Türkiye, Siyasal Yönetim Tarzında Kafkas Modeline Doğru mu Gidiyor?
Ali Bayramoğlu, FETÖ yargılamaları üzerinden siyasi yönetim anlayışındaki dönüşüme ilişkin değerlendirmede bulunduğu yazısında “Yaşanan, Kafkas modellerine doğru bir gidiş ve büyük bir paradigma değişikliğidir.” diyor.
Ali Bayramoğlu’nun Karar gazetesinde yayınlanan “Türk Siyaseti: Yeni Bir Model ya da Büyük Paradigma Değişikliği” başlıklı yazısını ilginize sunuyoruz:
Uzun bir süre sonra, arka arkaya iki mutluluk verici gelişme yaşandı. Önce 14.5 aydır tutuklu olan Murat Aksoy ve Atilla Taş tahliye edildiler. Ardından tartışmaları ve iddianamesiyle, her açıdan sorunlu başka bir davanın, Büyükada davasının ilk duruşmasında tüm sanıkların tahliyesi geldi. Cumhuriyet gazetesi davasında Kadri Gürsel’in 1 ay önceki tahliyesini de bunlara eklemek gerekir. Bu tablo, umarız, fikri, siyasi, fiili olarak Gülencilikle uzaktan yakından ilgilisi bulunmayan kişilerle ilgili ölçüsüz, takdire dayalı, keyfi iddiaların tashihine başlangıç olur. Ne var ki bu gelişmeler mevcut resmin küçük parçası. Bir dönemin etkili, ömürlerini askeri darbelerle mücadele ederek geçirmiş gazeteci ve aydınları, Altan kardeşler, Şahin Alpay, Nazlı Ilıcak ve diğerleri hâlâ darbecilik suçlamasıyla hapiste. Sivil toplum hayatının önemli ismi Osman Kavala göz altında. Yayınlarla, beyanatlarla, Kavala üzerinden geçmiş birkaç yılın sivil toplum faaliyetleri, çözüm süreci, demokratikleşme gayretleri, insan hakları mücadelesi, bunların sosyal ağları ve yardım faaliyetleri, adeta AK Parti’nin bir dönemi bizzat AK Parti iktidarında kriminalize ediliyor. Neden yaşıyoruz tüm bunları?
İKİ MİLAT
Cumhurbaşkanı Erdoğan, sıkça, Gülencilerin devletteki tutuğu yere ve 15 Temmuz darbe girişimine işaret ederek Cumhuriyet tarihinin en büyük saldırısı ve kuşatılmasıyla karşı karşıya olduğumuzu söylüyor. Türkiye’nin 15 Temmuz’da Cumhuriyet tarihinin en büyük siyasi vurgununu yediği, en ağır devlet krizlerinden biriyle karşı karşıya kaldığı muhakkak.
Bu vurgunun ilk işaretleri, malum, 7 Şubat 2012’de ortaya çıktı, Aralık 2013’te hükümeti devirmeye yönelik ilk ciddi girişime yol açtı ve Temmuz 2015’te infilak geldi. 2012 belki biraz daha geri götürülebilir, 2010’da başlayan post-Ergenekon tutuklamaları, bu çerçevedeki kimi adli süreçler, 2011 KCK davaları, daha o günlerde Gülencilerin yayılma, kontrol ve iktidarı ikame etme çabalarına işaret ediyordu.
Hiç tartışmasız, Türkiye 2011-12’den bu yana, artan oranda su yüzüne çıkan şu dört gerçekle karşı karşıya bulunuyor: 1. Demokratik düzeni, işleyişi ve hukuk devletini tehdit eden bir yapılanma. 2. Bu çerçevede yaşanan siyasi kavgalar. 3. Bu tehlikenin, tasfiye ve devlette yeniden yapılanma politikalarıyla bertaraf edilmesinin kaçınılmazlığı. 4. Kendisini sinsice saklayan, disiplinli bu tür bir yapıyla hukuk yoluyla mücadele etmenin zorlukları.
Bunun içindir ki, 2013 sonrasında ülkede alınan çeşitli tedbirler ve yapılan pek çok düzenleme bu tehdide yönelik olmuş, gizli yapılanma gerçeği alınan tedbirlerin hukuk devleti sınırlarını zorlanmasına yol açmış ve Türkiye yeni otoriter baskı kaynağıyla karşı karşıya kalmıştı. 2013 Aralık krizinden sonra 2014 Şubat ayında çıkarılan HSYK yasası bu durumun tipik örneklerinden biridir. Aralık 2103’te darbe silahı şeklinde kullanılan yolsuzluk dosyalarının karşılığını bulamaması, rafa kalması bunlardan bir diğeridir.
