Türkiye Solunun “Dinle İlgisi”nin Arkaplanı
Kendilerine İslam’ı bir düşünce ve yaşam biçimi olarak aldıklarını öteden beri bildiğimiz İslamcılar vb. hariç tutulursa çeşitli ‘dindar çevrelerin‘ cemaat dışında duran dinsel anlayışların, düşünsel yapıların, mezhebi formasyonların kitaptan uzaklaştığını, kitapla bağını kopardığını, yo saydığını, ya da bu unsurla hiçbir zaman hiç mi, hiçbir ilişki içerisinde olmadığı malumumuzdur.
İslam tarihi içerisinde yıkıcı ve bölücü akımların, ilhad hareketlerinin, zındıkanın vs. karşı bir hareket içerisinde olduğu görülür. Ki, bu hareketler, çerçevesinin yeniden belirlenmesi ve Kur’an-sünnet bağlamında makul bir noktaya oturtulması aciliyet kesbeden ‘Ehl-i Beyt’ olgusununa sığınarak, onu istismar ederek, kendilerine tarih boyunca İslam dünyasında –zorla da olsa- yer bulmuşlardı. Örneğin; Batınilik, Karmatilik… Günümüze değinde Alevilik-Bektaşilik, Nusayrilik vs…
Günümüzde de bazı Müslümanların, bu mülahazalardan yola çıkarak, yıkıcılığı konusunda asla tereddüdümüz olmayan Karmatiliği, hem dinin aslı(!) ve hem de sol düşünceyi besleyen İslam içre temel bir kaynak olarak sunma çabaları da kayda değer olarak literatürümüzde yanlış ta olsa yerini korumaktadır!
Tabii ki, burada Şiiliği kitabi İslami forma sahip olduğundan ötürü, onu, zamanla ondan kopan gulat yapılardan ayırdığımızı belirtmek isteriz… Gerçi Şia’nın ana gövdesinin zaman içerisinde bir takım sosyal, siyasal, tarihi, konjöktürel vs. nedenlerden dolayı gulatla aynı karelerde görünmesi ilkesel olarak tasvip etmediğimiz bir hakikate irca edilmelidir! Bu handikabı aşmak ne kadar zor, ne kadar kolaydır, belki de tarihin ilerleyen dilimlerinde görebileceğiz…
Bu hareketlerin büyük bölümünün ortak özelliği toplumsal nizamı bozmak, kargaşa çıkarmak, iktisadi, idari, kültürel yapıları ve ahlaki değerleri sarsmak, teröre başvurmak ve en önemlisi ise, geçmişte de olduğu gibi hemen her dönemde İslam’a ve onun değerlerine düşman olan emperyalist güçlere arka çıkmak, onların himayesinde fesat içre yaşamak…
Bu saymaya çalıştığımız ilhad hareketlerinin bir kısmı da neredeyse İslam tarihi boyunca Anadolu topraklarında kendisine toplumsal planda yer bulmuştu. İslam açısından cemaat dışı olarak değerlendirilebilecek bu hareketler, teorik, pratik ve fayda açısından cumhuriyetle birlikte Türkiye solunun bir açıdan hayat iksiri, can damarı olmuştu.
Hal bu ki yazımızın diğer kısımlarında da sıkça işlediğimiz gibi modernleşme sonucu Kıta Avrupası şartlarında materyalist bir temelde ve ‘bilimsellik(!) kalıbı içerisinde ilerlemeciliğe hizmet eden bir minvalde kotarılmıştı. Bundan dolayı da Batıcı bir proje olan modernleşmeyle birlikte düşünsel ve yaşamsal çerçevesinde ‘yenilik’ ve ‘farklılık’ oluşan dönemin kıta Avrupası’nda ilerlemeci ve aydınlanmacı bir saikle kendine, toplumsal planda yer bulan sol, sosyalist anlayış, batılılaşma serüvenimiz sonucu Osmanlının şahsında ilgi alanımıza girmiş oluyordu.
Bu minvalde İlk dönem oyuncularına baktığımızda toplumun kalburüstü ‘seçkinci’ çevrelerinden ülke ticaretini, sanat ve kültür hayatını ellerinde tutmaya çalışan ve çoğunluğu da azınlıklardan olan –Rum ve Ermeni- bu insanlar, en başta sol düşünceyi ülkeyi kalkındırmak, ezilen unsurları savunmaktan ziyade batıdan aldıkları destek oranda Osmanlıyı yok alma sürecine doğru çekmeye çalışıyorlardı.
