Tunus’a açılma mevsimi
Cezayir’de seçimleri üçüncü defasında yine Buteflika kazanarak İtalyan Başbakanı Berlusconi’nin rekorunu kırdı. Seçimlerden önce hummalı bir seçim kampanyası vardı ve bu kampanya sırasında akılda kalan ve yer eden bazı söylemler kullanılıp değerlendirmeler yapıldı.
Bunlardan birisi de Buteflika’nın şu sözleri olmalı: “Biz İslâmcılardan daha dindarız. Zira namaz kılıp oruç tuttuğumuz halde dini de siyasete alet etmiyoruz...”
Evet laik kesim belki zaman zaman maksadı aşan bir biçimde bu söylemi kullanıyor ve dinin siyasete alet edilmesinden bahsetmektedir. Lâkin madalyonun öteki yüzünde aynı şeyleri Bediüzzaman da söylemektedir. Elbette onun sözleri lâik bir zeminden yapılmış değerlendirmeler değil. Bilakis dinin özünden nebean etmiş, akıp gelmiş değerlendirmeler. Bu aslında İmam-ı Rabbani’nin ortaya koyduğu bir kaideye dayanır. İktidarı doğrudan talep etme değil, iktidarı ıslah etmeyi talep etme kuralı. Bu ikisi birbirinden çok farklıdır. Ancak bu yöntemle üzüm yemek isteyenle bağcıyı dövmek isteyeni tam net birbirinden ayırabiliriz.
Eğer siyasi yapılar ıslaha ve tashihe açık değilse ve direnecek olurlarsa, sonunda kendileri kaybeder. Ama yine de müspet mücadele yöntemi benimsenir. Nitekim İmam-ı Rabbani’nin samimane gayretleri sonuç vermiş ve Ekber Şah’ın akabinde onun sulbünden Ömer Bin Abdulaziz ve Nureddin Zengi ile mukayese edilen Evrengzip iktidara gelmiş ve ıslah hareketi onunla meyvesini vermiştir. Buteflika’nın ifadelerini nasıl yorumlamalıyız? Hata tek taraflı değildir. Nitekim Küba Lideri Alfanso Castro, ABD ile kesik olan ilişkilerden ABD kadar kendilerinin de sorumlu ve kusurlu olabileceklerini söylemiştir. Bazen hakikati sadece kendi yanımızda görerek bizzat hakikate tecenni ediyoruz. Bush böyle yapmıştır ve bühtanla Allah’ın kendilerinin yanında olduğunu söylemiştir.
Buteflika’nın sözlerini teyit eden ifadelerden birisi de Suudlu alimlerden Selman Bin Fehd el Avde’nin Asr dergisindeki yazısı olmuştur. İslâm ve Harekat el İslâmiyye başlıklı yazısıdır. Burada İslâm ile İslâmî hareketleri birbirinden ayırmamız gerektiğini söylemiştir. Zira İslâmî hareketler, İslâm düşüncesi gibi bir denemeler bütünüdür. Yanılma ve isabet payına açıktır. Bu açıdan Abdulkerim Suruş’un İslâm ile İslâmî yorumları birbirinden ayırmalıyız söyleminin başka boyutlarda da açılımı vardır. İslâmî yorumlar ihtirama haizdir ama kudsiyete, yani ismete haiz değildir yaklaşımı mühim bir kaidedir. Elbette bunun dışında Suruş’un katılmadığımız başka yönleri var. Selman Avde ise İslâm ile İslâmî hareketleri birbirinden ayırmamız gerektiğini söylemiştir. Buna göre mesela Arapça İslâm’ın taşıyıcısı unsurlarından birisidir. Ulum-u İslâmiyyenin lojistik kısımlarından birini oluşturur. Bizatihi değil, ligayri zatihi matluptur.
