Türkiye medyasında farklı bir ses: Yeni Şafak 30 yaşında
Aydın Ünal ve Yasin Aktay, 30 yıllık yayın hayatı tecrübesine kavuşan Yeni Şafak'ın temsil ettiği çizgiyi hatırlatıyorlar.
Aydın Ünal / Yeni Şafak
Yeni Şafak olmasaydı…
Yeni Şafak gazetemizin 30’uncu yaş günü için bu yazıyı kaleme alırken gündemde iki sıcak konu vardı: Türkiye’de, Diyarbakır’da, 10 yaşında bir kız çocuğu kaybolmuş, uzun aramaların ardından cesedi bulunmuştu. Aynı günlerde, İsrail’in Gazze’de 7 Ekim 2023’te başlattığı soykırım ardında 15 bini çocuk olmak üzere 40 binden fazla kayıp bırakarak 11 ayını doldurmuştu.
Her iki olayda da, cinayet ve soykırımla birlikte, medya ve sosyal medya aracılığıyla çok yoğun bir kara propaganda devreye girmişti.
“Narin” isimli yavrumuzun önce kaybolması, maalesef ölü bulunması ve yargı sürecinin başlamasıyla birlikte, medya ve sosyal medyada, küçük bir çocuğun cansız bedeni üzerinden acımasız, vicdansız, merhametsiz bir istismar kampanyası başladı. Daha olay aydınlatılmamışken, iğrenç bir fırsatçılıkla, merhume kız çocuğunun köyü, şehri, etnik kökeni, öldürülmeden hemen önce gittiği Kur’ân kursu, bunlarla birlikte milletin değerleri, kutsalları, Kur’ân, cami, imam, İslâm, aile kurumu ve daha nicesine pervasızca, insafsızca saldırıldı. Narin unutuldu, devreye ideolojik, örgütsel, siyasi, dini, mezhepsel, etnik fırsatçılık girdi.
Gazze’de 11 aydır devam eden ve çocukları, kadınları, yaşlıları, masum sivilleri, hastaneleri, camileri, kiliseleri, kütüphaneleri, okulları, üniversiteleri, tüm binaları, tüm altyapıyı bilinçli şekilde hedef alarak yok eden İsrail, tarihin bu en utanç verici eylemini gerçekleştirirken, dünyaya, “terörle mücadele ettiği” yalanını pompalıyor, Müslümanların barbar olduğunu ve barbarlıkla savaştığını söylüyor, küresel medya ve sosyal medya üzerinden algı operasyonları, manipülâsyon yapıyordu. İsrail’in Türkiye’deki paralı ya da gönüllü neferleri de soykırımın üzerini örtmek ya da soykırımı meşru göstermek için ellerindeki büyük imkânları kullanarak insanlık dışı bir eyleme ortak oluyorlardı.
Bu iki örneği güncel oldukları için verdim. Aslında son 100-150 yıldır tekrar tekrar aynı senaryoyu farklı şekillerde yaşıyoruz. Hem Türkiye’de, hem dünyada, insanî olana, ahlâkî olana, aileye, İslâm’a, Müslümanlara yönelik sistemli bir saldırı var. Gazeteler, dergiler, kitaplar, sonradan radyo ve televizyonlar, şimdilerde internet, iyiyi ve doğruyu yaymaktan ziyade, kötüyü, kötülüğü, yalanı yaymak için daha yoğun kullanılıyor. “Medium” değişse de, mesaj değişmiyor.
Sadece bu güncel iki mesele üzerinden bile baktığınızda, Yeni Şafak’ın varlığının ne kadar değerli olduğunu göreceksiniz.
Narin cinayeti örneğin… Yeni Şafak, öncelikle, böyle hassas bir meselede nasıl sorumlu, dikkatli, ilkeli yayın yapılması gerektiğini hakkıyla gösterdi. Kimseyi rencide etmeden, yargı sürecini etkilemeden, dedikodulara, söylentilere, uçuk senaryolara, komplo teorilerine, sansasyona, tiraj ve reyting hırsına kapılmadan örnek bir yayıncılık gerçekleştirdi. Dahası, masum bir kız çocuğunun canice katli üzerinden en temel değerlerimize hayâsızca saldıranlara karşı Yeni Şafak muhkem bir kale oldu.
