1. YAZARLAR

  2. HAMZA TÜRKMEN

  3. Türkiye’de de Suriye’de de küresel kuşatılmışlığı aşmak sorunu
HAMZA TÜRKMEN

HAMZA TÜRKMEN

Yazarın Tüm Yazıları >

Türkiye’de de Suriye’de de küresel kuşatılmışlığı aşmak sorunu

31 Ocak 2025 Cuma 18:49A+A-

Coğrafyamızda “Ümmetten bir ‘millet’/ulus yarattık” övüncünün ilk kurumlaştığı mekân Atatürk Türkiyesi oldu.  Arap milliyetçilerinin at koşturduğu, İslami aidiyetleri çözüp sosyalist bir Arap ulusu inşa edebilmek için yarıştıkları beldelerimizden birisi de Suriye idi. Müslümanların tarihinde asırlarca “Göklerin ve yerin yaratılışı, dillerinizin ve renklerinizin farklı oluşu O'nun ayetlerindendir. Bunda bilenler için ayetler vardır” (30/22) hükmü doğrultusunda ırkçı, kabileci ve kavmiyetçi asabiyeleri aşarak yaşayan müslümanlar, 18. yüzyıldan itibaren kendi iç zaafiyetleri nedeniyle de sömürgecilerin istilasına uğramışlardı. Ancak Avrupa’nın ve Modernitenin oluşum sürecinde meydana çıkan seküler ulus modelleri zafiyete düçar olan sosyal yapılarımıza musallat oldu.

Kur’an-ı Kerim’de “cahiliyye kavramı” dört farklı davranış ve anlayış için dört yerde kullanılır. Cahiliye “c-h-l” (جهل) kökünden türemiş olup lügatte “bilgisizlik, ilmin eksikliği” anlamlarında kullanılmıştır. Râgıb el-İsfahânî (ö. 502/1109) el-Müfredât adlı eserinde cehaleti tanımlarken “nefsin ilimden yoksun olması”; “doğruya aykırı olan inanma şekli” ve “doğruya aykırı olan davranış biçimi” şeklinde cehlin üç boyutuna dikkat çekmektedir.

Kur’an-ı Kerim’de ve Resulullah (s)’in uygulamalı ifadelerinde

1) Al-i İmran sûresinde geçtiği haliyle gaybi alanla ilgili (3/154);

2) Maide sûresinde geçtiği haliyle  hukuk/şeriat planıyla ilgili (5/50);

3) Ahzab sûresinde geçtiği haliyle   yaşama tarzı ve giyim-kuşam biçimiyle ilgili fıtrata ve vahye aykırı anlayış ve tavırlar “Cahiliye” kavramı  ile ifade edilir (33/33).

Ayrıca Kur’an’da Fetih sûresinde Rabbimizin 4. olarak kullanılan “cahiliye” ifadesi ise sosyal körlük ve azgınlıkla; cemaatsel, örgütsel veya toplumsal asabiye ile, inanç ve amelde hududullahı aşmakla, haddini bilmemekle ilgilidir.

Vahyin Resul-u Ekrem’e bütün insanlık için inzal olduğu dönemde, temele vahyin gösterdiği “adalet”i değil de kabile veya kavim bağının kutsallığını koyan tutum da Kur’an’da “cahiliye asabiyesi/hamiyeti” (Fetih, 48/26) ifadesiyle değerlendirilirmiştir.

Siret-i Nebi’de Mekke Döneminde kabile gücüne ve kabile putlarına bağlılığı ifade eden cahiliye kabilecilik olarak nüksediyordu.  Dolayısıyla Mekke döneminde daha imal edilmemiş olan ulusçuluk yani milliyetçilik söz konusu değildi; ama kabilecilik ya da kavim asabiyesi ya da Firavunluk kurumu gibi “ben sizin Rabbiniz değil miyim?” diye hitabeden diktatörlük rejimi hüküm sürmekteydi.

