Türkiye ve Katar'ın desteği, Suriye halkının direnişi ve zaferi
Prof. Dr. Şener Aktürk, Suriye’de Esed rejiminin çöküşü ve muhaliflerin zaferinde Türkiye’nin rolünü “üç dönüm noktası” üzerinden inceliyor.
Şener Aktürk / Fokus Plus
Dönüm noktası: Arap Baharı, Türkiye ve Suriye devriminin zaferi
Geçtiğimiz günlere, Türkiye’nin siyasi tarihi, dış politikası ve büyük stratejisi açısından son on yılın en önemli dönüm noktası olan Suriye devriminin Türkiye destekli zaferine şahit olduk. Hatta bu olayın, son otuz yılın ve belki de son yüzyılın en önemli dönüm noktası olup olmadığını, yakın gelecekteki gelişmeler belirleyecek. Suriye’de Esed rejiminin devrilmesi ve muhaliflerin başkent Şam dahil Halep, Hama, Humus gibi ülkenin en büyük şehirlerine hâkim olması, 21. yüzyılın ilk çeyreğinin en önemli siyasi gelişmesi olarak değerlendirdiğim Arap Baharı sürecinde, en azından son on yılın en önemli dönüm noktasıdır. İkincisi, eğer muhaliflerin zaferi önümüzdeki yıllarda kalıcı hale gelir ve özgür Suriye istikrara kavuşarak gelişirse, bu gelişme Türkiye’nin dış politikası ve büyük stratejisi açısından en azından Sovyetler Birliği’nin çöküşünden bu yana son 35 yılın en olumlu gelişmesi olarak değerlendirilebilir. Üçüncüsü, eğer özgür ve yeni Suriye’nin gelişmesinde birincil müttefik Türkiye olmaya devam eder ve Türkiye ile Suriye arasında siyasi, ekonomik ve kültürel işbirliği ve dahi entegrasyon artarak devam ederse, bu Türkiye açısından son yüzyılın en büyük siyasi başarısına dönüşebilir.
Bu üç değerlendirmeden ilki 2010’un aralık ayında başlayan Arap devrimleri sürecine ilişkin ve Esed rejiminin devrilmesiyle gerçekleşti. İkinci öngörünün gerçekleşmesi önümüzdeki birkaç yılda yeni ve daha demokratik bir rejimin kalıcı olarak yerleşmesine, üçüncü öngörünün gerçekleşmesi ise en azından on yıl gibi daha uzun bir sürede böylesi bir yeni Suriye’nin Türkiye ile sıkı ittifak ilişkisi içinde gelişmesine bağlı. Özetle, ikinci ve üçüncü öngörüye ilişkin değerlendirmeler için şimdilik çok erken. İlk cümlemde bahsettiğim tarihi dönüm noktası ise geçtiğimiz birkaç hafta içinde gerçekleşti. Suriye devriminin bu muazzam zaferini 14 yıldır devam eden Arap devrimleri ve Türkiye’nin rolü çerçevesinde nasıl değerlendirebiliriz?
İlk dönüm noktası, 2013: Mısır’da darbe ve Suriye’de kırmızı çizginin aşılması
17 Aralık 2010’da Tunus’ta başlayan ve popüler kültürde Arap Baharı olarak bilinen devrim silsilesinin başlangıcında, 2011 yılında önce Tunus ve sonra da Mısır’da ve Libya’da on yıllardır yönetimde olan Bin Ali, Mübarek ve Kaddafi devrildi. 2012’ye gelindiğinde birbirine komşu bu üç ülkede de Arap devrimleri sonucu iktidara gelmiş yeni hükümetler vardı. Muhammed Mursi, Mısır tarihinde ilk kez halk oyuyla seçilen cumhurbaşkanı olarak göreve geldi. Yine 2012 yılında Suriye muhalefeti ülkenin ikinci büyük şehri Halep’in önemli bir kısmını ve başkent Şam’ın Guta olarak bilinen banliyölerinden bazılarını ele geçirdi. Fakat 2013 yılının yaz ayları Arap Devrimleri sürecindeki en kritik ve olumsuz dönüm noktasıydı. Temmuz ayında Mısır’da darbe oldu ve seçilmiş hükümet yerine darbeci General Abdülfettah Sisi liderliğinde bir askeri yönetim başa geldi ve ABD dahil tüm Batılı güçler kısa sürede yeni askeri rejimle iyi ilişkiler kurdular.
