Topyekûn Savaş/Direniş Konsepti’nde Taksim Sembolü
Ne inkâr etmenin bir anlamı var ne de görmezden gelmenin bir faydası. Mücadele halindeki taraf ve ideolojileri veya çatışan sembol ve kimlikleri görünmez kılma çabaları son derece saçma ama daha fazlasıyla gerçeğe meydan okumadır. Yaşadıklarımız kelimenin tam anlamıyla bir kimlik ve iktidar savaşıdır.
Şöyle bir düşünelim: Taksim Gezi Parkı süreciyle birlikte sadece ulusalcı-sol yayın organlarında değil hem merkez medya hem de aydın-sanatçılar arasında zirve yapan Vandalizme övgü yarışı neyin nesidir? Gezi Parkı üzerinden yükseltilen mücadele tasvir edilirken hangi kelime, kavram ve kıyaslara müracaat ediliyor, hangi aktör ve kurumlar öne çıkıyor?
Son dönemde yaşadıklarımızın sağlıklı bir analizini yapabilmenin önünü alacak yeni bir sosyal bilimsel blok oluşturuldu. Bu sürecin eski söylem ve aktörlerle hiçbir alakasının olmadığı adeta yeni bir sosyolojik taban, yepyeni bir takım talepler üzerinden yeni mücadele biçimleri üretildiği gibi analiz-çözümleme görünümlü yoğun propagandalar yapıldı.
Darbeci örgütlenmeyi sivil-demokratik talepler kılıfında pazarlama taktikleri, gençlik despotizme isyanda güzellemeleri, gerici dayatmaya karşı bütün kesimler meydanlara koşuyor palavrası, yeni bir Türkiye’ye ramak kaldı hülyaları vs… Bu türden söylemlerle “süreç bir halk hareketini işaretliyor” türü manipülasyonları bir asırdır muhatap olduğumuz psikolojik savaş taktiklerinden bağımsız görmek saflık değilse eğer kanaatimce bu işin bir parçası olmaya delalet eder.
Yaşam Tarzı Savaşları
Hürriyet Gazete’sinin 28 Şubat sürecine start mahiyetinde manşete çektiği “Topyekun Savaş” tehdidi bugünlerde Aydınlık Gazetesi’nin manşetinden “Topyekun Direniş” olarak göz kırpıyor bize. İki dönem arasındaki fark Kemalist cuntacıların sathı müdafaadan hattı müdafaaya çekilmiş olmalarıdır. Epeyce güç kaybettiler, en tecrübeli kadroları fiilen tasfiye oldu, iktidar alanları gün geçtikçe zayıfladı ve gelecek dönemde iyileşme emaresi göremiyorlar.
Bunun için iyiden iyiye bozulan moraller iktidar sınıflarını daha bir saldırganlaştırdı. Küfür ve şiddetle sarmalanmış söylem ve sokak eylemlerinin, daha bir öfke dolu ajitasyon ve provokasyonun hedefi belli: Şok etkisiyle yeni ve daha güçlü bir darbe sürecini inşa etmek. Cengiz Çandar gibi liberalleri dahi askeri bir literatür kullanmaya, Şahin Alpay gibi liberal demokratları iş görmez raporuyla Başbakan Erdoğan’ı iktidardan indirme teklifine iten bu dalga sanılandan daha güçlü ve kapsamlıdır.
Taksim’i kuşatma, Taksim’i düşürme, meydanları teslim alan halk, Başbakan’a “one minute” çekip karizmasını fena halde çizen sivil gençlik, özgürlük tutkusuyla muhafazakar Erdoğan diktasına rest çeken modern-laik kitleler vs. gibi tasvirlerin maksadı gayet aşikar: Batılı-seküler devlet ve toplum modelinin bekası, İslami olan her türlü talebin sindirilmesi. Hem Kemalist dönemdeki Taksim Meydanı hem de Taksim Meydanı üzerinden tırmandırılmak istenen mücadelenin ekseni kelimenin tam anlamıyla budur.
