‘‘Türkiye gözden uzak tutulamayacak bir aktör olarak sahnede, sahada ve masada’’
Uluslararası medyada adı sıkça duyulmaya başlayan Türkiye’nin konumunu yorumlayan Taha Kılınç, bu meyanda oluşan “Türkiye faktörü” nün etkinliğinden bahsediyor.
Yeni Şafak / Taha Kılınç
Türkiye faktörü
“İslâm Zirvesi, 22-25 Eylül 1969 günlerinde Fas’ın başkenti Rabat’ta toplandı. Zirveye 36 ülke davet edilmiş olmakla beraber, Türkiye dâhil 25 ülke katıldı. Türkiye, zirvede Dışişleri Bakanı İhsan Sabri Çağlayangil tarafından temsil edilmiştir. Irak, ‘üye’ olarak değil de ‘gözlemci’ olarak davet edildiği için Filistin Kurtuluş Örgütü [FKÖ] ve Fas ile (zirvenin ev sahipliğini Suudi Arabistan ve Fas yapıyordu) diplomatik münasebetleri olmadığı için Suriye, zirveye katılmamışlardır.
İslâm Zirvesi sonunda yayınlanan kararlarda İsrail’in Kudüs’ten çıkması ve Kudüs’e, 1967 Haziranı’ndan önce 1300 yıldır devam eden statüsünün iadesi ile, İsrail’in 1967 savaşında işgal ettiği topraklardan çekilmesi isteniyordu. Konferansta, İsrail’i tanımış olan devletlerin İsrail’le diplomatik münasebetleri kesmeleri istenmişse de, Türkiye ve İran ile Mali, Moritanya, Nijer ve Senegal gibi Afrikalı Müslüman ülkeler bunu kabul etmemişlerdir.
Türkiye’nin gerek İslâm Zirvesi ve gerek alınan kararlar karşısındaki tutumu, “çok fazla bağlanmamak” şeklinde ifade edilebilir. Çünkü Rabat’taki Türk delegasyonu, 25 Eylül günü şu açıklamayı yayınlamıştır: “Türkiye Dışişleri Bakanı, konferansta yaptığı konuşmada, Türkiye’nin konferans sonunda yayınlanan beyannameyi, ilgili konularda Birleşmiş Milletler’de kabul veya tasvip ettiği kararlara uygunluğu nispetinde desteklediğini açıklamıştır.”
Bu karmaşık açıklamanın sebebi şuydu: O sırada bilhassa CHP muhalefeti, Türkiye’nin bir laik devlet olarak İslâm Zirvesi’ne katılmasına karşı çıktığı gibi, kamuoyunda da bu katılımla ilgili sert tartışmalar olmuştur. Bu sebeple, o zamanki hükümet, İslâm Zirvesi’ne katılma kararı alarak bilhassa Arap dünyasına bir yaklaşma eğilimi gösterirken, zirveye sadece Dışişleri Bakanı seviyesinde katılmak suretiyle, bu yaklaşmayı sınırlı bir seviyede tutmaya dikkat etmiştir. Bu sebeple, Dışişleri Bakanı Çağlayangil’in 30 Eylül’de BM Genel Kurulu’nda yaptığı konuşmada Mescid-i Aksâ ve Arap-İsrail meselesine değinen sözleri, 25 Eylül günü Rabat’ta yapılan açıklamayı aydınlığa kavuşturmaktan uzak kalmıştır.
Prof. Dr. Fahir Armaoğlu, “Filistin Meselesi ve Arap-İsrail Savaşları” adlı eserinde, Mescid-i Aksâ’nın 21 Ağustos 1969’da Avustralyalı Hristiyan Siyonist Denis Michael Rohan tarafından kundaklanması üzerine, Suudi Arabistan’ın çağrısıyla Fas’ta toplanan İslâm Zirvesi’ne Türkiye’nin yaklaşımını böyle anlatıyor. O dönemki Türkiye: Gözü-kulağı dünya başkentlerine ayarlı, kendisine ait müstakil ve bağımsız bir adım atmaktan çekinen, Arap ve İslâm dünyasıyla tamamen aynı çizgide görünmemeye çalışan, zor dengelerin peşinde, kararsız ve etkisiz bir ülke… Bu manzarayı, günümüz Türkiye’siyle kıyasladığımızda, aradaki muazzam farka şaşırmamak mümkün değil:
Kafkasya, Filistin, Suriye, Kuzey Afrika, Körfez, Asya, Balkanlar… Bugün bu bölgelerin hepsinde, Türkiye, asla gözden uzak tutulamayacak bir aktör olarak sahnede, sahada ve masada. Çok çeşitli sebeplerle Türkiye’ye mesafeli duran ülkeler bile, kapalı kapılar arkasında, Türkiye’yi oyunun içine çekmeye çabalıyor. Amerikan başkanlık seçimlerinde Türkiye gündem, Fransa’da Türkiye gündem, İsrail’de Türkiye gündem… Coğrafî konumu, tarihî arka planı ve potansiyeliyle Türkiye, dünyanın farklı odaklarını meşgul etmeyi sürdürüyor. Bu, hamasî bir söylem veya hayal değil; sadece bir hafta boyunca uluslararası medyayı ve ajansları takip eden herkes, söz konusu meşguliyetin çok çeşitli örnekleriyle bolca karşılaşacaktır. “Türkiye faktörü”, uluslararası arenanın yeni gerçekliği bugün.
Böylesine ön planda bulunan ve önemsenen bir ülkenin, sıcak çatışmalarda veya kriz anlarında kenarda durması, her şeyin bitmesini beklemesi, risk almaması ve yardımcı bir rolle yetinmesi düşünülemez. Kezâ, birden fazla cephede aktif bir politika takip edilirken bazı yanılgılara düşülmemesi, kervanın zaman zaman yolda düzülmemesi, pratiğin bazen teorinin gerisinde kalmaması da düşünülemez. Dünyanın hiçbir ülkesinin dış politikası tamamen mükemmel, kusursuz ve hedeflediği çerçevede değildir, ki Türkiye’nin de olabilsin. Tam bu nedenle, Türk dış politikasına yönelik insafsız ve ölçüsüz eleştiriler, “Neden risk alıyoruz?” türünde sözümona akıl vermeler, sahadaki gerçekliklerle uyuşmayan masabaşı tavsiyelerde bulunmalar, dünyanın gidişatına ve Ortadoğu coğrafyasının tabiatına aykırıdır. Yalnızca girişte alıntıladığım İslâm Zirvesi’ndeki pasif Türkiye’yi zihinde canlandırmak bile, kat edilen mesafeyi anlamak ve değerlendirmelerde dengeyi bulmak için yeterlidir.
HABERE YORUM KAT