1. HABERLER

  2. HABER

  3. GÜNDEM

  4. Türkiye sekülerinin “Norveçli sarı çocuklarla” imtihanı…
Türkiye sekülerinin “Norveçli sarı çocuklarla” imtihanı…

Türkiye sekülerinin “Norveçli sarı çocuklarla” imtihanı…

Müzisyen Teoman’ın mülteciler hakkındaki olumlu açıklamaları seküler kesimin ırkçı-ayrımcı görüşlerini özetliyor.

26 Ağustos 2024 Pazartesi 18:15A+A-

HAKSÖZ HABER

Teoman’ın T24’e verdiği röportaj Türkiye basınında geniş yer buldu. Teoman’ın muhafazakarlarla seküler kesim arasındaki derin uçurumun kapatılması gerektiği yönündeki yaklaşımı ne şekilde karşılık buldu tartışılır ama oldukça önemli hususlara dikkat çektiğine şüphe yok.

Röportajın en çok alıntılanan kısmı ise Teoman’ın muhacirlere dair seküler korkuları eleştirel bir şekilde dile getirdiği bölüm oldu. Müzisyen Teoman, Beyoğlu’ndaki seküler insanların “Norveçli sarı çocuklarla Suriyeli kara kurular” hakkındaki fikirlerini şöyle özetliyor:

“Orada Norveçli sarışın çocukları görseler “harika olmuş” diyeceklerdi. Suriyeli kara kuruları görünce mahvoluyorlar. Ben hepsini tanıyorum, tam öyle demeseler bile içlerinden geçeni biliyorum. Benim için “Her yer Arap da oldu” demek ırkçılıktır. Türkiye’ye aşırı göçten tabii ki rahatsızım. Yanlış ve plansız biçimde yapıldı bu işler, hâlâ devam ediyor. Ve bunun çaresi de yok artık. Uzun zaman geçti, o çocuklar artık burada büyüdüler. Onları geri göndermek biraz vicdansızlık olacak. Bir de bu bizdeki Suriyelilerden rahatsız olanların hepsi İngiltere’ye gitmek istiyor, İngiltere’nin Suriyelisi olmak için. Kendine hak gördüğünü başkasına görmüyor.”

Teoman'ın da vurguladığı üzere bir çocuğun ten rengine göre onu kategorize etmenin vicdan ve insafa sığan hiçbir tarafı yok. Türkiye'deki sekülerlerin "Norveçli sarı çocuklar" karşısında "Suriyeli kara kurularla" olan imtihanı anca böyle özetlenebilirdi!

T24’ten Cansu Çamlıbel’in röportajında hakim olan hava Teoman’ın muhafazakarlara yönelik olumlu ifadelerini hapsetmeye çalışan bir muhteva taşıyor. Çamlıbel'in alakasız itirazlarına "demogoji yapma" diyerek cevap veren Teoman da kendisini anlamaktan çok uzak bir insanla konuştuğunu fark etmiş olmalı...

Muhacirler hakkındaki ırkçı önyargıları eleştiren Teoman’ın seküler kesimler tarafından anlaşılması çok mümkün gözükmese de “karşı cenahtan” bir insanın vicdan yüklü perspektifini göstermek için röportajı olduğu gibi alıntılıyoruz.


Cansu Çamlıbel & Teoman / T24

-Son birkaç senedir, sanıyorum daha ziyade de pandemi döneminin bitmesi ve sokağa dönmemizden sonra, yeni bir Teoman ile tanıştık. Konuşkan, magazin muhabirleri ile muhabbette ve daha enteresanı da hiç tahmin edemeyeceğimiz konulardaki beyanlarıyla Türkiye’nin gündeminden düşmeyen bir Teoman. İyi bir ahbabın olduğunu bildiğimiz Okan Bayülgen diyor ki “Teoman magazinci çocukları o kadar ayrıntıya boğuyor ki çok şey söyledi sanıyorlar ama aslında hiçbir şey söylemiyor.” Haksız değil sanki.

Okan’ın benimle ilgili yaptığı şakalara bayılıyorum ben. Evet, dört sene evvel pandemiden çıkmıştık. O zamana kadar da işini bir şekilde yapan ama aslında onu sevmeyen bir kişiydim. Pandemiden tam çıkarken, kendimce acayip dibe düştüğüm bir depresyona girdim ben. Oradan yukarıya çıkarken “Ben bu eski Teoman’la yola devam edemeyeceğim artık. Öncelikle artık işimi özenli yapacağım” dedim kendime. Hiç istememe rağmen.

-Çok özenli yapmıyor muydun ki zaten müziğini?

Sahneden sıkılmıştım ve onu para için yapıyordum artık. Bütün tutkumu yitirmiştim, inancımı yitirmiştim. Yaptığım mesleğe -ama sadece mesleğime de değil- hayattaki bir sürü kavrama karşı tutkumu yitirmiştim. O dönemin ardından, dedim ki “Bu işi olması gereken şekilde yapacağım. Ciddiye alacağım. Sahneye artık hiçbir tutkum olmamasına rağmen eğer yaptığım işe özen göstermezsem kendime saygıyı iyice yitireceğim. Kendimin ne istediğine bakmadan artık olması gerekeni yapacağım.” Artık olması gerekeni yapacaktım çünkü kalbimden çıkmıyor o kendi yaptığım işi saygıyla yapmamanın huzursuzluğu. “Sahnedeki kendime saygımı kazanayım bari” dedim. Kendime özenmeye başladım. Sahneye içkili çıkmamaya başladım. Gündelik hayatımı da düzenlemek istedim. Geçmişteki ‘serseri Teoman’ gibi gidersem hayatım daha da kötüye gidecekti. İçkinin yoğun olduğu bir hayat yaşayınca her şeye olan tutkunu yitiriyorsun. O psikolojiden çıkmaya karar verdiğimde kendime “Artık işime özeneceğim. Bu yaşa geldim, artık kimseye star afra tafrası yapmayacağım” dedim.

-Magazincilerle muhabbetin de zaten bu kararı aldıktan sonra başladı, doğru hatırlıyorum o zaman. Bugün sosyal medyada devamlı kısa videolar olarak karşımıza çıkan beyanlar da aslında bu yeni kurguladığın Teoman personasının en kritik parçalarından biri olmuş. Yani o da bilinçli bir tercih, doğru mu anlıyorum?

