‘’Türkiye, Kudüs ve İran’da Son Yaşananlar ve Gelecek’’
Bartın Özgür-Der’de bu hafta ‘’Türkiye, Kudüs ve İran’da Son Yaşananlar ve Gelecek’’ konusu konuşuldu.
Hamza Türkmen’in konuşmacı olduğu seminerde özetle şunlar ifade edildi;
Müslümanlar olarak yaşadığımız hayatın değişik evre ve şartlar dizininde türlü türlü imtihan olmaktayız. Hatırlayalım 28 Şubatlarda zaruret koşullarında ayakta kalmak için zorundalıklarımızı ve taleplerimizi gündeme getiriyorduk. Hiçbir zaman vakıadan kopmak da yoktu. Allah Rasulü (s) diyor ya; ‘’Kıyametin kopacağını bilseniz elinizde bir fidan olsa dikin onu’’ Bugün dünyanın dört bir yanında mümin kardeşlerimiz ağır koşullar altında var kalmaya çalışıyorlar. Şartlar ağır, ama herkes yapabildiğiyle ilişkili sorumluluk taşıyor, şu halde şöyle demeliyiz ‘zaferle değil seferle memuruz’ bu biline..
Mehmet Akif’in Bülbül şiirinde söyledikleri var ya, ümmetin o dönem yaşadığı manidar ve acı durumu ne kadar da iyi anlatmaktadır. Akif o günü ve bugünü tarif etmektedir, değişmediğimiz değişemediğimiz müddetçe:
Bütün dünyâya küskündüm, dün akşam pek bunalmıştım;
Nihâyet, bir zaman kırlarda gezmiş, köyde kalmıştım.
Şehirden kaçmak isterken sular zâten kararmıştı;
Pek ıssız bir karanlık sonradan vâdîyi sarmıştı.
Işık yok, yolcu yok, ses yok, bütün hilkat kesilmiş lâl...
Bu istiğrâkı tek bir nefha olsun etmiyor ihlâl.
Muhîtin hâli «insâniyyet»intimsâlidir, sandım;
Dönüp mâzîye tırmandım, ne hicranlar, neler andım!
Taşarken haşrolup beynimden artık bin müselsel yâd,
Zalâmınsînesinden fışkıran memdûd bir feryâd,
O müstağrak, o durgun vecdi nâgâh öyle coşturdu:
Ki vâdîden bütün, yer yer, eninler çağlayıp durdu.
Ne muhrik nağmeler, yâ Rab, ne mevcâmevc demlerdi:
Ağaçlar, taşlar ürpermişti, gûyâSûr-i Mahşer’di!
M. Akif tüm ümmet coğrafyasını tek vatan olarak görüp her tarafını dolaşmış, bir yandan içi ağlayarak ama bir yandan İslami bir yönelişle çürümeye, bitap duruma çözüm bulmaya çalışan birisiydi. İçerideki zaafları, şartların muhatapları olması gereken mercilerin basiretsizliğini, medreselerde ki kifayetsizliği, ilmihalimizi yenileyemeyişimizi haykırıyor ama görevden de kaçmıyordu. Kastamonu, Balıkesir, İstanbul camilerinde vaazlar vererek Müslümanların izzeti için yeniden toparlanmak ve düşmana karşı yekpare bir duruş için duygu yüklü, heyecanlı vaazlar veriyordu. Malum sonradan İskilipli’yi ,Ali Şükrü’yü harcayan meşum zihniyet M. Akif’in de hayatına kastetmiş onu Mısır’a hicrete zorlamıştı.
Akif’teki yalnızlığı, vefasızların onun dava bildiğine ihanetlerini, İslami duruşa, halkın İslami şiarlarına en sert yöntemlerle hücum ederek Müslüman bireyleri nasıl suskunluğa ittiklerini şu dizelerden anlayabiliyoruz:
“Toprakta gezen gölgeme toprak çekilince
Günler şu heyulâyı da er geç silecektir
Rahmetle anılmak, ebediyyet budur amma
Sessizyaşadım, kim beni nerden bilecektir…”
1950‘lerde 60’larda aynı yalnızlığı yaşayan Necip Fazıl da benzer dizelerle durumu arz ediyordu:
Son gün olmasın dostum, çelengim, top arabam;
Alıp beni götürsün, tam dört inanmış adam...