Yeni Şafak, 30 yıldır Filistin direnişinin savunuculuğunu yapıyor ancak 7 Ekim 2023’te başlayan soykırım karşısında takındığı tavır üzerinde ayrıca durmak gerekiyor. Yeni Şafak, 11 aydan fazla bir süredir devam eden soykırımı bir an olsun gündeminden düşürmedi. Birinci sayfadaki haberleriyle, iç sayfalardaki haber-yorumlarıyla, okurlarının soykırımı unutmasını da normalleştirmesini de engelledi. Meseleyi hep sıcak tuttu. Tepkiyi, heyecanı, bunlarla birlikte umudu hep diri tuttu. Siyonizmin ya da onun Türkiye’deki ajanlarının operasyonlarını boşa çıkaracak çok esaslı bir yayın çizgisi izledi.
Yeni Şafak olmasaydı ne olurdu? O kadar çok şey sayılabilir ki. Örneğin Narin vakasında meydan tamamen fırsatçılara, istismarcılara kalırdı. Örneğin Siyonizmin kara propagandası Türkiye’de etkili olurdu. Örneğin Fetullahçı terörle mücadelede, örneğin ırkçılıkla, faşizmle, yabancı düşmanlığıyla mücadelede, 17-25 Aralık yargı darbesinde, Gezi olaylarında, 27 Nisan Muhtıra Girişiminde kitlelerin cesaret ve özgüveni eksik kalabilirdi. Örneğin, 28 Şubat’ta, herkesin susturulduğu bir baskı ve zulüm döneminde, cesaretle konuşan, yazan bir Yeni Şafak olmasaydı, bin yıl sürmesi beklenen karanlık bu kadar çabuk aydınlığa kavuşamazdı.
Yeni Şafak, 30 yılda, meydanın da, medyanın da boş olmadığını cesaretle gösterdi.
Yeni Şafak, Türkiye’nin içeriden ve dışarıdan nice saldırıya maruz kaldığı şu 30 yıl içinde öyle cesur, öyle özgüvenli bir duruş sergiledi ki, yarın, Allah korusun, her şey tersine dönse, sesimiz, nefesimiz olacak, dik duracak, cesaretle hakkı söyleyecek bir mecramızın olduğunu biliyor ve bunun konforunu yaşıyoruz.
Yeni Şafak’ın “okul” fonksiyonunu özellikle teslim etmek gerekir. 30 yıl önce yola çıkarken, bir avuç gazeteci, bir avuç yazar vardı; bugün Yeni Şafak sayesinde, kurum içinde ya da dışında çok iyi yetişmiş yüzlerce, binlerce gazetecimiz, yazarımız var. Yeni Şafak sadece bir gazete olmadı; insan yetiştiren, geleceği inşa eden bir okul oldu.
Yeni Şafak’ın şahsi hikâyemdeki yerini de bir kez daha zikretmeliyim: Neredeyse 40 yıldır yazıyorum, 40 yıldır klavye başındayım. Çoğu isimsiz binlerce sayfa yazdım. Hiçbir zaman kendime “yazar” sıfatını yakıştıramadım; ta ki 2016’da Yeni Şafak’ta yazmaya başlayıncaya kadar. Bana bu özgüveni, bu gururu yaşattığı için de Yeni Şafak’a ayrıca minnettarım.
Yeni Şafak olmasaydı, en çok darbe yediğimiz medya cephemiz pek zayıf olacaktı. İyi ki var Yeni Şafak. Şehidimiz Mustafa Cambaz başta olmak üzere, emeği geçen ve bugün aramızda olmayan abilerimize, kardeşlerimize minnet borçluyuz, hepsinden Allah razı olsun. Başta Ahmet Albayrak olmak üzere Albayrak ailesinden, Türkiye’ye böyle bir gazete kazandırdıkları, en zor zamanlarda cesaretlerini sayfaların ve satırların arasına/arkasına koydukları, nice ismin yetişmesine vesile oldukları için Allah razı olsun. Gazetemiz inşallah nice 30 yıllar “Türkiye’nin aydınlık şafağı” olsun inşallah.