Sokakta beni yakaladıklarında onlara kendimi hiç büyüklenen tavırlara sokmadığım bir kişilik olarak sunuyorum. Öbür türlüsü bende de stres yaratıyor. Yakalanmamak için her yere gidemiyorsun. Şimdi, daha arkadaşça bir muhabbetimiz var. Bak, Türkiye’nin yaş ortalaması 30’larda bir şeydir ve ben artık 57 yaşındayım. Bunu morukladım diye söylemiyorum. Ama bu yaş artık seni başka bir yere getiriyor. Hani insanlara biraz çoluk çocukmuş gibi bakmaya da başlıyorsun artık.

-Zaten öyle bakmaya başladığın magazin muhabirleriyle yaptığın sokak sohbetlerinde çok net anlaşılıyor. Yakın zamanda izlediğim bazı televizyon ve Youtube yayınlarında da “Ben artık ‘Türkiye’nin Teoman abisi’ olmak istiyorum’ diye ilan ettin. Senin müziğin ne sound olarak ne metinleri itibarıyla şimdinin gençlerine ‘tak’ diye geçecek bir müzik olmasa da yeni nesilleri bu kadar yakalayabilmiş olman şaşırtıyor beni.

Beni de. 

-Dolayısıyla da hazır onların sevgisini ve ilgisini yakalamışken onların nezdindeki sempatini birtakım müzikle alakası olmayan mesajları geçirmek için kullanmak istemen anlaşılır. Ama bunu yaparken illaki kendine ‘abi’ demen mi lazım? Toplumsal kodlara yaslanmak şart mı bunu yapmak için? Süleyman Demirel’e ‘baba’ denmiş olmasından Meral Akşener’e ‘abla’ denilen bir memleket ya burası.

Ben saygı peşinde değilim. ‘Abi’ derken başka bir şeyin peşindeyim, yakınlık peşindeyim.

-Bu yakınlığı kendine ‘abi’ diyerek kurmaya çalışman yaşadığın toplumsal kültürün sana tahminimizin ötesinde değdiğini de söylüyor bana.

Bu ülkenin ürünüyüm. Batılı bir eğitimden gelmiş olsam da kendimi bu ülkeye ait hissediyorum. Başka bir ülkeye ait hissetmiyorum. Ben batı hayranı değilim.

-Kendine ‘abi’ dedikten sonra kurduğun cümleler de kutuplaşmış bir Türkiye’de uzlaşarak ve barışarak yaşayabileceğimize dair mesajlara dönüşüyor. Orası daha mühim. Yakınlık üzerinden varmak istediğin bir yer var gençlerle ilişkinde. Bu da yeni dönem Teoman’ına yüklediğin misyonlardan biri o zaman.

Kutuplaştırıcı birisi olmak istemiyorum işte. Gençleri teşvik etmek istiyorum.

-Senin bu mesajlarını duyan genç hayranlarından sonra bir geri dönüş oluyor mu?

Bilmiyorum, kendimle ilgili yorumları okumam. Hiç okumam onları, o yüzden de o tür genellemelerden yola çıkmam.

-Bir şey söylüyorsun, orada bırakıyorsun, dönüp bakmıyorsun… Öyle mi?  

Bırakıyorum, hiç takip etmiyorum. Benle ilgili güzel şeyler söyleniyormuş, bir profesör benimle ilgili güzel şeyler söylemiş vesaire. ‘Güzel ne demişler acaba?’ diye de bakmıyorum. Bakmıyorum çünkü o aldığın feedback üzerinden pozisyonunu tekrar tarif edebilirsin. Ben pozisyonumu sarsılmaz yapıp, orada kalmak istiyorum. Gelen tepkilerden sonra kendimi değiştirmek, sürekli kendini değiştiren bir kimse olmak istemiyorum.

-Yeni romanını anlattığın bir söyleşide etçi Nusret hakkında konuşma noktasına nasıl gelebiliyorsun? Ne söylediğinden çok oraya nasıl geldiğini merak ediyorum.

Ben insanları eğlendiriyorum diye söylüyorum onları. Ama etçi Nusret esprimi yaptıktan sonra çok utandım seyrederken. Yılışıklık yapmışım. Boşu boşuna bir adamı üzmüş olabilirim. Hak etmiyor Nusret öyle denmesini. Sadece bir bifteğin 1500 dolara satıldığı bir restoranın beni rahatsız etmediğini, müşterisinin ben olmadığımı söylemek istemiştim. Esprim ayıca olmuş. Üzüldüm. Bir de ‘kendini ciddiye almayan bir Teoman’ı seviyorum ben. Demin dedim ya. Magazinci çocuklara “Konuşmuyorum, konuşmuyorum” desem, onlara arkamdan sürekli koştursalar falan, bu o kadar büyük bir stres ki. 

-Ki bunların sık yaşandığı zamanlar da oldu.

Oldu tabii. Artık çocuklar bana çok kibar davranıyor. Ben o çocukları niye kırayım? Saçma sapan bir şeyler söylüyorum. İnsanları da kırmamaya da çalışıyorum. Star afra tafrası da yapmak istemiyorum. Bunları alkış almak için de yapmıyorum ve söylediğim şeyler de doğru, yalan da söylemiyorum.

-Nuri Bilge Ceylan, 2014’te yaptığım söyleşide “Mütevazılık falan hiçbir zaman gerçek bir üst değer olamamıştır bizde. Bir ortamda mütevazı olmaya kalkarsanız saygı hemen azalmaya başlar, hissedersiniz. Kültürün bütün elemanları insanları şişinmeye, öğünmeye, defolarını gizlemeye itiyor” demişti. O cümleleri sonra viral oldu, görüyorum hala sosyal medyada alıntılanıp duruyor. Tam da bu yüzden bazıları senin bu yeni tavrını anlamakta güçlük çekiyor. Bizim toplum hem star olup hem de bu muhabbetleri bu tonda yapan birine alışık değil. Daha da alışık olmadıkları şey senin gibi ‘bir yaşam tarzının’ sembolü bir adamın Necip Fazıl Kısakürek’e referansla bir şey anlatmaya çalışması. Aslında sen gayet sofistike bir yerden bir şey anlatmaya çalışırken başka türlü bir gürültüye neden oldu.  

Bazen uyanıkça ve birkaç hamle sonrasını düşünerek öyle stratejik şeyler yapıyorum.

-Ne zaman çıkıyor o Necip Fazıl Kısakürek’e adayacağın ‘Kendi vatanında parya’ şarkısı? Gördüğüm kadarıyla çıkmadı da öyle bir şarkı.

O bir zaten trollemeydi.

-Necip Fazıl’ın söz konusu şiirinden esinlenerek bir şarkı yapacağın doğru değildi yani, öyle mi?

Değildi.

-O zaman bütün Türkiye’ye olta attın ve hepimiz de düştük oltaya.