Ağustos ayında ise Suriye’de Esed rejimi Şam’ın muhaliflerin kontrolünde bir bölümünde kimyasal silah kullanarak yaklaşık bin 400 insanın ölüme sebep oldu ve Başkan Obama yönetimi daha önce kimyasal silah kullanımı durumunda Suriye’ye müdahale edeceklerini bildirdiği halde müdahale etmedi. Birer ay arayla Mısır ve Suriye’de gerçekleşen bu korkunç gelişmelere karşı tepkisizlikleri, aslında Batılı büyük güçlerin Arap devrimlerinin bastırılması ve diktatörlüklerin devamına onay verdiklerinin işaretiydi. Böylece, 2013 yazı itibarıyla Türkiye ve Katar, Mısır’dan Suriye’ye ve Libya’ya kadar, askeri diktatörlük karşıtı halk hareketlerini destekleyen başlıca devletler olarak büyük ölçüde yalnızlaştırıldı. Buna rağmen, Türkiye ve Katar, kendilerinden askeri, ekonomik ve demografik olarak çok daha büyük ülkelerin koalisyonu karşısında 2013 sonrası dönemde de Arap Baharı’nın bayraktarlığını yapmaya devam ettiler.
ABD-BAE-Fransa-İsrail ve Rusya-İran ittifaklarının Suriye ve Arap devrimlerini bastırma çabaları
Arap Baharı’nı bastırmaya çalışan ve bir yandan da danışıklı dövüş yürüten iki büyük müttefik bloğundan bahsedilebilir. Bir yanda, ABD, BAE (Birleşik Arap Emirlikleri), Fransa ve İsrail’in başı çektiği ve kısmen Batı ittifakı diyebileceğimiz bir grup mevcut ki bu ülkeler Mısır, Libya ve Suriye’deki devrimlerin askeri müdahalelerle bastırılması ve engellenmesi için büyük çaba harcadılar. BAE’nin Mısır’daki darbeci Sisi rejimini finanse ettiği ve son zamanlarında Esed rejiminin de Arap Ligi başta olmak üzere uluslararası düzlemde meşru bir aktör olarak kabul edilmesi için çaba gösterdiği, ABD ve İsrail’in de Sisi yönetiminin kısa sürede meşrulaştırılması ve kabul edilmesi için çaba gösterdikleri, ayrıca Suriye devriminde de Fırat’ın doğusuna karşılık gelen ülkenin neredeyse üçte birinin PYD-YPG tarafından işgal edilmesinde ve işgalin kalıcılaştırılmasında PYD-YPG’ye ABD ve Fransa’nın askeri, İsrail’in siyasi destek verdiğini, BAE ve Fransa’nın Libya’da Hafter’i desteklediğini düşünecek olursak, bu eksenin Mısır, Libya ve Suriye’deki devrimlerin bastırılmasında ne kadar önemli rol oynadığı ortaya çıkar.
İran ve Rusya orduları ise Suriye’yi işgal ederek Halep, Hama, Humus ve Şam dahil ülkenin büyük çoğunluğunda devrimin bastırılmasında başlıca rolü oynarken, Yemen’de de on yıllardır iktidarda olan ve Arap Baharı sürecinde devrilen Ali Abdullah Saleh’in, İran destekli Zeydi Husi güçlerin desteğiyle ülkeyi bir iç savaşa sürüklemesinde rol oynadı. Ayrıca Irak ve Lübnan’daki protestoların bastırılmasında da İran destekli aktörlerin büyük rolü oldu. Böylelikle, bir taraftan ABD, BAE, Fransa ve İsrail, diğer taraftan İran ve Rusya, çok sayıda Arap ülkesinde halkın yönetime ortak olma, kendi hükümetlerini kendileri belirleme taleplerini çoğu kez son derece kanlı askeri yöntemlerle bastırdı.