Selman Avde bu yöndeki yazısını Tunus açılımı üzerine bina etmiş. Nitekim bizde de geçtiğimiz yıllarda Tunus üzerine polemikler ve münakaşalar oldu. Bu münakaşalarda Ahmet Hakan, bir Tunus ziyaretinden sonra Tunus’u yere göğe koyamadı ve övgüler düzdü. Buna mükabil, Şevket Eygi gibi zevat daha farklı değerlendirmelerde bulunmuşlardı. Son yıllarda anlaşılan Tunus, yeniden İslâm dünyasına açılıyor. Bu meyanda geçtiğimiz dönemlerde ‘Kim değişti?’ şeklinde değerlendirmelere neden olan Yusuf Kardavi’nin bu ülkeye ziyareti gündeme geldi. Laik kesimlerden bazıları bu ziyareti şamata ile karşıladılar. Geri adım ve tutarsızlık olarak yorumladılar. Aynı dönemde veya sonrasında Selman Avde’nin de bir şekilde Tunus’u gezdiği anlaşılıyor. Avde de anlatılanlarla Tunus’ta gördükleri arasında bir köprü kuramamış. ‘Muaydiyi göreceğine onu dinle’ şeklindeki Arapça meseleni tersine çevirmiş. Tunus’u duyacağına görmen daha iyidir mealinde sözler sarfediyor. Zira görünenle dinlenenin kabil-i kıyas olmayan derecede farklı olduğunu söylüyor. İslâmî hareketlerin neden olduğu önyargı ile Tunus gerçeğinin birbirinden farklı olduğunu savunuyor. Bilindiği gibi 1980’li yıllarda İhvan-ı Müslimin 1981 yılında çıkartılan 49 sayılı kanun ile birlikte devlet tarafından intisabı bile ölümle cezalandırılan bir hareket olmuş ve cemaat bilahare Suriye’den tasfiye edilmişti. Burada İmam Rabbani çizgisini Muhammed Said Ramazan el Buti sürdürmüştür.
Benzeri bir süreç Tunus’ta 1990’lı yıllarda yaşanmıştır. Tunus’ta da Nahda hareketi tasfiye edildi ve dışarı kaçabilen dışarıya gitti, gidemeyenler ise ya hapse atıldı, ya da pasifize edildi. Suriye’deki 49 sayılı karara benzer burada da başörtüsünü yasaklayan 108 sayılı bir yasa çıkartıldı ve bu yasa mucibince kamusal alanda başörtüsü takmak yasaklandı. Bu, köklerin kurutulması politikası olarak görüldü. Burada İslâm’ın kökleri mi, yoksa gücünü İslâm’dan alan İslâmî hareketlerin kökünün kazınması mı murat edilmişti? Esasında kavganın temelinde girişte sözünü ettiğimiz yöntem meselesi vardır. Rahne ve sıkıntıların büyük bölümü bu yöntem eksikliğinden kaynaklanmaktadır.
Selman Avde söz konusu rejimlerin belki İslâm’a karşı geniş yürekli ve hazımlı olabileceğini, ama rakip suretinde karşısına çıkan İslâmî hareketlere karşı düşmanca davranabileceğini hatırlatmaktadır. Selman Avde şunu söylemektedir: İslâm, hareketlerden, devletlerden, ülkelerden ve kendisine taşıyıcılık eden bütün asabiyetlerden, yani örgütlü yapılardan daha büyüktür. Bu anlayışı daraltmak, çatışmacı anlayışlara sürükler. Mevlana’nın düşüncelerinin geniş kabul görmesi, geniş bakabilmesindendir. Bütün araçlar gider ama İslâm taptaze canlı kalır.
İslâm mesajı ölümsüzdür, hareketler ise İbni Haldun’un deyimiyle devletler gibi ölümlüdür. Neticede, İslâmî hareketler muhasebe ve gözden geçirme ile tashihe açık beşeri ürün, tecrübe ve deneyimlerdir. Bu noktada, bizim yöntemde ihlası, stratejide dengeyi ve derinliği yakalamamamız lazım.
VAKİT
YAZIYA YORUM KAT