Tabii. Onu niye yaptım ben? “Bütün projektörler bana çevrilsin ve ben söyleyeceğimi söyleyeyim” demek istediğim için yaptım. Ve onun timing’ini de hesapladım aslında. 2023 seçimleri bitmişti, modern yani laik dediğimiz kesim tamamen bir umutsuzluğa ve teslimiyete düşmüştü. Ama aynı zamanda muhafazakâr kesimde de hiçbir zafer duygusu yoktu. Artık herkesin kavgadan sıkıldığı bir anda, ben toplumsal barış için bir şey söylemeyi düşündüm. Bunu söyleyecek kişiler arasında ben beklenmedik biriydim. Kendim zaten beklenmedik kişiydim, söylediğim şey de beklenmedik olsun istedim ve bunun için de Necip Fazıl’ı özellikle seçtim.

-Neden Necip Fazıl Kısakürek? Senin gibi müzik, kadınlar, alkol üçlemesi ile tanınan bir adamın Türkiye’nin koyu İslamcılarından birine referans vermesi evet beklenmedik ve çarpıcı. Ama yine de neden o da daha ılımlı bir muhafazakâr değil mesela?  

Ben, ‘kültürel abi’ olarak Necip Fazıl’a da Nazım Hikmet’e de saygı duyuyorum, ikisinden de değilim. Kendimi de politik bir figür olarak tanımlıyorum ama AKP’li veya CHP’li olarak tanımlamıyorum. Ben kendimi gereksiz bu kavganın uzlaştırıcısı olarak bir politik zemine oturtmak istiyorum.

-Hakiki manada böyle bir zemin var mı şu anki siyaset arenamızda hiç emin değilim. Yeni CHP biraz oralara kaymaya çalışıyor ama çok da bagajı var ve atabilecek mi bilmiyoruz. Yani aslında şu an için Türkiye siyasetinde somut bir adresi olmayan bir alanı tarif ediyorsun.

Bari bir tanecik olsun, ‘Teoman abi’ öyle olsun gençler için. Hiçbir tarafa tam anlamıyla yaranamayan, biraz fazla tek başına duran bir politik tavrın gençlerin üzerinde etkisi olabilir. Ben herkes benim gibi olsun demiyorum bu arada. Ben siyaseti tamamen etkileyebilecek güçte birisi değilim zaten ama belki gençleri etkileyebilirim. Belki gençler şu anki kutuplaşmadan daha başka bir yön bulabilirler. Ben de bunun küçücük bir yerinden, ucundan tutayım diyorum. Ben muhafazakarlara hayatı boyunca hiçbir hakaret etmemiş, onlara hiçbir şekilde ikinci sınıf olarak bakmamış Teoman olarak ‘başka bir yön’ mümkün diyorum gençlere.

“Bizim camianın muhafazakarlara nasıl baktığını bilmiyor muyuz?”

-Niye öyle bakasın ki zaten muhafazakarlara?

Herkes bakıyor.

-‘Herkes’ diyerek müzik ve sanat camiası içinden iktidar partisine ve seçmenine genel bakıştan bahsediyorsun sanırım.

E bilmiyor muyuz nasıl baktıklarını? Diğerleri için de aynı şeyi düşünüyorum tabii ki.  Muhafazakarların da diğerlerine nasıl baktıklarını bilmiyor muyuz?

“Muhafazakarlığı sadece başörtüsüyle tanımlamıyorum”

-Peki senin gençlere mahalle ayırmadan ‘toplumsal barış ve uzlaşma’ mesajları veriyor olman konserlerine gelen profili etkiliyor mu? Mesela konserindeki muhafazakâr profil ne kadar bir ağırlıkta bilebiliyor musun?

Bilemem. Ben muhafazakarlığı da sadece baş örtüsüyle ölçmüyorum.

-Ben de ölçmüyorum elbette, hele de bir kadın olarak. Öyle bir kriter üzerinden sormadım.

Biraz evvel söylediğimi tekrar ettirmek zorunda kalıyorsun. Ben yeterince açıkladığımı düşündüm.

-Yok açıkladın zaten, biraz daha derinleşmeye çalışıyorum sadece.  

Ben sosyoloji mezunuyum. Boğaziçi’nde bize olabildiğince tarafsız bakmak öğretildi. Ben siyasete ve sosyolojik meselelere geniş ölçekte bakıp, kendimi Türkiye siyasetinde herhangi bir partiye entegre etmeden, dışarıdan izlemekle yetiniyorum aslında. Ben bir şarkıcıyım ama benim üzerinde etki gücümün olduğu birtakım gençler var. Gençlikte bir personaya hayranlık duyan insanın neler hissedeceğini ben kendimden biliyorum. Zaten kendim de gençliğimden beri öyle biriyim. Kendinize hayran olacak birini seçtiğinizde onun yazıp çizdiği söylediği her şeye bakıyorsunuz. Yoksa ben Twitter’da bir şey yazıp o bubble içinde ‘like’ alma peşinde falan değilim.

-Sosyal medya ilgisinin peşinde değilsin ama sosyal medya yöntemiyle tüm Türkiye’yi trollemişsin. Demek ki sosyal medyadan o kadar da uzak durmuyorsun aslında. 

Ama iyi bir nedenle yaptım onu, dalga geçmek için değil.  

-Sonuçta maksat hasıl olmuş, hepimizin dikkatini çekmeyi başardın. Hala herkes senden Necip Fazıl Kısakürek şarkısı bekliyor. Kimse de bunca zamandır sormamış sana ‘Nerede hani o şarkı?’ diye.

Sormadı. Biliyordum zaten ben böyle olacağını, sosyal medyayı çözmüştüm. Ben Boğaziçi’ndeyken Ayşe Öncü’den medya-komünikasyon okudum. İnsanları nasıl trolleyeceğimizi orada öğrendim ben 90 yılında.

– Demek ki senin yaptığın bazı şeyleri izlerken buradan gelerek kurguladığını unutmamak lazım. Standart ve cici cümlelerle söylesen ‘toplumsal barış’ mesajların çok sıkıcı olacak diye düşünüyorsun çünkü.

Sıkıcı değil, sıfır oluyorsun. Klişe yumağıysan, duyulmuyorsun.

-Kendi vatanında ya da vatanından sürgün olmak meselesini iki politik cenahın sembol ismi üzerinden tartışmak istedin. Necip Fazıl Kısakürek ve Nazım Hikmet. ‘İyi kalpli bir provokasyon’ olarak nitelendirebileceğim şekilde bunu yaptığını da itiraf ediyorsun şimdi. Buraya kadar tamam. Ama toplumsal uzlaşı için Kısakürek gibi dışlayıcı söylemleri olan bir İslamcıyı seçmen yine de enteresan. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ‘dindar nesil’ yetiştirme projesinin ilhamıdır ve İslamcı gençlere ‘kindar’ olmayı nasihat eden bir ideologdur nihayetinde Kısakürek.

