Türk-Amerikan İlişkilerinde Açmazlar ve Fırsatlar
Erdoğan-Trump görüşmesinde açıklanan, Türkiye'nin uzun süredir istediği askeri ekipmanın ivedilikle sevkiyatı kararı, ABD'nin YPG karşısında değişmeyen tavrını "dengeleyici bir unsur" olarak okunabilir.
Doç. Dr. Emel Parlar Dal’ın analizi:
Yeni Dönem Türk-Amerikan İlişkilerinde Açmazlar ve Fırsatlar
Türk-Amerikan ilişkilerinin geçmişten bugüne seyri genel olarak değerlendirildiğinde, diğer büyük devlet-orta ölçekli devlet ilişkilerinde yaşananlara benzer itme-çekmelerin sıklıkla gözlemlendiği ve mevcut pürüz ve ayrışma noktalarının bertaraf edilemediği durumlarda ise ilişkilerin krizler arasında yönetilebilir bir noktaya çekildiğini görüyoruz. Bu bağlamda Trump dönemi ve de son dönemde Suriye özelinde yaşanan YPG krizi de Türk-Amerikan ilişkilerinin bu genel eğiliminden ve akışından bağımsız değil. YPG düğümünün tamamıyla Türkiye’nin lehine çözülmesi, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 16 Mayıs Washington ziyaretinde de görüldüğü üzere, en azından şu an için pek mümkün görünmüyor.
YPG DÜĞÜMÜ
16 Mayıs Erdoğan-Trump görüşmesinde ortaya çıkan tablo, YPG’yi ağır silahlarla donatmak ve bu yaz başında başlaması öngörülen Rakka operasyonunda YPG’nin bel kemiğini oluşturduğu Suriye Demokratik Güçleri’ni (SDF) kullanmak konusunda iki devlet arasındaki ayrışmayı en azından daha az belirgin hale getirmenin amaçlandığını ve Ankara’nın gönlünü almak için de PKK ile mücadelesinde kullanılacağı düşünülen askeri ekipmanın en kısa sürede Türkiye’ye ulaştırılacağını gösterdi.
İlişkilerin stratejik karakterinin tekrar altının çizildiği Trump-Erdoğan görüşmesinde, DEAŞ ve PKK gibi terör örgütleriyle mücadelede ortak bir tavır ve kararlılık göstermenin de önemi vurgulandı. Öte yandan, görüşmelerden edinilen ilk bilgiler, ABD Başkanı Trump’ın Rakka operasyonu sırasında ya da operasyon sonrasında Türkiye’ye “yeni bir görev” tanımlanıp tanımlanmayacağı konusunda ipucu vermiyor olduğu yönünde. Yine aynı şekilde, Trump hükümetinin Türkiye’ye, YPG’ye verilecek ağır silahların PKK’nın eline geçmemesi için güçlü bir kontrol mekanizmasını hayata geçireceği ve Türkiye sınırındaki olası bir PKK hareketliliği konusunda Türkiye’ye ek istihbarat yardımı yapacağı konusunda bir vaatte bulunduğuna dair bir bilgi akışı da gerçekleşmiş değil. Bütün bu beklentilere ek olarak görünen o ki, Trump yönetiminin, yine Türkiye’nin El-Bab’daki mevcut askeri varlığının bir askeri üsse dönüştürülmesi olasılığı konusunda da Türk yöneticilere gerekli desteği ve garantiyi verdiğini söylemek zor. Kısacası, toplantıdan çıkan ilk sonuç, ABD’nin Rakka operasyonunda sahadaki partnerinin, daha önce de deklare edildiği gibi, YPG ve dahil olduğu birlik olan SDF olacağı, ama Türkiye’nin PKK ile mücadelesinde ABD’nin geçmişe göre daha destekleyici bir tutum izleyeceğidir.
Kısacası ABD, YPG karşısında değişmeyen tavrını "dengeleme unsuru" olarak, Türkiye’nin uzun süredir istediği askeri ekipmanın ivedilikle sevkiyatı konusunda taahhüt vermektedir. İlişkilerdeki bu denge arayışının ve karşılıklı ufak tavizlerle krizleri geride bırakarak derin stratejik farklılıkları ortaya çıkarmama tutumunun, bundan sonraki dönemde de devam edeceği öngörülebilir. Bütün bunlar esasında, 16 Mayıs görüşmeleri öncesindeki tahmin ve analizlerin bir çoğunu doğrular mahiyetteki gelişmeler. Peki YPG açmazı bundan sonraki süreçte nereye gider ve son tahlilde, ilişkilerin orta vadede dengelenmesi ve kazan-kazan felsefesiyle rasyonel bir seviyeye çekilmesi bir fırsata dönüşebilir mi?