Oysa Hucurat sûresinde zikredildiği üzere Allah-u Teala “bizi bir erkek ve bir dişiden yaratmıştı. Birbirimizle tanışmamız/tearuf için bizi kabilelere ve sülalelere ayırmıştı. Allah'ın yanında en kerim olanın, en çok takva sahibi olanımız” (49/13) olduğunu bilip bu bilgiyle amel etmemiz gerekiyordu. Resulullah ve öncü sahabe nesli vahyin gösterdiği bu istikamette hepimize örnek olacak ilk sosyal İslami uygulamaları göstermişlerdi. Ama kalpleri mühürlenmiş, idrak hassaları körelmiş “kafirler” Fetih sûresinde belirtildiği gibi “küçük görme taassubunu, cahiliye taassubunu kalplerinde taşıyorlardı. Buna karşılık kalplerini ve idraklerini vahye açan Resulünün ve Mü'minlerin üzerine Allah dinginlik indirdi. Onları takva sözüne bağlı kıldı.” (48/28)

Mekke ahalisini oluşturan kabilelerle, Mekke çevresinde Arap Yarımadası’nda yaşayan kabileler arasında çıkar çekişmesi nedeniyle Ficar Harbi’nin yaşandığını Asru’n-Nebi kitaplarından biliyoruz. Yine bu kabileler arasında saldırmazlık anlamında ticari bir anlaşmanın, yani Îlaf Anlaşmasının yapıldığı bilgisi Kureyş Sûresindeki işarete dayanmaktadır. Bilindiği üzere her kabile putları ile birlikte İbrahimî gelenek olarak Kabe’ye ve Hac ibadetine ilgilerini tahrif olmuş şekilde de olsa sürdürüyorlardı. Yani dini olanı kendi kabile hamiyetleri, asabiyeleri yani cahiliyeleri adına istimal ediyorlardı/kullanıyorlardı.

Bu Arap kabileleri Risalet öncesi veya sonrasında cahili değerlerini birlikte savunduklarında da tarihte karşımıza Arap kavmiyetçiliği çıkmaktadır. Ama Resulullah Kur’an vahyinin tebliği, bu doğrultudaki örnek uygulamaları ve mücadelesi ile cahiliyeyi tasfiye etmeyi kendi döneminde başarmış ve örnek iman kardeşliğini, İslam ümmetini kurumlaştırmıştı. Allah’ın Elçisi Muhammed Aleyhisselam Veda Haccı’ndaki evrensel uyarısını şu cihanşümul hitabıyla ortaya koymuştu:

“Ey insanlar! Biliniz ki Rabbiniz birdir, atanız da birdir. Bütün insanlar Âdem’den gelmiş, Âdem de topraktan yaratılmıştır. Arap’ın Arap olmayana, Arap olmayanın Arap’a, beyazın siyaha, siyahın da beyaza hiçbir üstünlüğü yoktur. Allah katında üstünlük ancak takvâ iledir.”

Ama Resulullah’tan sonra da müslim olsun, gayr-ı müslim olsun “Kabilecilik ve kavmiyetçilik” asabiyesinden kopamayanlar tarihin yanlış tarafında durmuşlardır. 15. Yüzyıldan itibaren de Batılı paradigmadan ürüyen “ulusçuluk” yani galat-ı meşhur bir ifadeyle “milliyetçilik” ise, hangi gerekçeye dayanırsa dayansın cahili kabilecilik/aşiretçilik ve kavmiyetçiliğin modern zamanlarda bir yenilenme formu olmuştur.

“Ümmetten ulus yaratma” projesi; yani Türklük, Araplık, Kürtlük, Berberilik Peştunluk vd.lerinin alt kimlik olan ve tearuf açısından ümmetin zenginliğini ifade eden kavmi bağları, Siyonizm projesini de örnek edinerek dil, toprak veya ırk/aşiret yani etnisite asabiyelerini ateşleyip seküler ulusçuluklar üretmiş, ümmet olarak ellerimiz birbirinden kopmuştur. Tarihi süreç içinde “nimetten uzaklaşarak” (8/53) zaafa düşen ümmet bakiyesi arasında neşet eden bu yeni/modern ulusçuluk cahiliyesi ve asabiyesi emperyalist Avrupa’nın, Modernitenin, akademik çalışmalarının ürünü olarak coğrafyamızda vücut bulabilmiştir.

