"Türkiye ve Arap Baharı; Ortadoğu'da Liderlik"
Graham Fuller’in Ortadoğu İntifadaları bağlamında Ortadoğu ve Türkiye’yi konu alan "Türkiye ve Arap Baharı; Ortadoğu'da Liderlik" isimli kitabını Yöneliş-Haber editörü Zafer Burakmak kardeşimiz değerlendirmiş.
"Türkiye ve Arap Baharı; Ortadoğu'da Liderlik"
Zafer Burakmak / Yöneliş-Haber
2010 sonlarında Tunus’ta başlayan ve birçok Arap ülkesinde yayılan ayaklanmalar, hemen herkesin ilgisini çekmiştir. Son yıllarda bu konuya, köşe yazarlarından, televizyon programlarına hatta kahve sohbetlerine kadar birçok yerde gereken düzeyde ilgi gösterildi sanırım. Konuyu takip edenler detaylara kadar varan malumata sahiptir elbet. Ancak bu süreci, Türkiye’nin konumunu ve geleceğini 20 yıl CIA’de başkan yardımcılığı da dahil çeşitli görevlerde yer almış birinin anlatması ayrı bir ilgiyi hak ediyor. Graham Fuller, yaklaşık 20 yıl Türkiye, Pakistan, Lübnan, Afganistan gibi ABD için önemli ülkelerde CIA sorumluluğu yapmış bir isim. Uzmanlığı, Türkçe, Kürtçe, Arapça, Farsça ve Rusça bilecek kadar detaylı. Emekli olduğunu söylediği iş geçmişinden dolayı anlatımı, analizleri ve öngörülerinin değeri şuan bulunduğu akademisyenliğinin çok daha üstünde.
Fuller’in 2014 yılında kaleme aldığı “Arap Baharı ve Türkiye; Orta Doğu’da Liderlik” kitabı kapsamlı bir çalışma. Kitap, Türkçeye geçtiğimiz Haziran ayında çevrildi. Yazımı ardından geçen sürede birçok şey yaşanmış, birçok denge değişmişse de olaylara vukufiyeti ve öngörüleri ile gelecekte bölgeyi bekleyen tehlikelere dair ipuçlarının görülmesi nedeniyle okunması gereken bir kitap.
Kitabın ana teması Arap ayaklanmaları ve Türkiye. Fuller, Orta Doğu’daki ayaklanmaları, Çin, Hindistan, İran, Türkiye gibi ülkelerin güçlenmesi ve Batı hegemonyasının zayıflamasına bağlayarak, "Türk Ronesansı" olarak tanımladığı AK Parti dönemi ve Arap Uyanışı’nın temel saiklerinden birinin Batı emperyalizmine karşı isyan duygusunun olduğu tezini sıklıkla işliyor; “Arap Uyanışı aynı zamanda Batılı hegemonya ve kontrole karşı Müslüman dünyada iki-üç yüzyıldır süren anti-emperyalist mücadelenin ardından sahneye çıkmıştır. Bu mücadele, ki henüz bitmemiştir, olayların göbeğindeki anahtar popüler dürtülerden biridir-post kolonyal”(sömürgecilik sonrası) Batı bunun tam farkında olmasa da. Dünya Müslümanları topluluğu anlamına gelen Ümmetin içinde, kültürel kendine özgülük konusunda giderek büyüyen bir öz-şuurluluk sözkonusudur. Bu topluluk 16. Veya 17. Yüzyıl’da bir tarihte başlamış olan Batılı saldırgan güç karşısında, saldırıya maruz kalan tarafta yer aldığının gayet iyi farkındadır… O halde, bu Türk Rönesansı ve Arap Baharı’nın ortaya çıktığı sahnenin perde arkasıdır. Orta Doğu kendini yeniden keşfetme ve yeni küresel ortamda karakterini yeniden tanımlaya çabaladıkça da bunun yansımaları büyümesini sürdürecektir. Bölgenin jeopolitiği ciddi bir biçimde değişmektedir…” (S44) demektedir.