Nazım Hikmet’in de o kadar çok eleştirilecek şeyi var ki. İkisi de benim ideoloğum değil.

-Kim senin ideoloğun?  

Yok. Kimseye ‘ideoloğum’ diyecek bir bağlılığım yok. Ben Teomancıyım. (Kahkahalar) 

-Hmm, bunu da yeni bir akım olarak öneriyoruz bu söyleşiyle.  

Kimsenin ideologluğuna ihtiyacım yok, kendimden mesulüm ben.

-Hiçbir siyasi kampın sözcüsü olmak istememen normal, zaten niye olasın? Ama şunu da hatırlatmama izin ver. 22 senedir iktidarda çok koyu biçimde muhafazakarlığı tesis etmeye çalışan ve bunu yaparken de seninle aşağı yukarı benzer hayat tarzı olanlara -hatta o yaşam tarzını da senin kadar ileri bir versiyon olarak yaşamayanlara- türlü hakaretlerde bulunup o grubu psikolojik baskı altında tutmaya çalışan bir AKP var. Çapulcusundan müptezeline denmeyen kalmadı. Buna maruz kalan çoğunluğun seninkinin yanından geçecek rocknrolla bir hayatı da yok. Senin hayat tarzında yaşayan pek çok sanatçı hedef alındı, işleri kesildi, konserleri iptal oldu. Sen de bu tür şeyler yaşadın mı?

Zor zamanların olduğu oldu. Ama şunu unutma; eninde sonunda modernler de muhafazakâr Türkiye’de. Bu romanımı sana yeni verdim, okursan göreceksin. Siyaseten şu an sana söylemek istediğimi romanda Timur’a söyletiyorum. Timur bir yerde şöyle diyor; “Ben en iyisi Türkiye’de siyasete girmeyeyim. Çünkü Türkiye’de siyaset gericilerle daha gericiler arasında.” Ben Türkiye’yi öyle görüyorum.

-Yine biraz açman gerekecek ne dediğini.

Açmak istemem, söylediğim yeterince açık. Şair, şiirini “Ben burada bunu söylemek istiyorum” diye açıklıyor mu?

-Benim de işim bu ya hani, olabildiğince iç dünyasını açıklatmak şaire. Ama uzatmayacağım, geçiyor ve şu ana kadar söylediklerini kendimce özetliyorum. Siyaseten bir taraf olmama gibi bir kaygın var. Ama onun ötesine geçerek, ‘toplumsal uzlaşı mümkün’ argümanının yüzü olmak istiyorsun. 

Bir taraf olduğun zaman işlevsiz oluyorsun. Ben gayet işlevli bir yerdeyim.

-Bitaraf olan bertaraf olmaz yani, öyle mi?  

Ben ona varım. Ben bağlantısız yerden çok daha işlevli olduğumu düşünüyorum. Öbür türlüsü birdenbire beni bir kampa ve o kampın hatalarına götürecek. Hangi kamptan olursam olayım. Ben hiçbirinin hatasını üstüme çekmek istemiyorum.

“Gelecek seçimin kaderini belirleyecek olan gençler ne Tayyipçi ne de Kılıçdaroğlucu olacak”

-Bütün bu güncel siyasi tartışmalara değen açıklamaların arasında ‘taraf’ diyebileceğimiz tek sözün dikkatimi çekti. “Ben Türkiye Cumhuriyeti’nin laik bir devlet olarak kalmasından yanayım” dedin. 

E tamam, yeterince açık.  

-Orası yeterince açık ama Türkiye’de malum siyaset hala kişi kültleri üzerinden tahkim oluyor ve sen itinayla siyasetin ana karakteriyle ilgili bir şey söylememeye çalışıyorsun.

Eski davaların kodlarıyla bugünümüzü çözemeyiz. Eski davaların kodlarına gidince “Abdülhamit şuydu öbürkü buydu” oluyor. Ya da işte “Lozan zafer miydi, hezimet miydi?” oluyor. Geçmişin bu kodlarıyla gidemeyiz biz artık. Ayrıca önümüzdeki seçimde 4-5 milyon genç oy kullanacak ve seçimin kaderini onlar belirleyecek. Ve ben gelecek seçimlerin kaderini belirleyecek olan gençlerin ne Kılıçdaroğlucu ne de Tayyipci olacağını düşünüyorum.

-Zaten gelecek seçimde Kılıçdaroğlu’nun o denklemde olma ihtimali yok gibi.

Yok, ben zaten eski denklem üzerinden konuştuğum için onların ismini zikrettim. Çünkü geçen seneki seçim denkleminde o ikisi, iki kutbu temsil ediyordu. Ama varmak istediğim yer şurası; gençlerin nasıl düşündüğünü ben genç olduğum zamanki halimden bilirim.

-Ve sana göre bugünkü gençler artık Erdoğan’a da Kılıçdaroğlu’na da oy vermek istemiyor. Madem gençlerde bu eğilimi görüyorsun, kime oy vermeyi düşündüklerini de görüyor musun?

Geleceğin tek başkan adayı İmamoğlu. Bunun nedenleri de var. Geleneğe göreneğe saygılı ama aynı zamanda AKP’li değil, onun karşıtında bir yerde duruyor. Başka önemli bir neden daha var. Rakibi yok. Kim var siyaseten?

-Erdoğan var hala. Zaten o denklem üzerinden konuşuyoruz.

Ben gençlerin İmamoğlu tarafına kayacağını düşünüyorum. Bunu ben temenni olarak söylemiyorum. Bir sosyoloji mezunu olarak söylüyorum. Böyle olduğunu görüyorum. Bir de Özgür Özel’in gelişiyle CHP’nin yavaş yavaş toparlandığını, Kılıçdaroğlu zamanındaki atalet içindeki halinden uzaklaştığını, parti içindeki dişlilerin daha iç içe geçerek çalıştığını görüyorum. Tabii uzaktan böyle görüyorum. Bunları ispat edemem. Siyasetçi değilim, sürekli bütün kafamı oraya vermiş de değilim. Temenni de değil bunlar. Benim gördüğüm kadarıyla İmamoğlu, geleceğin şu anda gözüken tek başkan adayı. Özgür Özel de ona yakın açıklamalar yaptı zaten.