Bu grup, birde buna bağlı olarak, batıdan aldıkları güçle -Osmanlıdan arta kalabilecek olan- Müslüman toplumu da kendi çıkarları açısından, bir değişim ve dönüşüme, başkalaşıma zorluyorlar ve de çalışıyorlardı.
Osmanlının son dönemlerinde Avrupa’dan bu topraklara göç edip gelen, burada sözde Müslüman olan, aynı zamanda da ordu, üniversite ve bürokrasi kadrolarında görev alıp yükselen, daha sonra ise laikleşen ‘yerli’ elit unsurlarla kaynaşıp akraba olan blokları ve çevreleri ekleyebiliriz. Bu yapıya çok rahatlıkla Boğazdaki Aşiret de denilebilir! Ki, bu çevrenin modernleşmeden aldıkları güçle aşama, aşama, bir silsile içerisinde Pozitivizmden Marksizme ve oradan da sair sol, sosyalist anlayışa kadar, bir hat çizdikleri ve bu hattında halen devam ettiğini görürüz…
Birde bunlara ek olarak, elinde iktisadi ve geçmişten miras kalan idari/yönetsel güç bulunan, Müslüman toplumun içerisinden çıkan, ama laikleşip sekülerleşen yerli unsurlardan da insanlar, sol çizgi içerisinde sayılabilirdi.
Bu iki grubun da en temel özelliğinin, solun kendisinin tek taraflı lanse ettiği genel çerçevesinden baktığımızda onaylamayacağını düşünebileceğimiz aristokrasiden geldikleri gerçeğidir! Kendi ontolojileri gereği mülkiyeti red eden bir yapının, düşüncenin, mülkiyet üzere yükselen ve kendisinden tamamen farklılık arz eden bir sınıf içerisinden gelmesi, bu sınıfa dayanması ve sözde bir sol mücadele verirken de bu sınıfın imkânlarından yararlanma düşüncesi, aşağı zümrelerden bakıldığında, yaman bir çelişki olarak orta yerde durur.
İşte bir gerçek; “Sülalelerinin kökenleri Avrupa aristokrasisine dayanan köklü Türk aristokratlarının “solcu” dayanışmasına karşı elbette emekli kökenli entelegensianın esamesi bile okunamazdı.”(Diogenes “Komünist” Ararken/ Halid Özkol http:/www.127.parsimonyutet. Aktaran Mahmut Çetin, Boğazdaki Aşiret, Biyografinet, İst-2008 8.Baskı)
Kısacası Müslüman camiadan ve ‘Türk’ kavmimden ilk Osmanlı sosyalistlerinin bu muhitlerden çıktığı, apaçık ortadadır! Bundan dolayı sol bir anlayışın oluşumunu sağlamak adına Osmanlıda kapitalizmin gelişimini arzulamak, buna bağlı olarak bir işçi sınıfının zuhuruna çalışmak, kendisine bir sosyalist yaftayı uygun görenlerin çabaları toplumun hemen tüm katmanlarına yayılmak isteniyordu.
Ama kendileri sözde Müslüman olan, lakin her konuda bizlerden bir miktar gizledikleri oranda, batılı ‘dönme’ paşazadelerin, beylerin, yalı sakinlerinin, ülke ver halkını dönüştürmek uğruna piyasaya sunmaya çalıştıkları sol anlayış, adeta ihale edilircesine kuklacıyı görmeden oyuna dâhil olan bu ülkenin has evlatlarını cenderesi altına alıyordu.
Bu saikle sol mücadele, esamesi okunmayan insanlar eliyle sürüyor, aristokratlarımız ise ‘ilerlemeci’ etiketle hep prim yapıyorlardı! Yalı çocukları açtıkları yola rağmen(!)onlarca yıl boyunca buyurgan Kemalist sistem karşısında yağ kabarcıkları gibi suyun yüzeyine çıkıyorlar, suya batanlar ise, geniş halk yığınların çocukları oluyordu! Bugünde durum, pek değişmiş sayılmaz, aslında…
Olaya bu çerçeveden baktığımızda, işin içerisinde azınlık psikozu bulunsa da İslam’a karşı düşman, ama bu düşmanlığı, konumuz açısından baktığımızda, mümkün mertebe gizlilik içerisinde yürüten heterodoks bir anlayış, yerli sol anlayışa nazaran pek yoktu! Onun yerine, dönmelerin tamamının -İslami bir kılıf içerisinde- din dışı telakkileri vardı…
Ama sözde yerli kitlelerden devşirilmiş sol kadrolara baktığımızda bu kadronun önemli bir kısmının cumhuriyetle birlikte, batıcı kulvarda hızla oluşturulan Türk ulus formu ve o form çerçevesinde yaşayarak o günün şartları içerisinde ayakta kalabilmek ve geleceğe kapı aralamak için, kendisini heterodoksiye yönelttiğini, ondan tarihsel, kültürel, vs. alanlarda resmi olsun, ya da olmasın, mevcut İslami anlayışla mücadele konusunda ilham aldığını görmekteyiz…
Yalı sakinleri de İslam’dan yana(!) ancak bu tür bir yolla kurtulabileceklerini düşündüklerinden, dine, daha doğrusu heterodoks anlayışına ‘bilimsellik’ tezleri adına, bir şeyler demiyorlardı!