28 Şubatın yakıcı rüzgarı okul koridorlarında dolaşırken, başörtülü kızlarımız çetin bir direniş sürecine giriyor destan yazıyorlardı. Ortalıkta nifakın, müdahanenin, çözülmenin şeytani vesvesesi de yok değildi. Kızlarımızdan bir kısmı Fetönün fetvasıyla açtırılmaya çalışılıyor, bir kısmı da gelecek kaygısıyla, ana baba baskısıyla açtırılmaya çalışılıyordu. Direnenler o kitlenin belki yarısı bile değildi. Ama o şanlı direniş öyle bir bilince evirildi ki; İslami camianın tepkisi ABD’nin 1 Mart tezkeresiyle Ortadoğu Coğrafyasının kalbine operasyon çekeceği askeri üsleri kurdurtacak izni çıkarttırmadı meclise hamdolsun. Hiç bir gerekçeyle tavize ve karşı tarafa sığınmaya dönüştürülemeyecek bir bilinç inşa etti belleklerde, kızlarımızla erkeklerimizle direnişin bereketi. Bu kazanım henüz Müslümanların siyasetle iç içe geçirdikleri 15 yıllık süreçte İslami bilince, mümin nesillere, hayatın tüm alanlarında Müslümanca yapıp ettiklerimize evirilecek bir olgunluğa ulaşamamış durumda, bizler bu yolda çabalarsak bu da olacak. Bu yönelim ağır aksak da ilerlese, her şeye rağmen 15 Temmuz gecesi saat 22:00 ile 00:30 arasında, Fetö katillerince ölümlerin en çok olduğu o vakitte sokağa ilk çıkan, darbeye ve darbecilere karşı direnen kitle 28 Şubat sürecinde darbecilere karşı direnen, zorluklarla sınanan, mücadelesiyle İslami uyanış sürecini var kılan o kitle oldu. Ama 15 Temmuzla birlikte elde edilen kazanım; vesayet odakları olan orduda, siyasette, emniyette, yönetim ve hukuk anlayışında vesayeti alabildiğine gerileten, İslami bilinç düzeyini inşa eden bir olgunluğa evirilebilecek aşamalara dönüştürülemedi maalesef.
Müslümanlar olarak yeryüzünde adaleti, tevhidi, birri, takvayı, müminlerle dayanışmayı, var olan imkânlarımızı paylaşmayı kulluk görevi idrakıyla kavramak ve kimliksel düzeyde pratiğimizle temsil etmek zorunluluğumuzvardır.
Dünyadaki küresel vesayet, Trump’ın ABD büyükelçiliğini Kudüs’e taşıma vaktinin geldiği açıklamasıyla birlikte bir kez daha kendini gösterdi. İslam dünyası olarak ne kadar büyük bir dağılmışlık içinde olduğumuzu, batı işbirlikçisi yöneticiler tarafından İslam dünyasının birçok başkentinin zalimane ve kandırmaca içinde yönetiliyor olduğu gerçeği bir kez daha açığa çıktı. Aynı zaruret koşulları bu Kudüs meselesiyle tezahür eden acziyette de ne yazık ki geçerlidir. İlk defa var olduğumuzu belli edecek tepki cephesi kurmaya çalışıyoruz. Karşı koyarak, direnerek veya hiç olmazsa var kalıp ama tepkisini de ifade ederek bir tepki cephesi bina etmeye çalışıyoruz. Bu duyarlılığı belki büyütürüz umuduyla. Bu sebeple irili ufaklı birçok ülkenin, hatta içlerinde Müslümanların oranlarının epeyce az olduğu bilinen ülkeleri de katarak İstanbul’da gerçekleştirilen ve Birleşmiş Milletler kararlarında etkili olacak, İslam İşbirliği Teşkilatını toplayarak, ABD başkanın Kudüs hakkında vermiş olduğu bu tahrikkar ve küçük gören kararını eleştiren bir görüş birliğini temin ederek bunu müteharrik bir güce evirmeye çalışıyoruz. Bu hiç yoktan kazanım olarak görülmelidir. Şartlar o kadar ağır ki. Küçük mevzilerle kazandığımızı diğer ülkelerin de gündemine sokarak direniş sürecini biraz olsun genişletebiliriz derdindeyiz.