-Senin bu söylediklerin bana CHP’nin 31 Mart kampanyasında önemli emeği olan Mehmet Ali Çalışkan’ın -ki o da bir sosyolog ve siyaset bilimci- söylediklerini hatırlattı. Nihai aşamaya gelindiğinde İmamoğlu ile Özel arasında bir çekişme olup olmayacağına dair sorularıma şöyle yanıt vermişti; “İkisi, CHP’nin kurultay sürecinde değişimi birlikte gerçekleştiren bir takım oldu. Bu isimler, orada beraber aktörleştiler. Dolayısıyla başarıya ancak beraber yürüyebilirler.” Ben mealen aktardım tabii.

Bana da öyle geliyor.

-Ama biz kamuoyu olarak hiç alışmamışız iki liderin eşitlenerek ya da dengelenerek, birlikte bir hedefe yürümesine. O yüzden bakıyorum CHP medyası dahil herkes kapışsınlar istiyor.

Ama Özgür Özel aşağı yukarı bunu dile getirdi, yani onu yapmayacağını dile getirdi. Kendisinin teknik direktör olduğu gibi şeyler söyledi.

-Özgür Özel’in o karar anı geldiğinde Ekrem İmamoğlu’nun cumhurbaşkanlığı adaylığına itiraz etmemeyi başarabileceğini düşünüyorsun, öyle mi?

Evet. Aşırı didikleyen bir taraftan bakıp da söylemiş değilim bunu. Ben günlük siyasetle “o ne dedi bu ne dedi” şeklinde ilgilenen birisi değilim. Ben uzaktan bakıyorum. Uzaktan bakınca da detaylarda kaybolmadan, büyük resim daha iyi gözüküyormuş gibi geliyor. Siyaset elbette kişi kültü üzerinden yürüyor. Ama benim uzaktan baktığım yerden Erdoğan’ın kendi partisi içindeki dişlilerin bugün Özgür Özel’in başında olduğu CHP’nin dişlileri kadar entegre biçimde çalışmadığını görüyorum. Bana böyle geliyor. Erdoğan yoksa AKP yok gibi bir şey. Ama Özgür Özel yoksa CHP var, İmamoğlu yoksa CHP yine var. Bunları tarafsız kalmaya çalışarak söylüyorum. Tespitlerim bunlar benim. Çünkü taraflı olduğun an temennilerini gerçek zannediyorsun.

“Benimkiler temenni değil, tespit… Yanılırsam da utanmayacağım kadar hafif bir yerden söylüyorum”

Senin ‘modernler’ dediğin taraf bunu defalarca yaşadı zaten, temenniyi gerçek zannetme halini, en son da 2023’de işte.  

Evet. Ben herhangi bir şey temenni etmemeye kendimi alıştırıyorum formasyonum gereği. Ben uzaktan, soğukkanlı, sosyoloji okumuş, yıllarca bu işlere bakmış ama aynı zamanda da miyop bakmamak için hiçbir tarafa tam anlamıyla kendini bağlamamış bir Teoman olarak olayı böyle görüyorum. Fakat tabii ki geleceği öngörmek çok zor. Bu öngörümü yüzde 50’nin üzerinde bir ihtimal olarak görüyorum. Ama gelecek seçimlerde “yüzde 100 böyle olacak” diyemem.

-Siyasete etki etme gücünün sınırlı olduğunu bilerek, o bilinçle konuştuğunun altını çizdin. Bu da bana şunu anımsattı. Kasım ayında ABD seçimleri yapılacak ve Amerikalı şarkıcı Taylor Swift’in tercihinin seçime olası etkisi.

Evet, yüzde 10-15’lik bir etkisi olabileceği söyleniyor. İnanılmaz. Bu aynı zamanda demokrasinin krizini de gösteren bir şey. Ben şununla ilgiliyim; dört sene sonra Türkiye’de oy verecek çocuk nelere göre oy verecek? Şu ana kadarki kutuplaştırıcı söylemin tekrar edilmesinin o gençler üzerinde işe yaramayacağını düşünüyorum. Eski siyasi kodlar onlarda işe yaramayacaktır. Ne işe yarayacak onu bilmiyorum. “Şu yapılmalı” diyemem. Geleceğin Türkiye’si için neyin iyi olacağını ben bilemem. Onun sorumluluğunu da almak istemem açıkçası ama gözlemimi söyleyebilirim ve onu yapıyorum zaten. Çok hafif bir yerden bir şey söylemiş oluyorum. Yanılmak da beni utandırmaz.

Benim derdim şu; gençler Türkiye’de siyaseten birbirini ittiren kutuplardan birinin adamı olmadan yaşanabileceğini benim vücudumda görürlerse belki onlar da öyle olacaktır. Ben kendi doğal modern pozisyonum gereği CHP’ye çekiştirilmemek için çaba sarf ederek kendimi daha ortada tutuyorum. Ben “Necip Fazıl” diye cümle kurduğumda benim arkadaşlarım köpürüyorlar ve sanki AKP’ye yanaşıyorum gibi düşünüyorlar.

-Ama sen zaten o çıkışları tam da onlar ve herkes hoplasın diye kurguladığını söyledin biraz önce.

Tabii ama aynı zamanda ben bağlantısız olmaya kararlıyım. O zaman dediğimin ağırlığı daha fazla olacak benim. Benim yorumum bu.

-Umarım.

Bak AKP’li olsam hiçbir işe yaramaz. Ben CHP’nin yandaşı olsam oraya da bir avantajım olmaz. Etki gücü olarak konuşuyoruz. Ama ben “Bu kavgaya karışmıyorum lan” dersem belki başka çocuklar da karışmayacaktır. Ben, bana gelen konser tekliflerinin üçte ikisini reddeden, kâr maksinizasyonunu hedeflemeyen birisiyim. Yani benim AKP’ye yaklaşmama hiç gerek yok. Bir konser daha veririm, daha çok para kazanırım, onu yapmıyorum. Yani benim insanlardan kendime dair saygınlık, tapınma veya maddi olarak hiçbir beklentim yoksa, ben sadece kendimi daha işlevli ve daha olmam gereken yerde hissetmek için bunları yapıyorsam, yapmaya da devam ederim. “Herkes benim gibi yapmalı” diyemem. Herkesin kendi aklı var. Herkes istediği kampı güçlendirmeye çalışmakta ya da diğer kampa hakaret etmekte serbest. Ben ikisini de yapmayacağım.

-Tayyip Erdoğan’ın başbakanlığı döneminden beri iftardan 15 Temmuz’a kadar pek çok vesileyle sanatçılar huzura davet ediliyor. O kutlama ya da anma ne ise o günün temasına uygun olarak Erdoğan çiftiyle fotoğrafa giren sanatçılar aslında tarafını seçmiş oluyor. Bu kişilerin arasında Orhan Gencebay’dan Bülent Ersoy’a pek çok isim var. Gerçi bir rockçı yok sanırım. Sana hiçbir davet geldi mi Beştepe’den?