ABD’NİN 'KÜRT' JEOPOLİTİĞİ
Bugün geldiğimiz noktada, ilişkilerin YPG etrafında adeta kilitlenme derecesine geldiği sürecin başlangıcını, ABD, Türkiye, YPG ve DEAŞ’ın bir şekilde, dolaylı ya da dolaysız olarak dahil olduğu Kobani olaylarına kadar götürmek mümkün.
ABD’nin Ortadoğu’da izlemiş olduğu Kürt politikasının dünden bugüne oluşmuş bir politika olmadığı dikkate alındığında, ABD’nin Suriyeli Kürtleri bu denkleme katmasının, Suriye Savaşı ve özellikle Eylül 2014’te başlayan Kobani olayları sonrası olduğunu söylemek yanlış olmaz.
DEAŞ tarafından çevrilen bu şehir, ABD’nin hava saldırıları ve Kuzey Irak Bölgesel Kürt Yönetiminin Türkiye üzerinden gönderdiği peşmergelerin karadan yardımlarıyla kurtarılabilmiş ve kuşatma sırasında çok sayıda Suriyeli Kürt, Türk sınırına doğru akın etmiş ve Türkiye’ye sığınmıştı.
Kobani kuşatması sırasında, sınırın öteki tarafına Türkiye’nin askeri yardımda bulunmaması, onun yerine lojistik ve insani yardımı tercih etmesi, gerek Suriyeli Kürtler gerekse Türkiye’deki bazı Kürt siyasetçilerin eleştirilerine maruz kalmıştı. Öyle ki Kobani olaylarını takip eden süreçte, ağır aksak da olsa devam eden ve en azından kısa bir süreliğine de olsa ülkede kanın durmasına ve diyalog zemininin oluşmasına vesile olan sürecin, Temmuz 2015’den itibaren PKK’nın saldırılarının başlamasıyla tamamen rafa kaldırıldığını görüyoruz.
Kobani sonrası dönemde, YPG’nin ise kademeli olarak ABD’nin Suriye’de DAEŞ ile olan mücadelesinde lojistik ve silah yardımında bulunduğu önemli bir lokal aktör olarak ortaya çıktığı görülüyor. Görünen o ki ABD’nin NATO müttefiki Türkiye’nin bütün karşı çıkmalarına rağmen YPG’nin başı çektiği SDF ile birlikte karadan Rakka operasyonunu başlatacak olmasının arkasında, günübirlik ya da günü kurtaracak bir strateji yok. Tam tersine, ABD’yi Kürt kartını bu coğrafyada yeniden karmaya yönelten bu jeopolitik hesabın arkasında, birbiriyle bağlantılı, çok boyutlu ve bütüncül bir Kürt stratejisi var.
İlk olarak, ABD Suriyeli Kürtlere yatırım yaparak ve onları silahlandırarak Suriyeli Kürtlerin DEAŞ sonrası Suriye’de oluşacak yeni düzende otonomi isteklerine bir anlamda göz kırpıyor ve bu jeopolitik tasavvurun gerçekleşmesi için adeta aracılık ediyor. Kuzey Irak Kürt Bölgesel Yönetimi’nin 2017 yılı içinde bağımsızlık referandumu yapma kararı aldığı ve bu konuda gerek Avrupa’ya gerek ABD’ye destek çağrıları yaptığı hatırlanırsa, ABD’nin Suriye’deki Kürtleri de içine alan yeni ve kapsamlı bir Kürt politikası dizaynı içinde olduğu da düşünülebilir.
