişim değişik sürelerle cereyan edebilir; on beş yıl da sürebilir, yüz elli yıl da. Zaman zaman İsrail ve Birleşik Devletlerin yapıp ettikleriyle ilgili olarak insanların karamsar, ümitsiz bir tablo çizdikleri görülmektedir. Oysa Birleşik Devletler dediğimiz, emperyalizmi temsil eden o mütekebbir gücün toplamda tarihi iki yüz küsur yıla tekabül etmektedir ki bu süre insanlık tarihiyle kıyaslandığında son derece kısadır.

Kuran’da bizlere “Allah’ın rahmetinden ancak inkar edenler ümidini keser” diye seslenilmektedir. Bu sebeple bizim Allah’ın vadetmiş olduğu zaferden ümit kesmemiz mümkün değildir. Ancak Müslümanlar olarak bizler, materyalist-pozitivist-ilerlemeci zaviyeye sahip olmadığımız için bu anlayışın hakim olduğu kesimlerden farklı bir zafer tanımına sahibiz. Farklığımız en temelde iman üzerinde kendisini göstermektedir. Bu noktada Nuh aleyhisselam’ın feryadını hatırlamak gerekir: “Rabbim, ben mağlup oldum”. Ancak bu mağlubiyet geçici, nihai kararı etkilemeyen bir mağlubiyettir. Dolayısıyla biz bu anlamda mağlup olsak dahi Allah katında inşallah galip olacağımıza inananlardanız. Bir örnek vermek gerekirse; cumhuriyeti kuran kadroların –tek parti döneminin– tahakkümünde insanlar, Kuran’ın tamamen toplumsal hafızadan kazınacağı korkusuyla gizlice, dağlarda ve benzeri yerlerde hafız yetiştirmeye mecbur kalmışken bugün itibariyle bakıldığında Kamalistlerin inşa etmek istedikleri, hayalini kurdukları düzeni, o mabetsiz şehirleri kuramadıkları, başarısız oldukları görülmektedir.

Bir sosyal-siyasi olayı değerlendirirken zihni geri planımızda sosyal değişimin –hızlı olmasa dahi– mevcut olduğunu unutmamamız gerekir. Devlet her ne kadar belli niteliklerini muhafaza etmek istese de; baskısını, cebrini sürdürmeye çalışsa da değişmeye mahkumdur. Zira bu kanuna karşı koyulması mümkün değildir.

Türkiye’de de bürokrasi değişime mukavemet yönüyle çok güçlü bir mekanizmadır. Bürokratik oligarşiyi yıkmaya çalışmak zorlu bir uğraştır. 28 Şubat döneminde ordu ve orduyla beraber TÜSİAD –ki ordu kadar etkilidir– yüksek yargı, üniversiteler, medya ve sokağa döktüğü Atatürkçü Düşünce Derneği, Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği gibi bir takım –toplumsal tabanları zayıf olsa dahi örgütlenme güçleriyle öne çıkan– örgütler etkin rol oynamışlardır. 28 Şubat’ın en temel vasfı siyasetin ve temsil ettiği toplumsal kesimlerin erkle ilişkisinin kesilmesidir. Fakat burada aslolan bürokrasinin, onun batıcı-sekülar karakterinin ve bunların toplamı olan Türk ulus kimliğinin toplum üzerine bir karabasan gibi çökmüş olmasıdır. Andımızın, başörtüsü yasağının, milli güvenlik derslerinin vb. kaldırılması yönündeki taleplerimiz aslında büyük bir oranda Türk ulus kimliğinin toplumsal alandan silinmesi amacına matuftur (buradaki saik salt siyasi değil itikadidir; ulus kimlikler itikadımıza terstir). 2007 cumhurbaşkanlığı seçimi arifesinde tertip edilmiş cumhuriyet mitinglerini hatırlayalım: İstanbul, Ankara ve ülkenin muhtelif noktalarında milyonlarla ifade edilen kalabalıklar bir araya gelerek eylemler yapmış ve Erdoğan’ın önereceği bir ismin cumhurbaşkanlığı makamına çıkmasının önü alınmaya çalışılmıştır. Her ne kadar bir klişe olarak Türkiye’de cumhurbaşkanlığı makamının sembolik bir nitelik taşıdığı defaaten belirtilse de vaka bu önermeyi yalanlamaktadır. Mezkur makam, bütün devlet mekanizmasını kendi etrafında toparlayan, sevk ve idare eden önemli bir kilit taşıdır. Bu makama istenilen kişinin çıkması kazanmaya, çıkamaması kaybetmeye tekabül etmektedir. Bu sebeple 2007 seçim sürecindeki muhalefetin temelinde Atatürkçülük, laiklik, gericilik tehlikesiyle mücadele yatıyor olup Hrant Dink cinayeti, Danıştay baskını, Malatya’daki kitabevi cinayetleri de öne çıkarılarak bir provokasyona kalkışıldı. Ardından Ergenekon soruşturması ve davasıyla birlikte siyaset ilk defa askerle, bürokratik oligarşiyle ve onun üniversite ve medyadaki temsilcileriyle ciddi anlamda sahada hesaplaşmaya başlamıştır. Müteakip süreç, Türkiye’yi, öncesindeki 90 yıllık süreçten çok farklı bir noktaya taşımıştır. Artık bürokrasiye boyun eğmeyen, onu terbiye edecek bir siyasi bilinç toplumsallaşmıştır.

