1. HABERLER

  2. YORUM ANALİZ

  3. Türkiye toplumunda yaşanan "zarafet kaybı" ve Batı hayranlığı
Türkiye toplumunda yaşanan "zarafet kaybı" ve Batı hayranlığı

Türkiye toplumunda yaşanan "zarafet kaybı" ve Batı hayranlığı

Ali Osman Aydın, Edmondo de Amicis’in İstanbul isimli eserinden yola çıkarak sosyo-kültürel değerlendirmelerde bulunuyor.

04 Ağustos 2023 Cuma 12:00A+A-

Ali Osman Aydın / Yeni Akit

Ne idik ne olduk!

“Çocuk Kalbi” adındaki o güzel kitabı bilirsiniz. Bir çocuk edebiyatı klasiği kabul edilen ve tüm dünyada çok okunan bu kitap İtalyan yazar Edmondo de Amicis’e ait.  

Yazarın o kadar meşhur olmayan bir başka kitabı daha var: İstanbul...  

Constantinople adıyla yayınladığı kitapta, her milletten insanın ahenk içinde yaşadığı, doğal güzellikleri göz kamaştıran 1870’lerin İstanbul’unu anlatıyor yazar. Kahvehaneler, cumbalı evlerle süslü sokaklar, poyraz fırtınasında küçük limanlar, hamallar, müezzinler, tezgahtarlar, meşrubatçılar, yaşlılar ve etiyle kanıyla capcanlı insanlar... İnsanlarımız... 

Edmond’un kitabında çok berrak tespitler var ve bu tespitler cemiyet olarak nereden nereye geldiğimizi anlamak adına bence önemli.  

Şöyle söylüyor Edmond:  

“Türklerde uzak ve müphem bir şey düşünen insanların hâli var. Geniş ufuklar seyretmeye alışmış insanlar gibi hep ileriye ve uzağa bakarlar. Gözleriyle dudaklarında hep kendi iç âlemlerinde yaşamaya alışmış insanları andıran müphem bir hüzün sezilir. Bütün Türklerde hep aynı temkine, hep aynı kurumlu edaya ve hep aynı dil, nazar ve hareket ölçülülüğüne tesadüf edilir.  

Devam ediyor:  

“Paşasından sokak satıcısına kadar bilaistisna hepsinde birer derebeyi ihtişamı vardır: Hepsi aynı terbiyeyi görmüş ve bir nevi asâlet ve vakar içinde yetişmiş oldukları için, eğer kıyafet farkları olmasa, Istanbul'da bir aşağı tabakanın mevcut olduğunu ilk bakışta hiç kimsenin fark etmesine imkân olamaz.” 

Edmond muhatap olduğu herkeste benzer davranışları görmüş olmalı. Bu, toplumun genelinde asalet tavrının hâkim olduğunu gösterir. Asalet ve vakar bugünkü gibi rütbeye, unvana, gelire göre değişmiyor gibi görünüyor. Milli terbiye, ki bunun kaynağının da örf ve din olduğu kesindir, toplumu benzer bir terbiye etrafında birleştirmiş, onları asalette tek vücut haline getirmiş. Bugün yaygın ciddiyetsizliğe, laubaliliğe karşılık o zamanın “normalini” gözümüzün önüne getirmek önemli bir ufuk turu olabilir.  

Edmond’un yetiştiği Batı’da asalet “soyluluk” manasında kullanılır. Yani devlet görevinde yıllanmış bir aileye mensup olan birinin statüsünün altı çizilir “asil” ifadesiyle. Devlet görevinde bulunmuş bir aileye mensup olmak kişinin davranışlarını farklılaştırır. Çünkü devlet görevi geçmiş yüzyıllar için zenginleşmenin başlıca kaynaklarından biridir. Soylular toplumun elit tabakasını oluşturur. Soylular ile alt sınıftan normal insanlar arasında görgü ve nezakette belirgin farklılıklar vardır. Tolstoy ve Balzac romanlarında bu sınıfı ve onlara özgü uçarı alışkanlıkları, tuhaf insan ilişkilerini çarpıcı bir şekilde anlatırlar.  

Fakat Edmond’un bahsettiği böyle sathi ve göstermelik şeyler değildir. Mesela der ki:  

“Görünüşe göre Istanbul'un Türk halkı Avrupa'nın en nazik ve en kibar cemiyetidir.”  

Bugün haberleri izleyen, sosyal medyayı takip eden ve bastırılmaz bir kompleksle Avrupa hayranlığına soyunanlar, Edmond’un ifadelerini bir tür abartı olarak yorumlayabilirler. Böyle bir şeyin tarihte vuku bulmuş olduğuna inanmayabilirler. Onlar Türkiye’nin Cumhuriyet öncesinde bir “mağara çağı” yaşadığına inanabilirler. Modern eğitim kurumlarının verdiği diploma olmadan, pozitivist eğitim usullerine teslim olmadan medenileşme olmayacağına iman etmiş olabilirler. Ama bu inançları, tarihi gerçekleri değiştirmez!  