“Gülenci baskın” demokrasiye; biri bu baskından, diğeri ona karşı tedbirlerden kaynaklanan iki yönlü tahribat faturası çıkarmıştı.
Ancak nihayetinde denebilir ki, belli bir aşamaya kadar akış, (sorumluluklar, ölçüler, niyetler, yolsuzluklar açısından tartışmalı olmasına rağmen) ana hatlarıyla kabul edilebilir sınırlar içinde kalmıştır. Gülencilerle mücadelenin hedefi, araçları, rotası doğal güzergahının dışına çıkmamıştır.
Devran, iki açıdan milat oluşturan 15 Temmuz’da döndü.
İlk miladı vahşi darbe girişimi ve ima ettiği tüyler ürpertici yapılanmanın oluşturduğuna şüphe yok. Türkiye’nin o geceden itibaren farklı bir siyasi ortama girdiği de muhakkak.
İkinci milat, 15 Temmuz’un ve ona yönelik tedbirlerin hızlı bir şekilde iç siyaset aracına dönüşmesidir. Nitekim 16 Temmuz itibariyle Türkiye sadece olağanüstü tedbirler sayfasını açmakla kalmadı, yan etkileri ve ikincil hedefleri zaman zaman asli hedefini geride bırakan, bugün hâlâ devam eden, 2019 seçimlerine kadar sürmesi muhtemel uzun süreli bir olağanüstü yönetim dönemine girdi.
KIRILMA
Demokratik düzeni koruma refleksi yüksek sistemlerde, her olağanüstü tedbirin yaratacağı tahribat öngörülebilir ve geriye dönüşlü olur. Bu ise, ciddi iç tehditlerle mücadeleyi geniş siyasi uzlaşma, hatta katılımla, tehdidin sadece kendisine yönelik tedbirlerle sürdürmeyi, bunlarda dahi hukuksuz ve keyfi girişimlerden uzak durmayı gerektirir.
Bizde ise tersi olmuştur ve bu, bir siyasi tercihin sonucudur. Yenikapı yakınlaşmasının hemen ertesinde Cumhurbaşkanı, uzlaşmayı fiili olarak siyasi parti liderlerinin kendi etrafında ve kısmen kendisinin yörüngesinde toplanması şeklinde tarif ederek bu kapıyı önemli ölçüde kapatmıştır. Hemen arkasından da anayasa değişikliği gündemi ve referandumuyla siyasi ve toplumsal kutuplaşma politikası tercih edilmiştir. Bu ortamda, 15 Temmuz karşı tedbirleri, AK Parti ve MHP arasındaki oluşan iktidar bloğunun elinde Gülencilerle mücadele ve temizlik politikasını hızla aşarak yeni bir dönemin kurucu referansı ve söylemi haline gelmiştir.
Bu çerçevede darbe girişimi, iktidar söyleminde Türkiye’ye yönelik tüm tehditleri sistematik olarak aynılaştırmaya ve simgelemeye yüz tutmuştur. İç ve dış düşmanlar, Batı, Amerika, İsrail, liberaller, sol gruplar, Kürt hareketi, iktidara muhalif sivil girişimler FETÖ şemsiyesi altında bir araya getirilecek, hakim ideolojik bakış, siyasi ve adli uygulamalar bu istikamette şekillenecektir. Bu tercihte Ortadoğu’daki yaşanan Kürt meselesine ilişkin gelişmelerin ve bunun siyasal sistemde ürettiği tedirginliğin önemli bir rol oynadığı inkar edilemez. Ayrıca buna, Erdoğan’ın arka arkaya maruz kaldığı salvolar karşısında yaşadığı güven krizi ve bu krizin kişileşme dozunu arttırarak siyasi sistemin tabiatını etkilemesini eklemek gerekir.
Bu koşullar altında, 15 aylık bilanço, bir kısmı daha önce, 2013’le birlikte başlayan, bir dizi yer değiştirmeyi içermektedir. Farklı talepleri kucaklama yerine eleme, reform politikası yerine güvenlik politikası, açık toplum yerine itaatkar toplum hedefi, çoğulculuk yerine çoğunlukçu bir siyasi yapı, hukuk yerine siyasi takdir hızla zemin kazanacaktır.
Bu eksen değişikliğini nasıl adlandırmak gerekir?