İktidar sınıflarının tercihleri doğrultusunda devlet imkânlarıyla inşa edilen seküler siyasal-kültürel hayatın cenderesinden kurtulma üzere yapılan her bir gayret laik yaşam tarzını tehdit olarak tanımlandı. Doğrudan veya dolaylı olarak devlet sınıflarının halkı terbiye etme hakkının olamayacağını işaretleyen bütün söylem ve sembollerin hızla boğulmak istenmesinin tarihi eskiye, İttihat Terakki ve Tek Parti dönemine dayanır. Kürtaj ve alkol düzenlemesine paralel işleyen başörtüsüne kısmi rahatlama kadar eğitimde seçmeli Kur’an-Siyer dersleri laik-Kemalist iktidar sınıfları açısından bitip tükenmek bilmeyen “Tehlikenin Farkındayız” kampanyasına yeni bir malzeme sağlamış oldu.
Taksim ve İstiklal Caddesi Fatih, Eyüp, Üsküdar gibi İslami kimliği bir türlü yok edilememiş diğer semtlere oranla hep seküler-modern yaşam biçiminin sembolü ve merkezi işlevini gördü. Hem ahlaki hem de siyasi açıdan İslamsızlaştırmanın mekânı olarak tasarlandı. Devlet adına modern değerlerle halkı ezmenin lümpen karargahı olarak özenle beslendi, büyütüldü. Resmi ideolojiye bağımlı ve iktidar sınıflarını tahkim etmeyi hedefleyen sanatsal-entelektüel faaliyetlerin vazgeçilmezi gibi yüceltildikçe yüceltildi. Kutsallaştırılıp dokunulmaz kılındı. Kimi romantik kimi devrimci seküler efsanelerin ilham kaynağı olarak her dönemde darbe için şartları olgunlaştırmak isteyenlerin yüzlerini çevrildiği kıble oldu.
Taksim’e cami yapılacağına ilişkin söylem “Gerekirse Silahla” tehditleriyle sadece merhum Erbakan’ı iktidardan indirmekle karşılık bulmamıştı. İlaveten tüm kamusal alanın laik-Kemalist ideolojiyle sımsıkı bir terbiyeden geçirilmişti.
Ulusalcıları, sol-sosyalist örgütleri hatta liberal çevreleri Kemalist söylem ve kadrolar etrafında safları sıklaştırmaya mecbur tutan da İslami kimlik ve sembollere karşı sığınacakları başka bir şemsiyeden mahrum olmalarıdır. Çünkü sorun sivil-asker, ulusalcı-liberal, emekçi-sermayedar, zengin-fakir, kentli-taşralı ayrımından önce İslamcı-laik, dindar-seküler ayrımıdır. Modern-gelenek çatışması değil dini-dindışı ayrımı üzerinden süregelen bir kimlik savaşıdır.
En adi küfürlerin yanına dercedilip binlerce defa paylaşılan “Şerefe Tayyip” pozları bu kimlik savaşımının basit ve mide bulandırıcı olmakla beraber en açık göstergelerinden biridir. Meydanlarda sınırsızca öpüşmek, sokaklarda dilediğince kadeh kaldırmak, her daim çılgınca dans etmek yani yaşam tarzlarını dokunulmaz kılmak adına Başbakan Erdoğan’ın otoritesine meydan okuyorlar masalının müşterisi yok değil elbet. Ancak insan yine de merak etmeden duramıyor: Bu masalın siyasal ve iktisadi bağlamı pedagojik gerekçelerle mi toplumdan saklanıyor?
Daha dün denecek kadar yakın bir tarihte MGK’dan andıçlanan Hürriyet gibi gazeteler marifetiyle “Topyekun Savaş” naraları atıp 28 Şubat’a start verenler bugünlerde ajan provokatörlüğü tescilli Aydınlık gazetesi üzerinden “Topyekun Direniş” cephesine dahil ediliyorlar. Liberal-demokratların her durumda çevreci gençleri işaretleyip etrafı yakma-yıkma-molotoflamayla maruf her türden cunta uzantısı örgütleri görünmez kılma çabasına rağmen mızrağı çuvala sığdırabilmek ne mümkün!
Direnişçinin Harman Olduğu Koçlar Divanı
AK Parti Hükümetine ama özellikle de Başbakan Erdoğan’a muhalefete kilitlenenlerin “İktidar her yerdedir” gerçeğini atlamaları bir nevi siyasi körlük mü sayılmalı yoksa oportünizm mi?