Dünden bugüne Yeni Şafak Gazetesi’nin haber politikası
Yasin Aktay / Yeni Şafak
‘Bizim’ gazetemiz: Yeni Şafak
30 yıl önce Yeni Şafak gazetesi Türkiye’nin alacakaranlık günlerinde doğumunu dört gözle beklediğim bir şafak gibi çıkıp gelmişti hayatımıza. Doksanlı yılların ortaları, Türkiye’de Müslümanların hatırı sayılır bir entelektüel, kentli ve siyasi birikim oluşturdukları ve kendilerini ifade edebilmek için her vesileyi aradıkları bir dönem. Yayınevleri harıl harıl kitap yayınlıyor, Arapça, İngilizce ve Fransızcadan kitaplar çevirip yayınlıyor, dergiler birer düşünce mektebi olarak oldukça da yüksek tirajlarla yayın hayatında oldukça canlı adresler olarak temayüz ediyor ve bütün bu mecralarda çok parlak isimler yetişiyor, 70 yıllık bir gaflet ve dalaletle hatta ihanetle hesaplaşıyor, yeni bir dünya, yeni bir Türkiye ihtimaline geniş bir alan açıyorlar. Bu açılan alanlar Türkiye’de başkalarının alanına da uzanıyor, farklılıklar keşfediliyor, diyaloglar yaşanıyor ve bu diyaloglardan çok farklı düşüncelere, umutlara doğru yelkenler açılıyor. Bütün bu tabloda bir günlük gazete, bütün o birikimin toparlanacağı, besleneceği, kendini ifade edeceği veya kendi ifadelerini tercüme eden bir ses olarak adeta bekleniyordu. Bir gazetemiz de olsa her şey çok daha farklı olacaktı. Aslında bir günlük gazete için biraz da nostalji alanına havale olmuş eski deneyimler geleceğe dönük bir talep de oluşturuyordu. Türkiye’nin Müslüman entelektüel birikimini yeterince ifade etmekten uzak Milli Gazete’ye ilave olarak açılmış olan Yenidevir gazetesi yetmişli yılların sonlarına doğru çok etkili bir iş çıkarmıştı. İsmet Özel, Rasim Özdenören, Cahit Zarifoğlu, Erdem Bayazıt’ın isimleriyle ilk kez karşılaştığım o gazete benim için gazeteden öte bir şeydi.
Siirt İmam-Hatip Lisesinin orta kısmında okuduğum yıllarda nasıl bir motivasyon almışsak üç beş kuruşluk harçlığımızla her gün gazeteciden gidip günün gazetesini bekleyerek alıyorduk. Bekliyorduk çünkü o yıllarda gazete şehre ancak ikindi vakitlerinde gelirdi. Bekliyorduk çünkü gelen gazete o gün bizi toparlayacaktı, yalnızlığımızı giderecek, bizi bir yerde toplayacaktı. O gazeteyi alıp su içer gibi okuduğum yılları hatırlıyorum. Cahit Zarifoğlu’nun okuyucu mektuplarını yayınladığı, şiir yorumları yaptığı köşesi ve diğer köşe yazıları, Cemil Meriç’in tam sayfa yayınlanan, Ali Şeriati üzerine, Edward Said’in Sömürgeciliğin Keşif Kolu Oryantalizm üzerine, kendi semasındaki tek yıldız İbn Haldun üzerine sonradan Kırk Ambar’a girecek yazıları bizi biraz aşsa da bize nereye doğru ilerlememiz gerektiğine dair bir işaret fişeği gibi geliyordu. Hele Zor Zamanda Konuşmanın yolunu bu mecrada bulmuş olan İsmet Özel’in yazıları. Birkaç arkadaşımızla aramızda darbeye doğru veya darbeden hemen sonraki karanlık yıllarına bir ışık gibi düşüyor, bizi bir mensubiyet içinde tutuyordu.