Okul sıralarında on yıllarını geçiren bizler için tarihin bir döneminde bile olsa, Türk toplumunun Avrupa’nın daha doğrusu çağının en nazik ve asil cemiyeti olduğunu duymamak ne büyük bir kayıp, ne büyük bir ihanet! Kitaplarımızı baştan aşağı Avrupa putuyla dolduranlar geçmişin iftihar dolu günlerini bu ülkenin öz çocuklarından köşe bucak saklayanlar bu toplumu uşaklaştırmaya, serserileştirmeye çalışanların ta kendileridir.  

Bakın nasıl devam ediyor, Edmond:    

“İstanbul'un en ıssız sokaklarında bile bir yabancı için hiçbir hakarete uğrama tehlikesi yoktur.” 

Kimi zaman duyarsınız. Bir turistin başına kötü bir şey geldiğinde birileri “orta doğuda sıradan bir gün” derler. Meseleyi coğrafyaya bağlayarak bu coğrafyada hep bugünkü gibi görgüsüzlüğün, vahşetin ve cehaletin egemen olduğunu anlatmaya çalışırlar.  

Ama Edmond onları yalanlar şekilde hemen dedelerimizin babaları zamanında (Babamın babasının babası olan Ali dedemin doğum tarihi 1856 ) bugünkü Avrupa’da bile rastlanmayacak türde nezahet ve nezaketin topluma şamil olduğunu anlatıyor.  

Diyor ki:  

“Hatta namaz vakitlerinde bile câmileri gezmek kabildir ve o vaziyette bir ecnebi bizim kiliseleri ziyaret eden bir Türk'ten daha çok hürmet göreceğinden emin olabilir; halk arasında küstahça bir bakış şöyle dursun, fazla meraklı bir bakışa bile hiçbir zaman tesadüf edilemez.”  

Bırakınız sokağı, çarşıyı, ibadet edilen camilerde bile hürmet ediliyor yabancılara. Türklük adına, yabancılara ama özellikle Müslüman yabancılara karşı sergilenen fanatik faşizmden eser yok o zamanlar...  

“Kahkaha sesleri gayet nadirdir; sokakta kavga eden ayak takımı da enderdir. Hiçbir fuhuş tezahüründen, hiçbir münasebetsiz hareketten eser görülmez.” 

Bugün biz kavga gürültü seslerini, yüksek sesle müzik çalan arabaları, sudan sebeplerle insanların birbirini dövmesini hatta öldürmesini normal görür hale geldik. Cemiyetimizin alışıldık renkleri bunlar. Diğerlerini taciz edercesine yüksek sesle atılan kahkahalar da öyle... Gündüzü geçin, gece yarısında bile en süt perdeden atılan ve kulağınıza bir iğne gibi saplanan kahkahalar bir terbiye noksanlığının göstergesidir. Edmond bu seslerin nadir olduğunu söylüyor. Tıpkı kavgalar gibi... “Fuhuş tezahürü” derken muhtemelen davetkar ve müstehcen kıyafetlerden, adaba aykırı hal ve hareketlerin yokluğundan bahsediyor olmalı...  

 “Çarşının kudsiyyeti de câmiden aşağı değildir” diyor Edmond. Demek ki adabı muaşerete riayet, vakar ve asalet alışveriş yapılan yerlerin de temel karakteristiği. “Halk arasında şarkıdan, kahkahadan, bağırıp çağırmadan eser yoktur; sokakları tıkayarak herkesi rahatsız eden durumlar görülmez.”  

Demek ki sakinlerinin huzur içinde yaşadığı, insanlarının birbirine güvendiği, kadınların emniyet içinde olduğu, bugünle mukayese edilmeyecek kadar saygılı, nezih bir toplummuş bir zamanlar bizim ki. Sokaklarında kelimenin tam anlamıyla beyefendiler, hanımefendiler dolaşıyormuş. Bugün en iddialı Batı ülkesinde göremeyeceğiniz toplumsal huzuru zamanında tesis etmiş dedelerimiz. Onların kesme taşlı sokaklarda vücuda getirdikleri huzur ve asalet bugünün en elit topluluklarıyla yarışır. Hazır yargılara el atmadan o toplumu meydana getiren kaynakların neler olduğu üzerine düşünmek hepimizin boynuna bir borçtur!  

Peki, anlatılan toplumun kötü özellikleri yok mudur? Vardır elbette. Vardı da... Onları da yazarız... Fakat, biz kurunun yanında yaşı da yakar gibi bu cemiyeti bütün güzel renkleri, bütün güzel sesleri ve bütün güzel şekilleriyle yakmayı, yok etmeyi tercih ettik. Yerine de ithal değerlerle bugünkünü kurduk. İyi mi ettik, kötü mü ettik, muhasebesini siz yapın! 

HABERE YORUM KAT

2 Yorum