Uzunca asırlar, Anadolu halk kitlelerinin kahir ekseriyetinin gündeminde ve hayatında olmayan ‘bazı’ tarihi şahsiyetler ve anlayışlar, sözde toplumun inanç değerlerinin korunması adına heterodoks yönleri ön plana çıkarılarak yeni bir anlayış geliştiriliyordu.
Buradaki yegane amacın, kahir ekseriyeti Sünni olan bir coğrafyada hem, sol, sosyalist düşünceyi –Kemalizm’in terksinde kalınsa bile- yerleştirmek ve hem de o ilham aldıkları ayan, beyan ortada duran dinsel köklerinden yola çıkarak, kendi akıllarınca İslam’ı insanlık hayatından silip atmak! Zira Türkiye solu için, mevcut şartlarda ilerlemeci bir tarih ve toplum anlayışına dayandığından olacak ki, Kemalizm başat bir sosyalist yapıydı, onlar için!
Ki, sosyalizmi geleneksel toplumun devrimler sonucu dönüştürülmeye çalışıldığı yirmili, otuzlu vs. yılların basit bir üretim, tüketim dengesi içerisinde telakki ettiğimizde, Kemalizm’in kendisi bu işi pek âlâ yapıyordu!
Zaten, Kemalizm patentli yirmi yedi yıllık tek parti diktatoryasının kendisi jakoben karakterli, türüne özgü, bu ülkeye uygun, sosyalist bir yapıydı! Görüp görebilecekleri bu kadar olacağından ötürü bu mevcutla yetinilebilirdi! Ki, amaç her türden baskı aracını kullanıp toplumu materyalist temelli ilerlemeci bir yola girdirmek değil miydi? Stalinizm yerine Kemalizm ve yedeklerinde de heterodoksi olunca…
Objektif davranıp Türkiye solu bağlamında bu handikaplar içerisinde olmayan sol, sosyalist yapılar var mıydı, ya da halen varlar mı, türünden soruları sormak, en azından kendi bakış açımızda oluşabileceğini düşündüğümüz olası yanlışlıkları izale sadedinde zihnimizin bir yerinde yer tutmaktadır. Ama iyi bir gözlem ve okuma çabalarımıza rağmen manzaranın yerine göre net, çoğu zamanda griye çalar bir fluluk içerdiğini de belirtmeliyiz…
Konumuz açısından Türkiye solu dediğimiz içinde, bu konuya Kürt solunu da dâhil edebiliriz. Kaldı ki, Kürt solu da kendi –söz de- ontolojik ve bilimsel(!) temellerini yok sayarcasına, batılı parametrelerce oluşturulmaya çalışılan bir Kürt ulusu paralelinde heterodoksiye, oradan da Zerdüştlüğe sarılabiliyordu! Hal bu ki Kürt halkı bin iki yüz küsur yıl önce, kendi hayati tercihini yapmış İslam’ı öncelemişti. Mesele bu minvalde sürecekken ki, kendileri de dine, onun değerlerine itibar etmedikleri halde pervasız bir şekilde Zerdüştlüğe kapı aralıyorlardı! Bu konuda samimi olmadıkları da ayan, beyan ortadaydı!
Ki, Kürt solu da ilhamını kaba materyalist ve jakoben Kemalist yorumlardan ve bu yorumları dilendiren, yer, yer ayrılıkçı, mirlik derdine düşen ağa, bey, paşa ve dinselliği külli bir sömürüye irca eden şeyhağa çocuklarından alıyorlardı almasına, ama başta emperyalist ve bölgesel güçlerin, yerel iktidarların, savaş baronlarının sürdüre geldikleri kirli bir savaşta kırdırılanlarda mazlum Müslüman Kürt halkının çocukları oluyordu, maalesef…
Madem laik, seküler, aydınlanmacı ve din karşıtı idiysek, bu ne perhiz, bu ne lahana turşusuydu? Din olgusuna karşı olabilirdik, amma heterodoks unsurlardan medet umabilir mi idik, bir defa, sormak gerekir… Olaya batı bağlamında baktığımızda görebildiğimiz kadarıyla böylesi bir yanlış algının söz konusu olmadığını çok rahatlıkla söyleyebiliriz. Batılı bir solcu, sosyalist, ya da komünist, ilerlemeci, aydınlanmacı, modernist, kısacası din dışında duran, aynı zamanda da din karşıtı olarak karşımızda durur.