Libya, Mısır ve Suriye’de devrimin destekçileri Türkiye ve Katar
Bu bölgesel ve küresel denklemde sadece Türkiye ve Katar, Libya’da ve Suriye’de demokratik halk hareketlerini askeri, ekonomik ve siyasi olarak desteklediler. Türkiye daha da ileri giderek, 2019’daki ölümüne kadar sağlık hizmetlerinden mahrum bir hapishane hayatı yaşayan Mısır’ın seçilmiş Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi’ye ve taraftarlarına destek vererek ve 2023’e kadar 10 yıl boyunca Mısır’a büyükelçi dahi atamayarak Sisi liderliğindeki askeri rejimin meşruiyetini en uzun süre kabul etmeyen ülke oldu. Libya ve Suriye’de ise Türk Silahlı Kuvvetleri’nin doğrudan müdahalesi ve desteğiyle, Arap Baharı sürecinde Libya’nın başkenti dahil batısında, Suriye’nin İdlib başta olmak üzere kuzeybatısında hakimiyet kuran devrimci güçler tüm saldırılara karşı yıllarca direnebildi. Sadece askeri ve ekonomik güç unsurlarına odaklanan, savaşların sadece para ve silahla kazanıldığını varsayan uzmanlara göre, bir tarafta ABD-BAE-Fransa-İsrail bloğu, diğer tarafta İran-Rusya bloğu tarafından bastırılmaya çalışılan, Türkiye ve Katar hariç hiçbir kayda değer dış desteği olmayan özgür Suriye hareketinin ve Libya hükümetinin çoktan ortadan kaldırılmış olması gerekirdi. Fakat yanıldılar.
İkinci dönüm noktası: Darbelerin dalgakıranı 15 Temmuz, Katar kuşatması ve Libya savunması
15 Temmuz 2016’daki darbe girişiminin pek çok uluslararası boyutundan birisi de başta özgür Suriye muhalefeti olmak üzere halen Arap devrimlerine destek vermeye devam eden Türkiye’yi tasfiye etmekti. Eğer Türkiye de Mısır ve Suriye gibi dış destekli bir askeri diktatörlüğe mahkûm edilebilseydi, Orta Doğu halklarının kendi kendilerini yönetme arayışı ve Müslüman demokrasi modeli tamamen ortadan kaldırılmış olacaktı. Fakat darbeciler tam bir bozguna uğradı ve Türkiye Orta Doğu’daki dış destekli askeri darbeler silsilesine karşı bir dalgakıran işlevi gördü. Fakat darbeci blok elbette pes etmedi ve hemen ertesi yıl, ilginç bir şekilde tam da İsrail’in en büyük zaferi sayılan Altı Gün Savaşı’nın 50. yıldönümünde, Türkiye’nin en önemli müttefiki olan Katar kuşatıldı.