Öte yandan yıllarca Türkiye’de MİT vb. kurumlar İslam ümmetiyle ilişkimizi sabotaja yönelik bir misyon ifa ederken bugün MİT üzerinden Suriye’ye muhtelif yardımlar yapıldığını görüyoruz. Tasvip edelim ya da etmeyelim, MİT bugün Suriye’ye yardım etmek durumundadır. Bu vaka elbette MİT’in ya da ordu ve polis gibi benzer enstrümanlarların ve sair devlet kurumlarının İslami bir hüviyete kavuştuğu anlamına gelmemektedir. Ancak bir vecizle ifade edildiği üzere at sahibine göre kişner. Hal böyle olunca içinde bulunduğumuz dönemde MİT’i de kapsayan bir karalama kampanyasının kotarılmaya çalışıldığına şahit oluyoruz. Yine İHH tırları Suriye’ye silah taşıyor şeklinde gerek müzmin, gerekse konjonktürel anlamda muhalif medya gruplarının ürettikleri haberler –ki silah bulmak isteyenler aradıklarını bulamayınca tırlara silah koymaya yeltenmiş, bunda da başarısız olunca silah taşınıyor algısını mutlak surette hakim kılmaya çalışmışlardır– yer almıştır. Böylelikle 1) hükümet ve MİT yetkililerinin uluslararası yargıda savaş suçu isnadıyla yargılanması sağlanmaya çalışılmaktadır; 2) Ak Parti hükümeti sunnici zihniyeti haiz, HAMAS, İhvanı Muslimin, Elkaide gibi oluşumlarla dayanışan ve siyasi İslam’ı tüm bölgeye yaymak arzusundaki emperyal siyaset izleyen bir devlettir kabulü yaratılmak istenmektedir.

Bu veriler ışığında şu değerlendirmeyi yapmak gerekir ki Türkiye’de siyaset eskisi gibi işbirlikçi bir karakter arz etmemektedir. Önceki seksen küsur yıllık süre zarfında “Yurtta sulh, cihanda sulh” sloganıyla sürdürülen siyaset, global emperyalist siyasete bütün bir bölgeyi peşkeş çekme siyasetiyken bugün en azından dış politika itibariyle artık bu anlayışın terk edildiğini söylemek mümkündür. Yine içeride de Müslümanlara karşı zulm üreten süreçler de giderek zayıflamaktadır. Tabii hali hazırdaki durum Ak Parti’nin İslamcı bir siyaset izlediği ve Müslümanların da ona kayıtsız şartsız tabi olmaları gerektiği anlamına gelmemektedir. Nüans, bizim açımızdan müsbet telakki edilebilecek yönlerin arttığı, menfi yönlerin azaldığını görmek ve göstermekten ibarettir; mevcut durumla –ki zemini son derece hassastır– yetinmememiz ancak olumlu hiçbir gelişmenin bulunmadığını ileri sürerek de adaletsizlik etmememiz gerekir.

Önümüzdeki tablo, yıllardır ana-akım medyada yer işgal eden ve siyaseti ve hükümeti terbiye eden konumunda bulunduklarını düşünmeye alışmış liberal, özgürlükçü vb. düşünür tahifesine çekilen restin de temel sebebini teşkil etmektedir. Hatırlanacağı üzere daha önceki dönemde ulusalcı zihniyeti paylaşan kesimin kalemleri her akşam televizyon kanallarında boy gösterirken bir zaman sonra sözde liberal kimselerin tahakkümü başlamıştı. Ve bu tahakküm bilhassa Gezi sürecinde bütünüyle reddedildi ki sürecin en temel gerekçelerden biri, siyasetin toplum adına sadece askeri vesayetle değil, onun ardından benzer bir vesayeti batı adına sürdürmek isteyen liberal entelektüel camiayla da hesaplaşmaya gitmesiydi. Erdoğan’ın bu anlamda meydan okuyan, hitap ettiği kesimlere özgüven aşılayan tavrı söz konusu kırılmanın öncüllerinden biri oluşturmuştur.

Dershaneler meselesine değinmek gerekirse; kanaatimce Erdoğan, dershaneler gündemi üzerinden Gülen grubunun yaklaşan 30 Mart seçimleri öncesinde yapmayı planladığı operasyonları çok daha erken bir zamana çektirerek bir anlamda ona ölü doğum yaptırmak istemiş, söz konusu operasyonların çok daha büyük sıkıntılara yok açmadan bertaraf edilmesinde de başarılı olmuştur. Gülen grubu bu başarısızlığı, seçimlerden hemen önce, Dışişleri Bakanlığı’ndaki görüşmeye ilişkin ses kaydını yayınlayıp Türkiye, Suriye’ye girmek için fırsat kolluyor algısını oluşturarak telafi etmeye çalıştı. Ancak yine istediğine ulaşamadı ki bunun sebebi Gülen grubunun örgütlenmedeki yetersizliği değil gerek içeride gerekse dışarıda, bilhassa Müslüman coğrafyada yaşanan gelişmelerin topluma ciddi bir siyasi kimlik kazandırmış olmasıdır. Önceden Mısır, Suriye, Afganistan vb. bir yerde bir olay meydana geldiğinde Türkiye’de tek bir yerde: İstanbul’daki Beyazıt Camii’nde tepki verilirken artık ülkenin dört bir yerinde insanlar eylem süreçleri başlatacak bilinci yakalamışlardır – bu olgudan hareketle yapılabilecek bir diğer tespit, ülkemizde siyasetin artık Misakı Milli sınırlarına mahkum edilemeyecek kadar genişlemiş, bütün bir ümmeti kapsayan bir perspektife kavuşmuş olduğudur.

