Tükenişin İlanı O ‘İki Kelime’ye Bakar
Hizbullah örgütü ve lideri Hasan Nasrallah Siyonist İsrail işgaline karşı Lübnan’da direnen ve uzun yıllar boyunca sergilediği fedakârlıklarla direnişin bütün İslam coğrafyasında güçlü bir sembol olarak sahiplenilmesine vesile olmuştu.
Ancak Suriye’de halka karşı Esed-Baas cuntası tarafından sürdürülen katliam ve tecavüzlerin giderek yükselen seyrine rağmen Hizbullah saflarından sadır olan söylem ve eylemler işlerini tersine çevirdi. Öyle ya geçmişte yapılan hayırlı, güzel, onurlu işler dolayısıyla hiç kimseye tabii ki bu arada Nasrallah’a da açılacak sonsuz ve sorumsuz bir kredi açılması için yeterli değildi.
100 bin sınırına dayanan cinayet ve listesi tutulamayan işkence, tecavüz, yıkım ve tehcire rağmen Hizbullah’ın Esed-Baas rejimiyle safları sıklaştırmasının gerekçesi hiç tereddütsüz Rehberiyet Makamı (Ayetullah Hamaney) yani İran’dır.
İran Baas cuntasını “direnişin altın halkası” olarak görüyor ve onun bekası için değil yüz bin kişinin katli ve tecavüzü Suriye halkının dahi külliyen yok edilmesini göze almış durumda. Nasrallah veya lideri olduğu Hizbullah’ın bırakın bu siyasete muhalif durabilmesi ilan edilen çizgiden milim sapması söz konusu olamaz.
Türbe ve Tağuti Rejim Uğruna Katliam
Lübnan Hizbullah Hareketi Genel Sekreter Yardımcısı Şeyh Naim Kasım, Hizbullah güçlerinin Suriye içerisinde Esed yönetimi ile birlikte muhaliflere karşı savaştığını kaydederken mevcut konumlarını şu cümlelerle ikrar ediyordu: "Hizbullah kendi vatandaşlarını korumak için Suriye'nin bu topraklarında bulunarak tekfirci teröristlerin vatandaşlarımıza yönelik saldırılarını önlemektedir. Hazreti Zeyneb'in türbesini koruyan tugaylardan birisini de Hizbullah kurdu. Hizbullah'ın eylemleri ülke sınırlarını aşmıştır. Hizbullah, şu anda tüm tekfirci teröristleri yok etmeye muktedirdir ve bu çirkin varlığın kökünü yeryüzünden kazımaya kadirdir. Ancak Hizbullah, rehberi ve dini lideri Ayetullah Seyyid Ali Hamaney'in emrini beklemektedir."
Geçen haftadan bu yana Kusayr’da yoğunlaşan saldırılar sırasında Hizbullah adına Naim Kasım’dan daha net bir konum ikrarını Nasrallah’tan şu gibi cümlelerle işitiyorduk: “Cihat ilan etmemize gerek yok, Suriye'deki savaşa on binlerce insanı göndermek için iki kelimemiz yeter. Suriye, Direniş’in sırtıdır, destekçisidir; Direniş de sırtına darbe vurulması karşısında hiçbir şey yapmadan beklemeyecektir. Biz üzerimize gelen bir komplo karşısında sadece izlemekle yetinecek ve hareketsiz bir şekilde bekleyecek kadar cahil ve aptal değiliz. Biz bu savaşın ehliyiz ve zaferi de kazanacağız.”
Demek ki “iki kelime” ile Suriye’de 26 aydır yaşanan kan banyosunu üçe-beşe katlamak, uzun yıllara yaymak Nasrallah’ın iki dudağı arasında saklıymış. Nedir şimdi bu beyanların hedefi? Esed-Baas cuntasına sadakat ve muhalif İslami kesimlere meydan okumaktaki ısrar Hizbullah ve lideri Nasrallah’ı asli hedefe hiç de yaklaştırıyormuş gibi değil. Tersine Hizbullah ve Nasrallah kimsenin kendilerine yapamayacağı kötülüğü bizzat kendi elleriyle yapıyorlar ve arkasında gururla durarak sadece Suriye halkının değil bütün İslam toplumlarının nefretini kazanıyorlar. Her ne kadar “cahil ve aptal değiliz” diyerek içine girdikleri günah girdabından kendilerini temize çıkarmak üzere bir söylem kurgulamakta kararlılık gösterseler de bütün bir ümmeti “cahil ve aptal” yerine koymaya kalkışıyorlar.
Suriye’nin her bölgesinde ama özellikle Kusayr’da Hizbullah militanlarının muhalif İslami cepheyle savaşması konusunda Tevhid Tugayı komutanı Abdulkadir Salih'in şu beyanı çok dikkat çekicidir: “İran ve Hizbullah askerleri Suriye'deki savaşın içindeler. Suriye'deki savaş Esed yönetimi için bitmiştir. Şu anki savaş Suriye halkı ile İran ve Hizbullah arasında. Suriye'deki savaşın tokmağını vuran İran ve Hizbullah'tır. Bunun delili de Hizbullah askerlerinin İdlib'in Kuseyr bölgesine saldırmaya başlamasıdır.”