Katar kuşatması da Türkiye’nin büyük desteğiyle kırıldı ve Türkiye bir bakıma Katar’ın zor anında garantörü olabileceğini ispat etti. Dahası, 15 Temmuz darbe girişiminin bozguna uğratılmasının hemen ardından Türkiye Fırat Kalkanı (2016), ardından Zeytin Dalı (2018) ve nihayet Barış Pınarı (2019) harekatlarıyla kuzeybatı Suriye’yi IŞİD ve PYD-YPG gibi terör örgütlerinden kurtarılmış bir özgür bölge oluşturdu. Böylesi bir özgürleştirilmiş bölgeyi varoluşuna tehdit olarak gören Esed rejiminin 2020’de İran ve Rusya’nın desteğiyle başlattığı saldırı da Türkiye ve Suriye Milli Ordusu tarafından püskürtüldü. Son olarak, Libya’nın Birleşmiş Milletler (BM) tarafından da meşru kabul edilen hükümetine karşı BAE ve Rusya gibi ülkelerin desteğiyle Halife Hafter büyük bir saldırı başlatmış fakat yine Türkiye’nin askeri ve siyasi desteğiyle Hafter’in saldırısı da püskürtülmüştü. Türkiye’ye karşı 15 Temmuz darbesinin, ertesi yıl Katar kuşatmasının, sonrasında Tripoli’deki Libya’nın meşru hükümetine karşı Hafter’in saldırısının ve nihayet Esed rejimi ve İran-Rusya destekli unsurların İdlib’e saldırısının Türkiye’nin desteğiyle püskürtülmesiyle, Arapların özgürlük arayışını boğmak isteyen karşı devrimci blok geri çekilmek zorunda kalmış ve yaklaşık 4 yıldır devam eden bir nevi “modus vivendi” (geçici uzlaşma) sağlanmıştı ki bu yeni uzlaşmanın en çarpıcı örneği 10 yıl aradan sonra 2023’de Türkiye’nin Mısır’la ilişkilerini normalleştirmesiydi.
Üçüncü dönüm noktası, 2024: Özgür Suriye’nin zaferi ve Esed rejiminin çöküşü
Arap devrimlerinin diğer cephelerinde son yıllarda nispeten çatışmasızlık ve bir nevi soğuk barış sağlanmış olsa da Suriye’de bu mümkün olmadı. Bunun pek çok sebebi olabilir fakat kanaatimce en önemli sebebi; Esed rejiminin kuzeybatı Suriye’de Türkiye’nin desteğiyle özgürleştirilmiş nispeten ufak bir yüzölçümünde yaşamak zorunda kalan milyonlarca Suriyelinin varlığına dahi tahammül edememesi, bu durumu kendisi için varoluşsal bir tehdit görmesi, her türlü uzlaşma ve geçici anlaşma teklifini geri çevirdiği gibi bulduğu her fırsatta gerek doğrudan gerekse YPG-PYD unsurları aracılığıyla Türkiye’nin korumasındaki bölgelere saldırmaya devam etmesidir. Bu rahatsızlığının da sebebi kanaatimce Esed rejiminin bahsettiğimiz tüm otoriter Orta Doğu rejimlerinden daha baskıcı ve soykırıma varan toplu katliamların faili, toplumsal desteği en zayıf bir rejim olmasıdır.
Ne kadar ufak da olsa kuzeyde Esed rejiminden bağımsız bir Suriye hükümeti ve ordusu olduğu sürece, uzun vadede Esed rejiminin çökmesi ve bu çöküşün de Rusya ve İran’ın zayıfladığı bir anda olması yüksek bir ihtimaldi. Öyle de oldu. Suriye halkı nezdinde çok marjinal bir desteği olan, Rusya, İran ve yabancı savaşçıların desteğiyle ayakta kalabilen soykırımcı Esed rejimi, İdlib’den başlayan muhaliflerin taarruzuyla 12 günde çöktü. 1989’da Berlin Duvarı’nın yıkılışını, Doğu Avrupa’da 6 komünist rejimin 6 ayda çöküşünü hatırlamayan kuşaklar için, benzeri ve hatta daha dramatik bir çöküşü geçtiğimiz haftalarda tecrübe ettik. Yüzbinlerce sivilin katili, Sednaya Hapishanesi’nde görünür hale gelen insanlık suçlarının faili, Orta Doğu’nun en zalim ve totaliter rejimlerinden birisi çöktü. Türkiye ve Orta Doğu için son on yılın en önemli dönüm noktası sayılabilecek bu olumlu gelişmenin, 21. yüzyıla damgasına vurabilecek bir yeniden inşa ve bölgesel entegrasyon vizyonuyla taçlandırılması ise önümüzdeki yılların en önemli görev ve sorumluluğu olmalı.
HABERE YORUM KAT