12 Eylül sonrasında birçok başka şey gibi Yenidevir de bir süre sonra yayınını durdurdu. Onun yayınını durdurması hayatımızda ciddi ağırlığı olan bir dostumuzun bizi yalnızlığımıza terk etmesi gibi gelmişti. Kitaplara, dergilere dönmüştük. Ama bir günlük gazetenin yeri bambaşkaydı. Bir iki sene sonra Fehmi Koru’nun yönetimini üstlendiği Milli Gazete’de bir anda o havanın yakalandığını görünce ona sarıldık ama çok uzun sürmedi. 12 Eylül’ün zor zamanlarında bize konuşan, bizim de dinleyebileceğimiz, bizi temsil eden ve bizi toparlayan güçlü, umut verici sesten mahrum kalmış gibiydik. ODTÜ Sosyoloji’de okumaya başladığım ilk yıl aşağı yukarı aynı ekip Zaman gazetesini çıkarmaya başlayınca yeniden toparlandığımızı hissettik. Çok sürmedi, altı ay sonra bir iç darbe ile Fethullahçılar tarafından gazete ele geçirilince gazetenin bir anda dili de, ahengi de, ruhu da değişiverdi. 1995 yılı köprünün altından çok suların geçtiği, Türkiye’nin birikiminin artık kabına sığmadığı bir dönemdi ve bu birikim açısından bir günlük gazete meselesi bir hasret konusu haline gelmişti. Ama böyle bir gazetenin finansmanını üstlenecek bir sermayesi hâlâ yoktu, var olanlar da ya yeterince iyi organize olamıyor veya bu işi kotaracak bir disiplin sağlanamıyordu. Ama hasret ve beklenti devam ediyordu. Turgut Özal vefat etmiş, 2 Temmuz Sivas katliamı ve irtica töhmetleri altında İslâmî kesim kendini ifade edebilme imkânlarından mahrumdu. Sivil alanda yükselen bir İslâmî hareket, demokratik siyasette ise adım adım iktidara yürüyen bir Refah Partisi ve bütün bunlara karşı 70 yıllık müktesebatını korumaya çalışan bir statükonun kural tanımayan bağnaz direnişi vardı. Yeni Şafak, 1950 yılından itibaren toplumun kısıtlanmış olduğu özgürlük talebinin bir sözcüsü ama aynı zamanda bu hareketin artık mukadder olan doğuşunun müjdecisiydi. Şafak söküyordu ve bu yeni şafak 70 yıldır bu milletin maruz kaldığı tahkirden, tahditten ve baskılardan kurtuluşunun müjdecisi olacaktı, oldu. Ama aynı zamanda bir günlük gazete aracılığıyla bu toplumsal hareket bir bakıma ortak bir dünya algısını, kimlik ve aidiyet duygusunu da besledi. Belki çok katı ve sert şekilde değil ama bir şekilde bu duygu Yeni Şafak’ı okuyanlar arasında oluştu.
Arada 28 Şubat süreci yaşandı. Başörtüsü zulmü, katsayı zulmü yaşandı. Bütün bu darbeci Kemalist dalgalara karşı Yeni Şafak bir sığınak gibi, bir teselliden öte direnişi telkin ve temsil eden bir mecra olarak durdu. Bilfiil de o yıllarda gazetelerinden kovulan nice özgürlükçü yazarlara kapısını açtı. Bunlar gazete okurlarına bambaşka bir ufuk açtı, gazetenin düşünce ufkunu genişletti, efkarı zenginleştirdi. Muhalefetteyken baskıyı da gördü ama direnişin ve muhalefetin en asil, en vakur şeklini temsil etti Yeni Şafak. Sonra ait olduğu, temsil ettiği hareket iktidara geldiğinde bambaşka bir sorumluluk üstlendi Yeni Şafak. Hoş bu hareket iktidarda olduğu halde en az ilave 15 yıl daha hep sisteme, derin devlete muhalefete devam etti. Bu da ona her zaman bambaşka bir meziyet verdi.
2005 yılında, neredeyse on yıl önce, zaten başlangıcından beri asla sekmez bir okuyucusu olduğum Yeni Şafak’ta yazmaya başlamış oldum. O gün bugün hiç aksatmadan ve hiç izin kullanmadan yazdım, yazıyorum. Kendi evimde, kendi mecramda. Yeni Şafak benim için yazı yazılabilecek çok sayıda yerden bir tanesi olmadı hiçbir zaman. Başta bu gazeteyi en zor zamanda sahiplenerek, bütün maddi külfetini fedakârca üstlenerek çıkarmaya devam eden Albayrak kardeşler olmak üzere yönetimiyle, yazarlarıyla, bütün emektarlarıyla ve okuyucularıyla kendimi bir aile gibi hissettim hep. Yeni Şafak bu anlamda herhangi bir gazete değil, misyonuyla, vizyonuyla, aidiyetiyle gerçekten belli bir birikimi temsil eden “bizim” gazetedir.
Geçmişin ihyasından geleceğin inşasına doğru, o Kitab’ın daha iyi anlaşılması ve yaşanması yolundaki misyonu doğrultusunda bütün aile efradıma, nice 30 yıllar diliyorum.
HABERE YORUM KAT