Bu değişiklikler AK Parti’nin inisyal projesine oranla konjoktürel ve tashih edilebilir sapmaları ifade etmekten çok uzaktır. Yaşanan ciddi bir siyasi paradigma değişikliğidir. Bu değişiklik, muhafazakar bir cumhuriyet modeli etrafında, ataerkil, çoğunlukçu ve merkeziyetçi Türkiye tanımını ima etmektedir. Yeni bir dönemden temel olarak kasıt budur. Bu dönemin kurucu araçları olağanüstü hal yönetimi ve yeni anayasadır, taşıyıcı güçleri ise Gülen tehlikesi, Kürt hareketi endişesi, dış kuşatılma hassasiyetleriyle bir araya gelen ulusalcı-MHP-AK Parti ittifakıdır.
BEŞ KADEME
15 Temmuz sonrası yaşanan gelişmeler, “tasfiyeler ve yeniden yapılanma” çerçevesinde karşımıza, siyasi alanın şekillendirmesi stratejisine ilişkin beş kademeli bir ilerleyiş çıkarıyor.
İlk kademede Gülenciler kadar, Gülenci oldukları sanılan kişiler, ayrıca Gülenci olmamakla birlikte 15 Temmuz öncesinde türlü ve farklı amaçlarla AK Parti-cemaat kavgasında AK Parti’nin karşısında yer alan şahıs, kurum ve kesimler tasfiye edildi.
İkinci kademede Gülencilerle ve darbeyle ilgisi olmayan Kürt siyasetine yönenildi. Bugün itibariyle HDP’nin 9 milletvekili, parti milletvekillerinin yüzde 20’si tutuklu. BDP’li 102 Belediye Başkanı’ndan 83’ünün, yani yüzde 80’den fazlasının yerine devlet memuru kayyumlar atanmış durumda. Bu belediye başkanlarının da 75’i tutuklu. 15 Temmuz 2016’dan sonra gözaltına alınan HDP üyesi 8 bin 930 iken, bunların 2 bin 782’si tutukluydu. Bu çapta ve süreklilikte bir takibatın anlamı, gerek Kürt meselesinin siyasi ifadesi gerek siyasi temsiline yönelik kriminalizasyon araçlarıyla sağlanan alan daraltma, daha doğru ifadeyle Kürt hareketini siyasi alanın dışına atma politikasıdır.
Üçüncü kademe, basına yönelik doğrudan ve dolaylı tedbirlerden oluştu. Türk basını gerek mülkiyet yapısı, gerek yayın politikaları, gerek çalışanları üzerindeki baskı itibariyle sivil dönemlerde hiç alışık olmadığı bir evreden geçiyor. 15 Temmuz, bu açıdan keskin bir neşter işlevi gördü. Liberal ve muhalif gazeteciler tümüyle tasfiye edilmiş durumda. Basının önemli bir kısmı siyasi iktidarla organik olarak iç içe. Cumhuriyet gazetesi davası muhalif bir gazetede siyasi iktidara yönelik eleştirilerin kriminalize edilme biçiminin açık bir örneği.
Dördüncü kademe üniversitelerdir. Gülencilerin dışında, Kürt meselesiyle ilişki kuran, sol, muhalif, liberal kesimden, üniversite kalitesini derinden etkileyecek sayıda öğretim üyesi KHK’lerle görevlerinden uzaklaştırılmışlar, üniversiteler yeniden dizayn edilmiştir.
Son kademe sivil toplum örgütleriyle, toplumsal sahayla ilgilidir. Büyükada davası ve Osman Kavala’ya ilişkin soruşturma; tasfiye ve dizaynın sivil sahaya, sivil siyaset yapma tarzına, açık ve meşru ilişkilere ulaştığını, ulusal ve uluslararası insan hakları ve sivil toplum örgütlerine yöneldiğini gösteriyor. Bu ilerleyişin yaydığı siyasi enerji de oldukça negatiftir.
Adliyeden mülkiyeye ve emniyete kadar gerek tasfiye politikalarında gerek yeni kadrolarda gerek iç işleyişte siyasi itaat temel kriter haline gelmeye başlamıştır. Bu durum kurumların, özellikle yargının siyasi erk karşısında özerkliğini tahrip eden, siyasi sadakati öne çekerek kurumlaşma düzeyini hızla aşağıya iten bir etki yapmaktadır. Karar süreçlerindeki, demokrasinin ruhuna aykırı kişisellik dozu, örneğin belediye başkanlarının aday-seçmen temel ilişkisini hiçe sayan uygulamalarla görevden alınması bunlara eklenmelidir.
Ve siyasi güç bu gelişmelerin ima ettiği siyasi ve toplumsal dokuyu “ideal yapı” olarak değerlendirmektedir.
Yaşanan Kafkas modellerine doğru bir gidiş ve büyük bir paradigma değişikliğidir.
HABERE YORUM KAT