Gelmedi ama gelse giderim. Türkiye Cumhuriyeti’nin cumhurbaşkanı kim olursa olsun beni bir yere davet ederse, giderim. Ama ben hiçbir zaman siyasette hiçbir yerin adamı olmayacağım. Ben daha evvel cumartesi kahvaltılarına çağrıldım Kürt açılımı devam ederken. O tabii başka bir şeydi. Ben başörtüsü meselesinde de Kürt sorununda da fikirlerimi her zaman söylemiş biriyim zaten. O toplantıya da çağrıldığım için ve Kürt açılımını desteklediğim için gittim. 

Bak sana başka bir şey söyleyeyim. Ahmet Kaya’ya o ödül gecesinde çatal bıçak fırlatıldığı zaman ben Radikal 2’ye bunun büyük bir ayıp olduğunu söylediğim için sonrasında basından ambargo yemiş bir kişiyim. Cumartesi Anneleri’nin şarkısını söylediğim için de bir sürü yerden fırça yemiş bir kişiyim zaten. Ama ben bunlardan etkilenmem. Ben doğru bildiğim, vicdanen doğru olduğunda emin olduğum yerlerde dururum. Her tarafta yer almıyorum. Her zaman yer almıyorum. Etkimin olduğunu bildiğim yerlerde fikrini söyleyen birisiyim. Ve bunu büyük bir siyasi kudretim olduğunu düşündüğüm için değil, beni seven 15-16 yaşındaki çocuk “Ya bu bizim Teoman ne yapıyor?” diye sorduğunda bunları okur ve üzerine düşünürse diye söylüyorum. Bu bana yeter. Kaç kişinin bunu yapacağı da önemli değil.

-Bir yeni albüm çıkarmak, diskografini tamamlamak ya da yeni bir roman yazmak ya da film çekmek varken neden buralarda siyasi bir misyon yüklenmek gibi bir ağırlığın altına sokuyorsun kendini?

E ben bu ülkeye kendimi sorumlu hissediyorum. Ben üzülüyorum Türkiye’ye. Ekonomisi çok zorda, daha da zorlanacak. Benim kendi ekonomim zorda mı? Değil ama ben Türkiye’nin ekonomisi kötüye gidiyor diye üzülüyorum. Geleceğin Türkiye’si zor bir pozisyonda olacak. Ben eğitim meselesine de üzülüyorum. Şuradan yola çıkma ama; yüzde 12,5 gibi bir oranda İmam Hatip Lisesi olmuş ülkede. Ben ona vahlanıyor değilim. Birtakım kişiler çocuklarını İmam Hatip’e göndermek istiyorsa, onların onu yapabilme özgürlüğünü de savunan birisiyim. Din üzerinden yaklaşmayalım. Eğitim ve ekonomi üzerinden yaklaşıyorum. Veya birtakım insani değerler açısından yaklaşıyorum eğitime. Acayip şişmiş, hiçbir işe yaramayan uyduruk üniversitelerimizde insanlar 4 senelerini kaybediyorlar. İlkokul ve ortaokulda çok yetersiz devlet eğitimi var. Sen yaşımı vermemi sevmiyorsun ama şimdi yine söyleyeceğim çünkü bunu bir olgunluk üzerimden söylüyorum. 57 yaşındaki, hayatı boyunca da okumuş, kendini geliştirmeye çalışan Teoman, Türkiye’nin eğitim tarafına baktığı zaman özellikle ilkokul ve ortaokulda eğitimin çok geride olduğunu görüyor. Kimler iyi eğitiliyor? Sadece zenginler, özel okullara gidenler. Oysa devlet okullarının ilk ve ortaokullarının çok çok çok iyi olması gerekiyor. Mesleki eğitimin bir an önce başlaması, uyduruk üniversitelerde hiçbir işe yaramayan, sadece ailelerin kompleksleri yüzünden üniversite okuyan insanların adedinin azalması gerekiyor.

-Biraz nesil nostaljisi yapmak istiyorum müsaadenle. Senden biraz daha sonraki yıllarda seninkine benzer bir gençlik dönemini ben de Ankaralı olarak ODTÜ’de Siyaset Bilimi okuyarak geçirdim. Türkiye’nin derin siyasal dertleri o zaman da vardı ama eğitim sanki bugünkü kadar dertli bir alan değildi. Bilim, teknoloji ve tüm bunların ulaşılabilirliği açısından küresel olarak dünyanın geldiği bugünkü noktada, 30 sene öncenin Türkiye’sine dahi özlem duyabiliyorsak bu neden sence?

Fakat tüm dünya değişti. Sadece kültürel kodlarlada konuşmayalım. Bütün dünya şu anın jenerasyonundan şikayetçi.

-Sen de şikayetçi misin? 

Ben değilim. Ben saptarım, yargılamam, ahlanıp vahlanmam. Bütün bunların beni ilgilendiren bölümü şu; Türkiye’nin güçlü bir ülke olmasını istiyorum. Bunu ters bir yerden söyleyeyim; ben Türkiye’nin Silahlı Kuvvetlerinin de güçlü olmasını isterim.

-Niye?  

E niye olacak, reel politik nedeniyle.

-Bunu söylemene şaşırıyorum çünkü şu ana kadar anlattıklarını üst üste koyunca senin gibi bir profilin anti-militarist bir yerde durması daha beklenir bir şey olurdu sanki.

“Yurtta barış cihanda barış”la ülke yöntemezsin. Başka bir şey daha söyleyeyim. Şimdi bu yine… 

-Yine bir şey geliyor, söyle.

Yine geliyor, eyvah! (kahkahalar) Eğer Türkiye, Atatürk zamanında güçsüz bir ülke olmasaydı o kadar da barışçı olmazdı Mustafa Kemal Atatürk. Bunu deyip, kapatayım. Söyleyeceğimi söyledim ben.

-Yok söylemedin, anlamadım.

Eğer Türkiye, Atatürk zamanında ekonomik, siyasi, askeri alanda bu kadar güçsüz olmasaydı, benim tahminim belki de hırslı bir insan olan Atatürk o kadar da “Yurtta barış, cihanda barış” demezdi. Kendisi pragmatist bir politikacıydı. İsmet İnönü de onun için “politikacılığı askerliğinden çok daha iyidir” der zaten.

-Şunu söylüyorsun; Türkiye yeni kurulmuş, ayağa kalkmaya çalışan genç bir cumhuriyet olmasaydı Atatürk bir süre daha bazı kazanımlar için savaşmaya devam ederdi, öyle mi?