İran’da halk 80’lerin başında, devrimin hemen ardından “Tudeh kapatılsın, Huccetiyeye ölüm” diyorlardı. Biz ilk başlarda bu sloganın ne anlama geldiğini idrak edememiştik. Sonraları anladık ki halkın istediği adil, ayrımcılık yapmayan, batıcılığı reddeden, halkı fakirleştirmeyen, dini alanları kısıtlamayan, insanlara kimliksel baskı yapmayan, ne doğunun ne de batının kölelik sistemlerinden birine halkı mecbur tutmayan bir talebi dile getirdiklerini anlar gibi olduk. Hem komünist partinin kapatılmasını istiyorlar, ABD’nin zaten yönetimden el çektirildiğine inanıyorlar, hem de halkın isyanını, adalet haykırışını duymazdan gelen, şahın zulmüne sessiz ve seyirci kalan ama halktan teberrük yardımları toplamak konusunda da alabildiğine seferber din adamlarını, hüccetiyeyi protesto ettiklerini zamanla anlamaya başlamıştık. Ne oldu, yıllar geçti ne değişti, komünist parti kapandı, ABD kovuldu ama hüccetiye iktidar oldu. İran devlet gelirlerinin %50’ye yakın bir oranını Hamaney’e bağlı kuvvetlerin kontrol ettiğini açıklayan Ruhani’ye protestolarla başlayan eylemler sonra ‘Hamaney’e ölüm’, ‘Hamaney ilah mısın’, ‘Suriye’den Iraktan elini çek, İran’a bak’ sloganlarına dönüşünce eylemler Meşhed’ten diğer şehirlere de yayılır gibi olmuştu. Ama eylemleri yapanların Hamaney tarafından ABD ve İsrail ajanları oldukları ve cezalarının çok ağır olacağı ilan edilince halk, geçmişteki Yeşil Hareket temsilcileri böyle bir manipülasyona fırsat vermemek için geri çekildiler. Bugün İran’da halka gerektiğinde Suriye halkına yaptıkları zulmün aynısı yapmaktan çekinmeyecek bir yönetim anlayışının hâkim olduğu aşikardır.
Bazıları İran’dan sonra sıranın Türkiye’ye geleceğini söylediler. Bu tam bir kandırmaca, böyle bir ekonomi işleyişi, hüccetiye sultası var da mı sıra Türkiye’ye gelsin. Baskı rejimleri altında insanlar sokak eylemlerine çok kolay yönelebilirler, bu çok basit midir de halk hain olsun ve ajanlar Meşhed sokaklarında cirit atsın, bu düpedüz yalan?
İftiralarla dolu, bir o kadar basiretsiz okumalarla halkın adalet özlemi ve fakirliğe isyanı görmezden geliniyor. Evet, zulüm sistemlerinin olduğu her yerde her zaman adalet arayıcıları olacaktır. Hele ki İslami kimliğe sahipseniz bu konuda sesli ya da sessiz her zaman, gerektiğinde bazen bedel ödemeyi göze alarak zulüm eleştirileri olacaktır. İnsanların adam gibi muamele görecekleri, doğal haklarını ve özgürlüklerini özledikleri fıtrat arayışları her zaman en zaruri haklarıdır. İslam’a, fıtrat yoluna dair hakikat zanla, iftirayla, komplocu yaklaşımlarla anlaşılabilecek ve bulunup ortaya çıkartılabilecek bir kavram ve olgu değildir. Rabbimizin insan tabiatına uygun vaz ettiği hakikat, Rabbimizin yeryüzünde sorumluluk yüklediği ve fıtrata uygun indirdiği dini İslam’ın asli muhtevasıdır. Duyduklarımız, gördüklerimiz, yaşadıklarımız sadece hakikat değerleri üzerinden ele alınırsa, bu konuda zandan kaçınılırsa, vehimlerle hareket etmeden adil şahid tutumla meseleler ele alınırsa yeryüzünde İslami bir dönüşüm beklentisi karşılık bulacak ve Allah’ın izniyle insanlar eliyle yeryüzüne dağılacaktır.
HABERE YORUM KAT