104 yıl önce Osmanlı bakiyesi Bilad-ı Rum’da; ayrıca misak-ı milli olarak belirlenen bölgenin içinde uzantısı olan Bilad-ı Şam, Cezire ve Gürcistan denilen topraklarımıza ilkin Grekçe kökenli Anatello’dan veya Anatolikan’dan adapte edilen Anadolu, sonra da önce İtalyanların verdiği isimle Turkia’dan Türkiye dediler. Vatan bağı üzerinden Avrupa Modernitesine ait bir Türk ulusu icat etmeye çalıştılar. Kalpleri mühürlenmiş, idrak hassaları körelmiş “zalimler” veya “kafirler” reel şartlar ve reel politika bahanesiyle Osmanlı bakiyesi anasır-ı İslam arasındaki İslami olan ortak paydayı kenara itip ortak payda olarak icat edip kutsadıkları vatan ve Türklük bağını ön plana çıkardılar. Dindar halkla Batılılaşmanın takipçisi Kemalist Türk yönetimi arasında da; Türkçülerle Kürtler arasında da yaşanan kavganın temel nedeni budur. İslam ortak paydasına dönülmeden de bu ihtilaflar bitmeyecektir. Zaten bu ihtilaflar küresel şer güçleri tarafından da tahrik edilip beslenmektedir.

Ulus sınırlara bölünmüş Bilad-ı Şam’ın kuzeyinde ufak Suriye sınırları içinde vesayetten kurtulma mücadelesinde örnek alınacak bir devrime adım atmış olan Suriyeli mücahidlerin önündeki ekonomik sorunlardan belki daha önemli konu, miras aldıkları ulusal sınırlar meselesiyle birlikte ulusalcılık enkazıdır.

Emperyalist işgalci İtilaf Devletleri Ön Asya’ya kurgusal Türklükten uydurma Türkiye dedikleri gibi, Bilad-ı Şam’ın bu bölgesine Süryani’den uydurma Suriye dediler. Ve İngiltere ve Fransa’daki Araboloji Enstitülerinde 18-19. Yüzyılda hazırladıkları mikro Arap milliyetçiliğini Mişel Eflak tipi Jön Araplarla, Lawrens gibi ajanlarla bu bölgede yaygınlaştırdılar. Kemalizmin, ümmet aidiyetinden kopartmaya çalıştığı Türkçülük ayrılıkçılığı gibi, 61 yıllık ırkçı ve sosyalist Baas Bartisi de Arap ayrılıkçılığı ile hem Arap kavminden olmayan Suriyeli halklara zulmetti hem bölge ülkeleri arasında psikolojik fitne tohumları ekti.

Suriye’ye musallat olan şer odaklarının ifsad saçan bölme ve istikrarsızlaştırma planlarına veya tezviratlarına karşı Suriyeli mücahidlerin ortak aklı, ilkin Suriyeli olan Kürt etnisitesinden başlamak üzere Türkmen, Çerkes tüm etnik gruplara, Sünnilik dışında Alevisinden Dürzisine, Şiasından Hristiyanına kadar herkesi Suriye’ye sahip çıkmaya ve Resulullah (s)’in gerçekleştirdiği “Medine Sahifesi Sözleşmesi” veya “Medine Mutabakatı” gibi birlikte yaşama hukukuna davet ediyorlar. İslami ilkelere dayanan yönetim fıkhını ve İslamlaşma sürecinin ikna merhalelerine uyan bu basiretli ve hikmetli tutum hepimizin sevincidir. Ancak Suriye yönetimine ne ad verileceği merak konusudur ve mücahidlerin şurası bu konuyu açıklamadan Hakan Fidan gibi alnı secdeli bir Türkiye Dışişleri Bakanının kendi sırtındaki kamburları görmeden bu ismi “Suriye Arap Cumhuriyeti” olarak açıklaması talihsizlik olmuştur.