Gülen grubunca girişilen operasyonların temel saiklerinden biri de barış sürecinin sabote edilmesidir. Buna göre çatışma ortamı yeniden oluşur ve bu da beraberinde bir ekonomik buhran getirirse “Siyasi İslam ülkeye zarar verdi” söylemi için gerekli bileşenler elde edilmiş olacaktır. Zaten Gülen grubunun Ak Parti’yle ayrılış sürecindeki temel argümanı, Ak Parti’nin siyasi İslamcılık eğilimi sergilediği, oysa siyasi İslamcılığın çoktan iflas etmiş olduğu iddiasıdır.

Grup bu süreçte zaman zaman girift, psikolojik harp tekniklerine hakim olduğunu düşündürecek tarzda teşebbüslere girişebilmektedir. Örneğin yakın zamanda Gülen’in esasen doksanlı yıllarda yazdığı Ayasofya Camii’ni konu alan bir yazısı, gruba ait gazetede yeniden yayınlanmış, aynı günün akşamı Ayasofya’nın tekrar ibadete açılması talebiyle Twitter’da bir hashtag kampanyası başlatılmıştır. Böylelikle uluslararası toplum nezdinde Ak Parti hükümetinin İslamlaştırma hususunda ne kadar ısrarcı olduğu yönünde bir algı yaratılması amaçlanırken ülke toplumuna da “Daha Ayasofya’yı bile açamıyorlar!” mesajı verilmek istenmektedir. Hatırlanacağı üzere Suriye’ye giden tırlar sürecinde de içeride muta, takiyye vb. mefhumlar gündemleştirilip Ak Parti’yle İran arasında bir paralellik kurularak Sünni damar kaşınmak istenirken dışarıda da hükümetin Elkaide’yi destekleyerek aşırı Sünnici bir tavır takındığı gibi taban tabana zıt iki algı inşa edilmeye çalışılmıştı.

Sonuç olarak; Türkiye’de seksen-doksan yıl öncesine değil, iki-üç yıl öncesine bakarak siyasetle ilgili kesin hükümler vermenin yanlış olduğunu söylemek gerekir. Örneğin 2007 dönemine kadar YÖK, başörtüsü yasağının temsilcisiyken başörtüsü yasağının kaldırılması için rektörlerle mücadele eden bir kurum haline gelebilmiştir. Sadece bir-iki hafta önce yetmiş üniversitenin rektörleri Mısır’daki Elezher’in rektörüne hitaben sırf darbeye karşı çıktıkları için tutuklanıp yargılanan insanların hesabını soran bir mektup kaleme alabilmiştir. Türkiye’de rektörlük önceki dönemde müsemma olduğu darbe-sever anlayıştan sıyrılarak böylesi bir konuma yükselmiştir. Tekraren ifade etmek gerekir ki elbette mevcut tablo tüm sorunların geride kaldığı anlamını taşımamaktadır. Ancak İslam devleti sıfatını kullanan İran’ın sadece Suriye’de değil, Mısır’da da sırf kendi modelini, varlığını sürdürmek adına bir ulus devlet gibi zulümlere imza attığı gerçeği karşısında; sekülar, Atatürkçü, bir ulus devlet olması gereken(!) Türkiye’nin ümmetçi bir hassasiyet göstermesi yabana atılmamalıdır.

Bizim bu tablo karşısında Müslümanlar olarak yükümlüğümüz Allah’ın razı olacağı şekilde yaşamayı ve amel etmeyi sürdürmemizdir. Allah, bizlere hitaben “Siz onların dinine girmedikçe, onlar sizden razı olmayacaktır” buyurmaktadır. Biz Kamalist, ulusalcı, Natocu vs. olmadıkça bizden razı olmaları mümkün değildir. Yürüyüşümüze devam ettiğimiz sürece, Rabbimizin lütfettiği kadarıyla inşallah hayırlı işler yapmaya devam edeceğiz. Unutulmamalıdır ki Kuran’da “Eğer siz Allah’ın dinine yardım ederseniz Allah da size yardım eder” denmektedir. Allah’ın dini yolunda cehd etmeksizin Allah’tan yardım beklemek, dua etmek anlamsızdır.

Program, soru-cevap faslının ardından sona erdi.

3-027.jpg

4-023.jpg

5-024.jpg

 

 

HABERE YORUM KAT