Yani, Musul’u falan bırakacağına savaşa devam ederdi. Atatürk çok zeki, dahi derecede zeki bir adamdı. Gücünün ne olduğunu biliyordu. Ona göre savaştı, ona göre barış yaptı. Veya Türkiye’nin II. Dünya Savaşı’na girmemesi İnönü’nün sağduyulu liderliğiyle oluyor. Bunları ben saptamış değilim tabii ki. Neredeyse bütün askerlikten gelen insanlar ülkelerini mümkün olduğunca güçlü ve büyük yapmaya çalışıyorlar. Çok da hümanist yaklaşmıyorlar hayata. Eninde sonunda bütün ülkelerin birbirinin gözünü oymaya çalıştığı bir dünyadayız. Ben Türkiye’de ekonominin de eğitimin de hukukun üstünlüğünün de askeriyenin de üst seviyelerde olmasını istiyorum.  

-Askeriyesinin güçlü olması derken “füze, uçak alalım, milli serveti oralara yatırmaya devam” gibi bir yerden mi konuşuyorsun?  

Yok, anti-militarist olayım o zaman, askerlerin hepsini evlerine gönderelim, çiçeklerle sokaklarda dolaşalım. Füzeleri de satalım, onlarla da tarla sürelim! Bu değil. Dünya da hayat da böyle işlemiyor. Güçlü olacağız. Tabii ki Rusya her tarafa yayılmak isterken.

“Silah almayalım, Türkiye barışçıl, tarlasını ekip horon tepen bir ülke olsun o zaman; böyle ülke yürümez!”

-Ama bizdeki savunma füzeleri de Rusya’dan mesela. Gerçi zaten kullanılamıyorlar kullanılmama taahhüdü sayesinde ABD’den F-16 gelebilecek.

Fark etmez, onu da alıyorsun işte. Zaten herkes herkesle savaşıyor.

Herkes herkesle daha çok silah satabilmek için daha çok savaşıyor.

E ne yapalım o zaman? Rusya’dan da silah almayalım, Amerika’dan da almayalım, askerleri de evlerine gönderelim. Türkiye barışçıl tarlasını eken her akşam horon tepen bir ülke olsun. Böyle ülke yürümez.

-Tarla dedin hatırıma geldi tarla da eskisi gibi ekilemiyor zaten artık Türkiye’de. Çiftçiler isyanda biliyorsun üretim maliyetleri nedeniyle.  

Demogoji yapıyorsun, benim söylemek istediğimi anladın.  

-“Demogoji yapıyorsun” dedin mi bana hakikaten şu an?

E yani biz Rusya’ya bayıldığımız için yanaşmıyoruz. Amerika’ya bayıldığımız için de yanaşmıyoruz. Tayyip Erdoğan üzerinden konuşmuyorum. Bir ülke pozisyonu olarak konuşuyorum. Eninde sonunda dünyada kim büyüse emperyalist olmaya çalışıyor. Amerika zaten hala dünyanın en büyük gücü ama o eski kutuplar geçti. Çin gelecek mi? Milyonlarca savaşın olduğu bir dünyada ben de ülkem güçlü olsun isteyeyim müsaadenle.

-Estağfurullah, düşünce sizin. Ben sadece soruyorum. Biraz hafifletelim mi gündemimizi? Böyle dünya analizlerine girince sen magazincilere “Ben yurtdışına gitmeyi sevmiyorum, Eminönü’ne gidiyorum, onu seviyorum” dediğini hatırladım. Seyahat etmenin bir dolu angaryası var ve bunlardan hoşlanmadığını anlıyoruz. Ama senin gibi Çin’in küresel konumuna dair kafa yoran bir adam mesela gidip kendi gözüyle Shenzhen’i görmek neden istemesin?

İstemiyorum çünkü okuyorum. Bütün merak ettiğim konularda dünyanın en büyük adamlarının yazdığı şeyleri okuyorum. Oralara gittiğim zaman kafede tanıştığım iki heriften veri alabileceğimi düşünmüyorum. Onun yerine istatistiki verilere bakarım, anlarım. Sohbetten bir şey öğrenmeme gerek yok ki. Arkadaşlarımla bile sohbet ederken ben ‘kıraathane muhabbeti’ diye sıkılıyorum. Onun yerine o konudaki en iyi kitabı okuyup öğreniyorum zaten.

“Yurt dışında sokakta dolaşıp ne öğreniliyor Allah aşkına? Okuyorum ve biliyorum zaten”

-Zaten okudum biliyorum, gidip görmeme ne gerek var.

E yani adam yıllarca araştırıp yazmış. Kıçı kırık şarkıcı sokakta tanıştığı iki kişiyle kıraatathane muhabbeti yapıp iki günde ülke çözümleyemez ki. Sokakta dolaşıp ne öğreniliyor Allah aşkına? Ben verilere inanıyorum.

“Peki, erkeksi durmuyor muyum?” 

-Bu kadar duygu üzerinden kariyer yapmış bir adam olarak, İstanbul gibi bir şehrin duygusu üzerine unutulmaz şeyler yazmış bir adam olarak şu anda söylediklerini biraz hayretle dinliyorum açıkçası. Şehirlerin duygularını değil verilerini bu kadar öncelemeni…

Peki erkeksi durmuyor muyum?

-Nasıl yani? Ne alakası var?

Yani sanki ortaokullu kız gibi hissetmemi istiyorsun. Ben kocaman adamım. (Kahkahalar)

-Konu nasıl buraya geldi yahu? Ben ne soruyorum, sen ne diyorsun?

Londra’ya gidiyorsun. Bir akşam yemeğinde bir tane arkadaşın diyor ki “Ya acayip pahalılık var, Londra batıyor.” Sen sonra dönüp Türkiye’ye “İngiltere batıyormuş” diyemezsin. O konuda yazılmış o kadar şey var ki okusana o anektoda mı kaldın?

-Peki! Buradan da çıkıyorum, konu mecrasından iyice kopmadan. Sanıyorum hala Cihangir’de oturuyorsun.

Evet.

-Çevremdeki pek çok insandan İstiklal Caddesi başta olmak üzere Beyoğlu’nun çok Arap kültürüne uygun bir tüketim alanı haline gelmesinden rahatsızlık duyduklarını dinliyorum.