Bu anlamıyla yazar, İslam Dünyası’ndaki ayaklanmalarda birçok Müslüman düşünürün dahi görmediği derecede bir İslami arka plan görmektedir ve bu İslami tonun artarak devam edeceğini vurgulamaktadır. Yazarın “Her ne kadar Arap Baharı demokratikleşme yönünde daha silip süpürücü ve kalıcı kaymalar ummuş olan birçokları için hayal kırıklığına uğratıcı olabilirse de olayların etkisi halihazırda bölgenin mantalitesini değiştirmiş durumdadır ve geçici olarak bastırılsa da, tamamen eskiye döndürülmesi imkansızdır. Daha sadece yolun başındayız.”(s45) diye uyardığı geleceğin, bir sonrası ise bölgenin birlikte bir gelecek kurma tahayyülüdür. İşte burada söz, artık bölge ülkelerinin bu birlikteliğe liderlik etme vasıflarına gelmektedir. Her ne kadar bir gün birlik olabilme olgunluğuna erişecek ümmetin, bir lider seçme liyakatinin de olacağı düşünülerek bu mevzu şimdilik gereksiz görülse de, daha çok bir liderliğin etrafında birleşildiği gerçeği de maalesef daha fazla tecrübe edilmiştir. Bu nedenle hilafet meselesi kaçınılmaz olarak gündeme gelmektedir. Kitapta birçok ülkenin bölgeye liderlik edebilme kabiliyetleri irdeleniyor. Bu anlamıyla Mısır’dan, Tunus’a, Suriye’den Irak’a, Suudi Arabistan’dan İran’a kadar bir ülke mercek altına alınıyor.
Fuller’e göre;
Mısır: Hüsnü Mübarek sonrası İhvan liderliğinde bir bölge liderliği mümkündü ancak Sisi darbesi ile içe kapanan bir Mısır’ın bunu yapması çok zor. Daha kötüsü ise ülkede silahlı bir çatışmanın yaşanma ihtimali. Fuller’e göre, İhvan-ı Müslim’e yönelik ağır baskılar her ne kadar düşmanlarında heyecan yaratsa da toplumsal tabanı geniş olan bu hareketin bitirilmesi pek mümkün değil. İhvan ileri dönemlerde daha güçlü bir şekilde sahneye çıkacaktır. Ancak Fuller de birçok Batılı yazar gibi, ılımlı ve uzlaşmacı şartını gizliden gizliye dayatmaktan çekinmemektedir.
Suudi Arabistan: Bölgedeki hareketlenmelerden sonra halkın iradelerini destekleyen Türkiye’ye karşı Suudi Arabistan monarşileri desteklemiştir. İki ülke arasında açılan bu makas gittikçe genişlemektedir. Hatta bir kehanet olarak, ileriki dönemlerde Türkiye ile İran’ın değil, Suudi Arabistan ile Türkiye’nin yarışacakları yer almaktadır. Ancak halkın iradelerine karşı bölge monarşilerini destekleyen bir yönetimin bölge liderliği zor. Üstelik İran tehdidine karşı gittikçe İsrail ile yakınlaşan bir Suudi Arabistan’da.
Suriye: Yaşadığı savaş, herhangi bir yeni dış politika insiyatifi almasına müsaade etmez.
Tunus: Raşit El Gannuşi liderliğindeki ülke istisnai ancak, Tunus küçük bir ülke olup, Arap dünyasına liderlik yapabilecek bir temsiliyet kabiliyeti yok.
Irak: Yaşadığı savaş ortamından ve olası Sunni-Şii çatışmasından sıyrılabilirse bir ümit. Ancak Arap dünyasında Şii bir yönetimin kabul edilmesi zor. (Yazar, İran’ın etkinliğinin artacağını öngörüyor ancak İran'ın bölgeye liderlik etmesi ihtimal dışı.)
Kürdistan: Kürdistan, liderlik başlığında yer alamayacak kadar zayıf. Ancak sürecin kaçınılmaz en büyük kazananı. Fuller'e göre Kürdistan'ın kazancı en çok Türkiye'ye yarıyor.