Ama aynı batının materyalist temelli sömürgecilik arzusu ve pratiği, kendi dışında duran toplumları her açıdan emperyalist amaçları doğrultusunda elde etme çabalarına kaynaklık teşkil eden oryantalizm çerçeveli okuma girişimi, toplumu sözde elde edilen bu tür verilerle ayrıştırma uğraşıları, ister istemez o toplumu etnik aidiyetten tutun da mezhebi ve çeşitli kültürel aidiyetlere kadar her alanda çözer ve yontar!
Örnek vermek gerekirse Ortadoğu’nun kadim Müslüman halklarından olan Kürtleri, yerine göre mezhep ve yerine göre de etnik açıdan diğer Müslüman halklardan ayırma çabaları oryantalist çabalara örnek verilebilir. Bu çaba, oryantalist bir çerçevede okunabilir. Birde yukarıda da belirttiğimiz gibi bir bütün olarak Kürt solunun, özelde ise, PKK’nın üst kadrosunun akıl ve iz’an tutulmasına uğrarcasına Zerdüştlüğü vs. ön plana çıkarmaları da heterodoksiye örnek gösterilebilir.
Kaldı ki, sözde o kadrolar Marksist, sosyalist bir ideolojiye sahipler, ama söz konusu İslam olunca kendi ideolojilerini yiyebilecek, inkâr edebilecek oranda eski putlarına sarıldıkları görülüyor. Ki, kendileri, Türk versiyonlarının yaptıkları gibi Zerdüştlüğe vb. göre Allah’a ibadet etmeyi, o çerçevede yaşamayı düşünüyorlar mı, yoksa Kürt halkını uluslaşma yolunda asli değerleri olan İslam’dan uzaklaştırmaya mı çalışıyorlar? Onlarda selefleri Kemalistler gibi, tıpkısının aynısı kabilinden hem sözde batıcı ve hem de heterodoks! Zaten heterodoksinin temelinde de senkretik, yani bağdaştırmacı saikler söz konusu… Yani, Ömer Hayyam’ın o veciz ifadesiyle; “ne tam kâfiriz, ne tam Müslüman…”
Tevhidi, Kur’ani öz olmayınca din, ‘ed-din’ vasfını yitirir, din, din olmaktan çıkar, bir ucuzculuk içerisinde batıcı, materyalist temelli bir yığın ideolojiyi bile zedeler, bırakır, tıpkı Türkiye’de bir yığın müntesibinin sosyalist ideolojik formasyonda yaptığı gibi…
Uzunca asırlardan, cumhuriyet dönemine kadar Sünni çoğunluğun isimlerini pek bilmediği, belki de duymadığı, onların nezdinde günümüzdeki kadar popüler olmadığı ve ancak belli kesimlerce hayatları, düşünceleri ve pratikleri bilinen heterodoks –Alevi-Bektaşi, vs.- eğilimli –dinsel- şahsiyetlerin hemen tümünün cumhuriyet rejiminin ‘Türk ulusu’ bağlamında yeni bir toplum ve hayat telakkisi oluşturma sürecinde tekrardan cilalanıp piyasaya sürüldüğü bildik bir vakadır.
Ki, bu şahsiyetlerin önemli bir kısmı, Mevlana, Yunus Emre vb. şahsiyetler ‘bazı yönleri açısından’ -Sünni jargona uyuyor düşüncesiyle olsa gerek- ne yazık ki Ak Parti iktidarı döneminde de bunca İslamlaşma ve rejim muhalifliği formasyonuna rağmen, ‘muhafazakâr’ sigali laik ve seküler bir sistemle barışık ‘yeni’ bir Müslüman tipi oluşturma aşamasında prim yapmaktadır. Bunu da tersinden bir heterodoks eylem olarak okuyabiliriz…
Heterodoks, Latince bir kelime olup lügatte cemaat dışı duran kişi, anlamında kullanılır. Heterodoksi ise, kişinin, ya da bir toplumun cemaat dışılığını belirtir. Cemaat dışılıktan kasıt, İslam dışılık ise eğer ki, konumuz açısından öyledir; Kur’an ve sünnet bütünlüğünde, vahyin gölgesinde saf tevhidi doneler çerçevesinde amel ve imanın birbirlerini tamamlayıcısı unsurlar olduğu, yani kitabi bir birlikteliğe haiz olduğu gerçeğinden hareketle, heterodoksinin gizlilik yönü esas alındığında, onun mahiyetini de açığa çıkarır.