Yine aynı şekilde, Rusya’nın da YPG’ye silah vermemekle birlikte desteğini sürdürdüğünü hatırlatmakta fayda var. Bu durumda Türkiye’nin önünde iki seçenek duruyor: Birincisi, ABD’yi YPG konusunda caydıramadığı da dikkate alındığında, müttefikiyle ilişkilerini germeden, kendi milli güvenliğini tehlikeye sokacak her türlü gelişmeye karşı "otonom bir strateji izlemek" -ki bunu Cumhurbaşkanı Erdoğan “kendi başımızın çaresine bakarız” sözleriyle de belirtmişti. Bu da Türkiye’yi Suriyeli Kürtlere karşı izlediği politika ile YPG politikasını birbirinden daha net bir şekilde ayırma zorunluluğuna itebilir -ki bu muğlaklığın ortadan kalkması, Türkiye’nin içeride atmayı düşünebileceği yeni bir Kürt adımını da kolaylaştırıcı etki yapacaktır. İkinci seçenek ise, Suriye’nin kuzeyindeki gelişmelerin kendi ülkesine sıçrama olasılığını da dikkate alarak, ülkede Kürt meselesinde yeni bir rasyonel zemin hazırlığı içerisine girmek. Kısacası kendi Kürt kartını tekrar masaya çıkarmak.
İLİŞKİLERE YENİ ZEMİN ARAYIŞI
Trump-Erdoğan görüşmesinden sonra, ilk olarak ‘Türkiye’nin yeni ABD yönetimiyle yaşadığı mevcut ayrışmaların fırsata dönüşmesi mümkün mü?’ sorusu akıllara gelmektedir. Şu anda idarede Suriye konusuna daha fazla angaje olmuş bir ABD yönetiminin olması ve Türkiye’nin Suriye sahasındaki diğer iki aktörle Suriye barışı için yeni bir diplomatik mekanizma geliştirmiş olması, Türkiye’nin Suriye konusunda düne göre daha iyi bir noktada olduğunu gösteriyor. Fırat Kalkanı operasyonuyla kendi sınırında hem DEAŞ hem de YPG’den temizlenmiş güvenli bir hat oluşturmuş olması, Türkiye’nin Suriye konusunda bundan sonraki dönemde elini kolaylaştıracak unsurlar. Bütün bunlar, Rakka operasyonu sonrasında oluşacak yeni duruma bağlı olarak, Suriye’de olası bir barışın tesis edilmesinde ve ülkenin yeniden inşası sürecinde Türkiye’ye de önemli sorumluluklar yüklemektedir. Süreç iyi yönetilebilir ve ülkede Kürt meselesiyle ilgili olarak yeni bir ortam oluşması sağlanabilirse, Türkiye Suriye bataklığından çatışma yönetimi ve barışın inşası konularında uluslararası aktörlüğünü güçlendirerek çıkabilir; bütün bunlar Türkiye’nin dış politikasına ve uluslararası imajına olumlu bir katkı sunacaktır.
Öte yandan, Trump yönetimiyle kırılgan bir zeminde de olsa ilişkilerin askeri ve stratejik konularda yürütülebilir olması, iki ülke ilişkilerinde önceki yıllarda ihmal edilmiş ve ikincil bir yer tutan ticaret alanında da yeni bir ivme yaratabilir. ABD’nin Trans Pasifik İşbirliği'nden (TPP) çekilmesi ve Transatlantik Ticaret ve Yatırım Ortaklığı (TTIP) ile ilgili olarak da isteksiz ve belirsiz yaklaşımı, Başkan Trump’ın çok taraflı mega ticaret anlaşmalarına karşı ihtiyatlı bir yaklaşım içinde olduğunu gösteriyor. Yeni başkanın serbest ticaret konusundaki çekinceleri ve her sektör için olmasa da bazı sektörlerde korumacılığa dönüleceğine dair açıklamaları, ABD’nin bu yeni dönemde ikili serbest ticaret anlaşmalarını tercih edeceğinin sinyallerini veriyor. Gümrük Birliği nedeniyle TTIP’ye dahil olmayan Türkiye ile bu anlaşmaya dair çekinceleri olan ABD’nin, yükselme trendi göstermekle birlikte hâlâ düşük seyreden aralarındaki ihracatı artırmak için, yeni dönemde serbest ticaret anlaşması da dahil olmak üzere, yeni adımlar atması beklenebilir. Ticaret mantığıyla dış politikaya yaklaşan ve kazan-kazan felsefesini ikili ilişkilerde önemseyen Trump yönetimiyle Türkiye’nin ticaret ve savunma sanayi konularındaki ortaklığını güçlendirmesi, iki ülke arasındaki ilişkilere aynı zamanda yeni bir soluk ve pragmatik bir zemin kazandıracaktır.
[Doç. Dr. Emel Parlar Dal Marmara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Uluslararası İlişkiler Bölümü öğretim üyesidir]
KAYNAK: AA
HABERE YORUM KAT