Ümmete ait olması gereken bir alan etnik kavram ve algılarla izah edilirse inhiraf başlar. Mesela Türkiye’de 5 veya 7 bin yıllık paganist etnik tarih kurgusu karşı üretilen 1000 yıllık Türk-İslam toplumsal kurgusunun cahiliyesini dönemin Başbakanı Erdoğan, “Bizim tarihimiz 1400 yıl önce başlar” diyerek bir arınma ve hakikate yönelme hamlesi yapmıştı. Ama reel politikanın icaplarına uyalım derken bu sefer pagan veya Şamanist Mete Han ile ulaşan kurgulanmış “2200 yıllık tarihimiz” keşfedilip acınası bir inhirafa düşüldü.

Askeri ve idari olarak yerel ve küresel vesayetten kurtulma konusunda hayati kazanımlar elde eden Afganistan İslam Emirliği ile, mücahidlerin yönetimini 8 Aralık Devrimi ile devraldıkları Suriye, şimdi tüm halkı Müslim olan ülkeler gibi finansal ve uluslararası hukuk alanında küresel kuşatmanın imtihanı ile yüz yüze bulunuyor. Kuşatmayı yarmak çabaları reel politiğin cıvıklığına meylettirmemelidir. “Nation/ulus” gibi karşıtımızın ürettiği seküler kavram ve anlamları aşacak, kendi toplumsal vakıamızı “kabail ve şu’b”(49/13) gibi Kur’anî tanımlarla veya fıtri ve vahyi sabitelere uygun kendi ürettiğimiz kavramlarla tanımlamalıyız ki gelecekte inhirafa düşmeyelim.

Ayrıca Batılı Modernitenin teknolojik imkan şartlarına mecbur olma hali içinde İslami duruş ve İslamlaşma süreci özgünlüğünü devam ettirmek hususu, önemli bir sınanma konusu olacaktır. Bu husus, Rabbimizin hepimizi imtihan olmamız için yarattığı gerçeğinden de ayrı değildir.

Suriye’deki Devrim sürecinde sürekli ülke bütünlüğünden bahsedildi. Bu husus tabii ki önemlidir. Ama müminler için asıl belirleyici temel bağ “mutlak hakikat” ve “İslami adalet” bağı yani “inanç” bağıdır. Ülke bütünlüğü, güven ve istikrarı önemli olmakla birlikte toplumsal yaşantının bir aracı olan “vatan, toplum, devlet, bayrak” konusu olan bu dört şey, iman bağının önüne geçirilmemeli ve doğrudan veya dolaylı olarak kutsanmamalıdır.

Tabii ki ümmet coğrafyasının bir parçası olan Suriye daha fazla parçalanmamalıdır. Lakin ülke bütünlüğü korunurken ulustan ümmete geçiş yolları sürekli genişletilmelidir. Ve reel durumları aşmak için asla Kur’anî kavramlar heder edilmemeli ifsad edilmiş olanlar ıslah edilmelidir. Mesela Kur’an’ın “İslami hayat/şeriat” ve “dini aidiyet” bildiren “millet” kavramı asla seküler nation yani ulus yerine kullanılmamalı, vahyi kavramların öz tanımlarına sahip çıkılmalıdır. Yine bugünkü reel şartlarda galat-ı meşhur olarak kullanılan “milli ve millet” kavramlarına itibar edilmemelidir. Medine ahalisi gibi Suriye ahalisi, Suriye toplumu veya Suriye halkı ifadeleri varken “din ve şeriat” anlamına gelen “millet” kavramı, galat-ı meşhur olarak da “Suriye milleti” biçiminde kullanılmamalıdır.

Bu bağlamda ne devleti olduğunu açıklamadan; şura yönetim biçimini, şurayı şura ehli arasında ve tabanda nasıl yayacaklarını açıklamadan, askeri yönetimden toplumsal yönetime geçerken “Artık devlet olduk” açıklaması da bu devletin ulusal devlet formunu taşıyıp taşımadığı hususu izaha muhtaç imtihan konularından birisidir. Fıkhi ve kelami olarak “geçiş dönemi” ve “geçiş dönemi devleti” ifadeleri üzerinde de çalışmalar yapılmalı; tutarlı izah ve amellere yönelinmelidir.