Orada Norveçli sarışın çocukları görseler “harika olmuş” diyeceklerdi. Suriyeli kara kuruları görünce mahvoluyorlar. Ben hepsini tanıyorum, tam öyle demeseler bile içlerinden geçeni biliyorum. Benim için “Her yer Arap da oldu” demek ırkçılıktır. Türkiye’ye aşırı göçten tabii ki rahatsızım. Yanlış ve plansız biçimde yapıldı bu işler, hâlâ devam ediyor. Ve bunun çaresi de yok artık. Uzun zaman geçti, o çocuklar artık burada büyüdüler. Onları geri göndermek biraz vicdansızlık olacak. Bir de bu bizdeki Suriyelilerden rahatsız olanların hepsi İngiltere’ye gitmek istiyor, İngiltere’nin Suriyelisi olmak için. Kendine hak gördüğünü başkasına görmüyor.

-Ben de senin gibi bazen ‘emekli kafasında iş yapıyorum’ diyorum diye meslek büyüklerim kızıyor ama o duygu insanı çok özgürleştirmiyor mu?

Kendimi rahatlatmak için, yani kendime söylüyorum onu ben aslında. Çünkü öbür türlü hep bir şeylerin üzerine atlayan bir alfa erkeğiyim ben. O alfa erkeğini böyle susturmaya çalışıyorum.

-Evet seninle konuşurken o alfa erkeğiyle tanışmamak mümkün değil zaten. Biraz önce tank tüfek konuşurken ziyadesiyle tanıştık kendisiyle.

(Kahkahalar) O her şeyi almaya hevesli herifi susturunca rahatlıyorum.

-Aslında kendinle baş etmek için birtakım yöntemler geliştirmişsin. 

Aynen.

-Bütün bu konuşmadan bana kalan şu oldu; bizim dinleyicilerin olarak müzikle, toplumla, Türkiye ile ilgili konuştuğunu sandığımız her şey aslında kendinle ilgiliymiş. O yeni rolleri de kendini iyi hissetmek için giyiniyorsun, konu bizimle ilgili değil yani.

Tabii. Aslında hep kendimi yeniden formatlıyorum. Ben hala kuluçkadayım. Hala kendimle uğraşıyorum. Benim hep söylediğim bir şey var; ben kendimin en iyi arkadaşı ve en kötü düşmanıyım. Kendiyle didişen, onu değiştirmeye, zaptetmeye çalışan kişiyim aynı zamanda. Ben sadece toplumu düşünen, onun için gözyaşları döken adam değilim. Hâlâ kendimle uğraşıyorum.

-40’lı yaşlardan bütün insan evlatlarının üzerine gelen sadeleşme ve yavaşlama hali herkes için yeni bir kuluçka oluyor zaten ama sen o doğal yavaşlamayı yepyeni ürerim bir üretim sürecine dönüştürmüşsün.

Bu arada o boşluğu doldurabilmiş değilim ben. Onunla zamanında doldurduğum artık olmayan şeyi bir başka şey bularak doldurabilmiş değilim. Kendime dair belki biraz evvel çok pozitif şeyler anlattım ama aynı zamanda gelecek korkuları olan, anlam bulmakta zorluk çeken, hayata ve bir şeye kendini vakfetmekte zorluk çeken, eski tutkuları olmayan, ne yapacağını bilemeyen, kafası sürekli karışan da bir kişiyim hala. Her şeyi çözmüş değilim kendime dair, geleceğe dair. Hayatım boyunca da sürecek bu. Nereye doğru gideceğim? Kendime prensipler buluyorum, onlara tutunuyorum. Eskiden o prensipler kalbimden gelirdi, şimdi kalbimden gelmiyor.

-Ona içerliyorsun heralde biraz, kalbinden gelmemesine.

Ona içerliyorum, evet. Kalbimden gelmiyor, mantığımla çalışıyorum ve mantıkla çalışmak da o kadar zor bir şey ki.

-Dünyaca tanınan rock yıldızlarının çoğu da zaten senin yaşadığına benzer krizler yaşıyor yaşları ilerledikçe. Sana özgü bir durum da değil hani.

Aynen. “Ne lan bu?” diyorsun. Bak, bana sihirli bir değnek dokunsa beni dünyanın en büyük ve en saygıdeğer ve en zengin sanatçısı yapsa yarın yine aynı kişi olarak kalkacağım. Bugün kalktığım kişi olarak kalacağım. Bunu bilmek o kadar zor ki.

“Stratejik olma hali yeni geldi üstüme, eskiden böyle değildim” 

-O eski halinin umursamazlığını kaybetmiş olman da mı ağır geliyor biraz?

Sadece umursamazlık üzerinden gidemezsin. İçindeki ateş artık, uğraşa uğraşa yaktığın bir ateş.

-İşte tam bunu sormaya çalışıyorum. “Artık ancak uğraşa uğraşa bir ateş yakıyorum” dediğin şey devamlı bir stratejik olma halini de beraberinde getirmiş gibi görünüyor. Eskiden de bu kadar stratejik miydin kariyer adımları konusunda?

Stratejik değildim. Daha yeni geldi bu hal. Başta konuştuk ya, pandemiden sonra. Orada şunu dedim ben; Artık sadece duygularıyla hareket eden o herif olamayacağım çünkü -sevmeyeceksin şimdi yine bu lafımı ama- oradan yeterince cephane alamıyorum artık ben.

-Yok bu cümlenin içinde ‘cephane’ mecazına bir itirazım olmaz, buyurun devam…

Benim cephanem artık beynim. Eskiden beynimle kalbim karışıyordu.

-Son soru… Kadınlar da bu kadar rasyonel bir yere mi oturdu artık hayatında?

E yani mecburen, bu yaşla gelen bir şey. Bir de artık rock yıldızlığının direkt uzantın değil, sahnede olduğun bir persona olduğunu kabul etmek zorunda kaldığın bir yaş bu. Eskiden 24 saat rock yıldızıydım. Ben artık 24 saat rock yıldızı değilim. Sahneye çıktığımda o kişiyim. Sonra onu katlayıp başka birisi olarak eve dönüyorum.

-Ve soruma cevap vermedi! “Kadınlar nerede?” diyorum bütün bu yeni durumunun içinde.

Yaşla beraber romantizme inancını yitiriyorsun. Hala romantik şeyler var ama kadınlara karşı değil, sanatla ilgili şeylerde var mesela. Aşk kavramıyla ilişkimi çok uzun yıllar evvel bitirdim zaten. Bitirdim dediğim, bitti. O duygu gelmiyor. Bir kararla olmadı bu. Kadın-erkek ilişkilerinde romantizm boyutunun benim için bitmesi çok uzun zaman önce oldu. Âşık olmayı unuttum ve neredeyse çocukça geliyor. Bir sürü şarkımın içerisinde söylediğim şeyi artık hissetmiyorum. Ben bir aktörüm artık sahnede, o şarkıları yazarken içinden onları geçiren insan değilim artık.

HABERE YORUM KAT

3 Yorum