Boğazdaki aşiretin Osmanlı düşünce dünyasına kazandırdığı batı merkezli bir sol, sosyalist anlayış, o dönemin şartlarında modernleşmeye rağmen toplumsal planda ciddi bir kapitalistleşme emaresi göremeyince miras kaldığı cumhuriyet döneminde bazı elemanları bağlamında Kemalist sisteme muhalif kalsalar da Altmışlara, seksenlere ve hatta doksanlara kadar yapılan askeri darbelerden de güç alarak hayatın hemen her alanında ilerlemeci silsileyi sürdürmeye çalıştılar.
Bir açıdan 28 Şubat’ın rövanşı sayılabilecek oranda dokuz küsur yıldır jakoben karakteri, hem iktidar, hem halk yığınları ve hem de dışarıda esen ‘kalıcı ve geçici’ rüzgarlar sonucu selefleri hükmündeki Kemalistlerden mürekkep, ordunun darbeci gücü kırılmaya başlayınca sol kendini bir boşlukta hissetti. Ki, bugüne kadar bu kırılmada az çok payı olan Ak parti iktidarı kadar hiçbir iktidar onlar tarafından alenen tahkir edilmemişti! Bu iktidarlar, kendileri açından ideolojik ve ontolojik temelli bir batı kardeşliği bağlamında geçmişin aynı yumurta ikizi sayılabilecek milliyetçi, sağcı ve ulusalcı iktidarlardı. Ama bu kadar kumpasa alınmamışlardı. Bu, belki de bilinçli ve danışıklı bir tercihti!
Gerek soğuk savaş dönemi sonrasında Sovyet bloğunun çökmesi ve gerekse de yeni bir trende giren Avrupa solunun, yeni dönemde bulundukları zeminde esen liberal havalara ve gerekse de solun esas misyonu olarak gördükleri geniş kitleler açısından özgürlük alanların açılması çalışmalarına ulusal ve bölgesel parlamentolarda, sivil toplum kuruluşlarında bulunmaları, ne yazık ki, Kemalizm’den beslene duran Türkiye solunu yeniden hayat bulan evrensel kriterlere yöneltememiştir.
Hal bu ki, sol, temsiliyet bağlamında ‘ne kadar gerekli’ olsa da hayatı alabildiğince daraltıcı bir işlevi bulunan ideolojik durumu en az bir anlık da olsa es geçip, artı puanlarını çoğaltıcı oranda salt hizmet olgusunu seçebilirdi. Ör. Sürdürülebilirlik durumu söz konusu olan bir yardım kuruluşu gibi iyiliği baz alan sivil yapılar oluşturabilirdi.
Bu bir kendini inkâr ve kaçış değil, hayata, bir anlık ta olsa ideolojik gözlüklerin çıkarılıp bir kenara atılması sonucu bakılabilmesi yeni bir anlamla da kendine yenilenebilir bir güç katma uğraşısı olarak da okunabilirdi. Gerçi bunun için, dünyevi planda hemen bir karşılık beklememe ve mükâfatı öte âlemde bekleme düşüncesinin hikmet ve basiret kabilinden ruhta olması lazım… Bu da haliyle materyalizme ve seküler algı biçimine anlamsız gelecektir!
Birde, sol, sosyalist anlayışın Osmanlıya girişi ve bu topraklarda ondan icra etmesi istenilen rolü, batılı ve bunların sayesinde batılı parametrelere uyacak oranda b u toprakların dokusuna yabancı bir çevre vücuda getirme çabası olduğu düşünüldüğünde, sol anlayışın iddia edildiği kadar emek, adalet ve özgürlük verileri olmadığı görülecektir.
Zaten onun Türkiye serüveninde de çeşitli versiyonlarınca sistem karşıtı duruş ve eylemleri istisna kılındığında onun başat rolünün Ergenekon sürecinin tıkanmak istenmesinde alternatifi gibi sunma girişimi onlardan ziyade üçüncü ve esaslı bir çizgisi olan İslamcılığı vurmaya çalışması ve bu talihsiz eyleme fert, fert, grup, grup ‘İslam’dan yana olan’ bazı Müslümanların da katılmaları saf İslam anlayışını en az hetrodoksi kadar yaralayacaktır!
Kısacası, solun ve benzer ideolojilerin sönmeye yüz tutmuş batan yıldızlarına kanarak ay ışığında yol bulmaya çalışmak beyhude bir çabadır!
YAZIYA YORUM KAT