Tüm bu analizlerin getirdiği nokta, liderliği ancak Türkiye’nin yapabileceği kanısıdır. FakatFuller’in zihninde asıl itiraf edemediği gerçek, bu noktada donanımlı ve kapasitesi yüksek bir Türkiye’nin, Recep Tayyip Erdoğan ve AK Parti liderliğinde bu göreve getirilmesi sorunsalıdır. Çünkü, gittikçe “otoriterleşen” ve Batı değerleri ve bloğundan kopan bir Erdoğan ve AK Parti görünmektedir karşıda. Gerçi kitabın bir yerinde Türkiye’nin “eksen kaymasının” 3-5 AK Partili ismin ürünü değil daha çok“Türkiye jeopolitiğinin derin kökleriyle ilintili” olduğu ifade edilse de dümende Erdoğan ve AK Parti bulunmaktadır. Bununla birlikte Batılı kamuoyuna yazılan kitapta çarpıcı bir husus göze çarpmaktadır; Fuller, AK Parti’nin Batı bloğundan bağımsızlaşma konusunda muhalefet partilerinin de aynı fikirde olduklarını savunur; “Şayet Batı AKP’den gerçekten hazzetmiyorsa, (bilmeli ki) Türkiye’deki bütün muhalefet partileri ondan daha milliyetçi, Batı’ya ve AB’ye daha soğuk ve de bağımsız bir Türk dış politikasının eşit derecede hararetli savunucularıdır. Hatta bazıları Rusya, Çin ve Ortadoğu ile daha güçlü bağlardan yanadır.” (s 439) Bunu belirtmemizin sebebi, yazarın Türkiye’den olumlu anlamda bahsettiği tek hareketin Gülen örgütü olması garabetini göstermek içindir. “Hoca Efendi” diye hitap ettiği Fetullah Gülen’e ABD’de kalması için CIA’de resmi olarak kefil olan Fuller, Gülen Hareketi’ni "ılımlı, Batı yanlısı, Batı değerlerine bağlı, İsrail’le dost" diye anlata anlata bitirememektedir. İronik bir dille aktarırsak, kitapta örgüte ilişkin kısımları “ya Gülenci biri yazmıştır ya da Fuller bir Gülencidir, (kim bilir belki de Gülen, bir Fullercidir)”. Zaten Türkiye'den alıntı yaptığı kaynaklar da Şahin Alpay gibi Gülencilerdir.
Bu yönüyle 15 Temmuz öncesi Türkiye’ye ilişkin yazılan kitabı okuyan bir ABD’li yada Avrupalının, 15 Temmuz sonrası şunu düşünmesi olasıdır; “Bölgede Batı çıkarları tehlikede, buna karşın Batıyla birlikte olması gereken Türkiye, çıkarları tehlikeye atanlara liderlik etmeye çalışıyor. Bu noktada lideri ABD’de olan Batı yanlısı bir hareket, hükümete darbe yapmaya kalkışıyor.” Türkiye’nin Fetullah Gülen ve müridlerine duyduğu öfkeye karşı Batı’da korunmacı bir tavırla karşılaşmasının sebebi de bu. Yazarın da itiraf etmek zorunda kaldığı gibi; Demokrasi denilen şey, ancak düşmanına karşı bir silah olarak kullanıldığı zaman Washington için bir değer ifade ediyor.(s184)
Kemalist geçmişiyle bölgeye sürekli bir model olarak gösterilen ülke, “Ortadoğu’daki siyasi güç dengesinde, Batılı taleplerden daha çok bağımsızlığa doğru bir bölgesel değişimi hızlandırınca”(s414) modelliğinde sorun oluşmaktadır. Ancak Türkiye, Erdoğan ve AK Parti’ye de bırakılamayacak kadar değerli bir ülkedir. Model ülke olarak tasarlanan Türkiye, liderliğe oynayabilir ancak model ülke olarak kendisine biçilmiş bir liderliğe. Truva atı olarak tasarlanan tay, kendi başına liderliğe niyetlendiği an dizginlenmesi gerekmektedir. Fuller’in hayran kaldığı, yere göğe sığdıramadığı Gülen örgütüne mensup subayların omurgasını oluşturdukları 15 Temmuz darbe girişimini böyle de okumak mümkündür.
HABERE YORUM KAT