İran ve Hizbullah’ın Esed-Baas cuntasına başkaldıran Müslüman Suriye halkına karşı giriştiği katliamların hiçbir meşru dayanağının olamayacağı aşikâr.
Ama devreye sokulan kara propaganda ve psikolojik savaş teknikleriyle “ehli beyt türbelerini koruyoruz, direnişin altın halkasına destek oluyoruz” vs. gibi gerekçeler sıralayarak giriştikleri işgal, tecavüz, katliam ve yıkımı “cihad, şehadet aşkı ve Kudüs’ü özgürleştirme” misyonu olarak takdim edip suçlarını marifet gibi pazarladılar. Ancak bu pazarlama organizasyonunda Türkiye’deki aydın ve gazetecilerden aldıkları desteği herhalde başka hiçbir bölgeden temin edememişlerdir.
İşgal Ters Köşeden Gelirse!
Suriye’deki katliamlar konusunda Esed-Baas cuntasıyla safları sıklaştırıp muhalif İslami cepheyi karalama yarışında yer alanlar sadece Kemalist, ulusalcı ve sosyalist çevreler yoktu. Toplumu Suriye konusunda tereddüde düşüren, İslam coğrafyasının Baas rejiminden daha kötü bir felakete sürüklenildiği yönünde sipariş kehanetler üreten İslamcı aydın ve çevreler günahların en büyüğünü yüklendiler. ABD ve İsrail’in müdahale için gerekçe ürettiği yönünde haber ve yorumlarla kamuoyunun duyarlılık ve eylem iradesini felç ettiler.
Şimdi Hizbullah ve İran’ın sahada fiilen savaşan ve kalıcı bir işgale dönüşme emaresi her geçen gün güçlenen siyasetine yönelik kim ne söylüyor? Mesela Ali Bulaç yalan hatta iftira olduğu besbelli haberlerle üstelik de Siyonist İsrail gazetelerine dayanarak bizi nasıl aldatmıştı bir okuyalım isterseniz: “ABD, Suriye’ye askerî işgal sinyallerini veriyor. İsrail Maariv Gazetesi’ne göre, Amerika çok uluslu bir koalisyon oluşturuyor ve bu koalisyonun içinde İngiltere, Ürdün, Türkiye ve İsrail de var.” (10 Aralık 2012, Zaman)
Ali Bulaç’ın aylar öncesinden bahsettiği bu işgal ordusu nerede acaba? Suriye’de katledilen insanlardan, tecavüze maruz kalan kadınlardan kaçı bu hayali işgal ordusunun kurbanı oldu? Acı dolu bir merak sardı bizi: Seferberlik görev emri sona mı erdi de bu işgal ordusunun planları hakkında malumat bildirimine ve analizlere ara verildi?
ABD ve müttefiklerinin Suriye’de gerçekleştirilen katliamlardan ötürü Esed-Baas rejimine yönelik silahlı müdahalede bulunacağına dair hiçbir somut gelişme ve resmi beyan olmamasına rağmen Türkiye’deki kimi İslamcı aydınlar böylesi bir korku atmosferini niçin ve nasıl oluşturdular? Bu çarpık tablo siyasal gelişmeleri çözümleyememe kısırlığı mıydı yoksa bilinçli bir tercih ve planlı bir görev miydi?
Ali Bulaç ve benzeri gazeteci-aydınların bu dönemde nasıl bir pozisyon aldıklarını görmek için Suriye’deki intifada sürecinde nasıl bir çözümleme ve kıyas ürettiklerine bakmaktan başka çaremiz yok. Bu bakış hem mevcut dönemin sağlıklı bir şekilde anlaşılması için faydalı hem de sivil aydın-muhalif gazeteci karakterinin mahiyetini kavrama noktasında son derece elzemdir.
Mesela şu türden çözümleme ve kıyasın bize nasıl bir maliyeti oldu diye düşünelim: Muhayyel ABD işgali bahanesiyle feryat edip Rusya’nın yarım asırdır devam eden fiili işgalini saklama, Suudi Arabistan’ın selefi mücahit ithal ettiği palavrasını gözümüzün içine sokup rejim muhalifi avlamak üzere İran’dan gönderilen devrim muhafızlarını (s)aklama operasyonu muydu yoksa karşımızda duran!?
ABD veya İsrail, Fransa, İngiltere gibilerin işgal ve katliamına karşısınız da İran ve Hizbullah’ın işgal ve katliamlarına “yakışır haspaya” mı diyorsunuz? Ne işe yaradığı belirsiz, pratikte hiçbir karşılığı olmayan İslamcılık, medeniyet tasavvuru, modernizm eleştirisi vs. tartışmalarıyla İslamcı aydın ve gazetecilerin prestij sağlaması belki mümkün amma Suriye’nin yıkımında oynadıkları açık veya örtülü rollerle kanları dökülen, iffetleri kirletilen Suriyeli Müslümanlara ve Allah’a hesap verebilmeleri çok zor görülüyor.
Suriye’deki katliamlarda Esed-Baas şebekesiyle iş tutan Nasrallah ve Hamaney tükenmiyor sadece. Adalet ve merhamet melekelerini kaybetmiş Türkiye’deki aydın, gazeteci ve çevreler de tükeniyorlar bu paralelde.
YAZIYA YORUM KAT