Keşke içine düştükleri çelişki arkasına sığındıkları finans kapitalin sanatçı çocuklarından ibaret olsa. TÜSİAD’la KESK ve DİSK arasındaki ayrımı teferruata indiren, TKP, ÖDP, SDP başta olmak üzere bütün sol-sosyalist örgütleri Maocu-Kemalist Perinçek cuntasının kopyasına dönüştüren, ince ruhlu sanatçı ve aydınları kadrolu darbecilere dönüştüren temel faktör neydi?
Liberal Taraf ve Radikal’i Aydınlık ve Sözcü’ye, sosyalist BirGün ve Sol’u Yeniçağ ve Yeni Mesaj’a bitişik nizam konuşlanmaya sevk eden mücbir sebepleri hepimiz merak ediyoruz. Sebep Başbakan Erdoğan’ın buyurgan üslubu mu yoksa siyasetle toplum arasında yaşanan iletişim kazaları mı?
Divan Otel başta olmak üzere ulusal-küresel sermaye sınıflarının beş yıldızlı konforuna sığınan direnişin ahlaki ve mantıki tutarlılığı belli ki hiç yok. Bunun için çevreci görüntü sunanlar kadar sol-sosyalist hareketler de sermaye sınıfının ve askeri cunta uzantılarının alandaki ağırlığını saklayıp inkâr ediyorlar. İnkâr ediyorlar ama bir taraftan Divan Otel başta olmak üzere beş yıldızlı otelleri üs olarak kullanılmaya diğer taraftan da TÜSİADçılarla, Ergenekoncularla, eşcinsel örgütleriyle fingirdeşerek devrim masalları anlatıyorlar topluma.
Mevcut durum şudur: Eski Tüfek sosyalistler kulağı kesik cuntacılarla aynı kulvarda yürürken sınıf mücadelesi değil aydınlanmacı refleksle sermaye ve askeri cuntalara selam çakıyorlar. Ama nedense Kemalist Necati Doğru ve Kemalist Kadiri Şeyhi Haydar Baş kadar dürüst de davranamıyorlar. Çünkü Necati Doğru açıkça “10 Milyon Taraftar Toplasan Ne yazar?” diye meydan okuyor Haydar Baş ise gazetesi Yeni Mesaj’da “Gezi’nin Galibi Atatürk” manşetiyle kimlik ve iktidar savaşında Taksim’de kimin askeri stratejisinin yürürlükte olduğunu beyan ediyordu.
“Bu daha başlangıç, mücadeleye devam” bildirisiyle Taksim Dayanışma Platformu “mücadelenin zaman ve mekânla sınırlandırılamayacağı ve bundan sonra da hayatın, kentin ve ülkenin her metre karesinde ve her anında devam edeceği”ni beyan ederken ahlaki-insani dinamizmden kaynaklanan bir direnci temsil etmiyor. Tersine bu direnç çürümüş, iflas etmiş ve toplum nezdinde hiçbir itibarı kalmamış, tamamıyla gayrı meşru bir iktidar saplantısına hizmet etmektedir.
İşin özeti şudur: Komitacılık, ajitasyon ve provokasyona dayalı siyaset üretme biçimi dokuz canlı bir canavar gibi on beş ağacı bahane ederek iktidara el koymak için yeni bir darbe süreci inşa etmeye koyuldu.
Kemalizm bitti, darbe süreçleri kapandı, AK Parti Hükümeti devlet oldu artık gibi tezlerin ne kadar çürük olduğunu gözler önüne seren bir süreç yaşadık ve yaşıyoruz. Kemalizmi hafife alan, iktidar sınıflarının örgütlenme, propaganda ve provokasyon yeteneklerini küçümseyenler fena halde yanıldılar. Mevcut zaafları, gayrı meşru ve gayrı ahlaki ilişkileriyle birlikte darbe sürecinin tüm bileşenleri çözümlenmeli ki bu musibetin tüm aktörleri tarihin çöp sepetine atılabilsinler.
YAZIYA YORUM KAT