Bir bardak temiz suya damlatılan bir damla şarabın fıkhi olarak suyun temizlik ve helalliğini bozacağı bilinen bir vakıadır. O halde Rabbimizin kavramlarımıza ve imanımıza katılacak bir damla dahi olsa şirkten uzak durmalıyız. Ve Rabbimizin Nisa sûresindeki hatırlatması unutulmamalıdır: “Şu kesin ki: Allah kendisine şirk / ortak koşulmasını bağışlamaz; bundan başkasını (diğer günahları) dilediği (layık olan)kimse için bağışlar. Allah’a ortak koşan kimse, elbette uzak bir sapkınlığa düşmüştür.” (4/126)

Tabii ki zihni, ekonomik ve idari alandaki kurumlaşmış cahiliyeden ve cahili küresel vesayetten kopmak, elbisemizi temizleyip pislikten hicret etmek farklı safhalarda bilinç, ıslah ve inşa rüzgarını yakalamak isteyen bütün müminlerin sorunudur. Rabbimiz akaidimizi cahili sorunların ayartmasından ve gerçekleştirmek istediğimiz şühedalık görevini, önümüze çıkan veya çıkartılan tüm cahiliyye barikatlarından azede kılsın.

Suriyeli kardeşlerimizin yeniden ıslah, ihya ve inşa mücadelesi, bütün İslamcıların mücadele safhalarıyla ilgili olarak hepimizin ortak problemidir. Suriye’nin geleceği ile ilgili İslam yürekli çocukların Haleb duvarlarına yazdıkları veciz temenni hep aklımızda: “Allah seni yeşillendirsin Suriye!” Allah iman eden mücadele eden tüm coğrafyalardaki müminlerin yar ve yardımcısı olsun.

YAZIYA YORUM KAT

1 Yorum
  • Faik KAYNAK / 02 Şubat 2025 04:38

    İç ve dış siyaset bağlamında, İşgale yakın derecede bir Kuşatılmışlık yaşıyor bu ülke ..

    Müesses nizamın, resmi ideolojinin, Kemalizm dininin hâkim ve baskın olduğu .. İslam'ın ve müslümanların baskı, zorbalık, yok hükmünde sayılma, ötekileşletirme, yıldırma, caydırma , sindirme vb.. gayri insani ve gayrı ahlâkî yüzlerce farklı sarmal' dan geçti bu halk .. Her on senede askeri darbeyle sivil iktidarların alaşağı edildiği, Kral çıplak, diyenlerin tukaka edildiği/ cezalandırıldığı / cezaevlerinde uzun tutukluluk yaşadığı talihsiz bir coğrafya .. Bilgenin dediği gibi " coğrafya kaderdir" tanımına tam da uyan bir kara parçası..

    Mukayese etmek adına,
    Suriye' deki zulüm baskı işkence 1972 de başlıyor, bizim ise Osmanlı imparatorluğunun sonrasına denk geliyor ..Yani bir asrı aşan uzunca bir süre .. Aşağı yukarı 4 - 5 nesil , resmi ideolojinin hışmına uğradı / uğramaya devam ediyor ..

    Bu ülkenin zayıflığını ve acizligini, sadece bu 4 argümana işaret ederek izah edelim ..

    1- Birliğe alınmayacağını bildiği hâlde, çeyrek asırdır AB 'ne girmek için kapı önünde, umutla bekliyoruz ..

    2- ADB ' nin askeri üslerini kapatmayı beceremiyoruz ..

    3- Mason localarının kapısına kilit vuramıyoruz ,

    4- Sabetaycı taifenin etkisinden bir türlü kurtulamıyoruz ..

    Netice itibariyle,
    Suriye yeni bir sayfa açabildi, sistemi alaşağı etme iradesini gösterebildi.. Umulur ki sıra bizde ...

    Yanıtla (0) (0)