Toplumsal nasırlara basmak
Beyaz Türkler için yaptığı steril dizilerle tanınan Gülse Birsel, bir yayın platformu için hazırladığı “Yılbaşı Gecesi” adlı filmle tekrar gündeme geldi. Salgın sürecinde bayrama hazırlanır gibi yılbaşı kutlamasına hazırlanan Didem (Şebnem Bozoklu), Ozan (Fatih Artman) ve kızları Ada (Alina Boz), onca emek sonrası sokağa çıkma yasağının ilan edilmesi ve bu nedenle de davet ettikleri arkadaşlarının gelemeyecek olmaları ile başlıyor film. Arkadaşlarını davet edemedikleri için üzgün olan çift, hazırlıkların boşa gitmemesi adına daha önce ilişkilerinin olmadığı site komşularını yılbaşı partisine davet etmek zorunda kalmalarıyla yapım hareketleniyor. Yılbaşı ile ilgili hazırlanmış bir yapımda, eğlenceler, içkiler, küfürler, cinsel zemin dışında ortak noktası olmayan gençler arasında bir film olarak kalsa bu yapımı kendi haline bırakır, izleme gereği bile duymaz; ne halleri varsa görsünler diye geçiştirebilirdik ama Yılbaşı Gecesi, zorlama senaryoyla hem amacını hem de haddini aşıyor.
Bir mafya babası olan Önder (Serkan Keskin), oğlu Togay (Boran Kuzum), yeğeni/koruması Selo (Emir Benderlioğlu) ve durmaksızın alkol tüketen eşi Arzu (Büşra Pekin) eve ilk gelen aile oluyor. Doktor olduğu zannedilen ama aslında bahçıvan olan alt gelir grubundan, hırsızlığa meyilli Ahmet (Cengiz Bozkurt) ile eşi Şükran (Derya Karadaş), Trans şarkıcı Eftelya (Ayta Sözeri) ve eşcinsel arkadaşı Timoş (Nazmi Sinan Mıhçı), ev sahibinin yakın arkadaşı Serdar (Kubilay Tuncer), Serdar'ın evlilik bekleyen eski ilişkisi Seçilay (Gülse Birsel) da davete katılıyorlar. Son olarak siteden Alican (Alican Yücesoy) ve onun başörtülü eşi Neslişah (İrem Sak) aynı çatı altında, yılbaşı gecesinde bir araya geliyorlar.
Filmin baştan sona elle tutulur bir senaryosundan ve mizahi derinliğinden bahsetmek kabil değil. Bu nedenle başörtülü karakterini analiz etmek yeterli olacaktır. Neslişah, elinde akordeonla yüksek sesle şarkı söyleyerek eve giriyor. Daha ilk andan itibaren anormallik fark ediliyor. Yılbaşı sofrasındaki tek başörtülü olarak herksin dikkatini çekiyor. Kadehler havaya kaldırıldığında demokrasiden, birlikte yaşamadan dem vurulan klişe cümleler herkes tarafından kuruluyor. Sonrasında Neslişah’ın eski bir dansçı olduğunu, hızlı bir hayat yaşadığını ve son bir yıldır başını örttüğünü öğreniyoruz. Kocası Alican’ın da her ihale işine kapalı eşini götürerek iktidarın nimetlerinden yararlanan, hiçbir dini hassasiyete sahip olmayan bir insan olduğunu da kayıt düşmeliyiz. Neslişah, her müzikte güle oynaya neredeyse erotik danslar yapmaktan geri kalmıyor. İçki içenlere -herhangi bir pişmanlık emaresi göstermeden- güle oynaya viski taktikleri veriyor. Sonra da hep dans hep dans. Başörtülü bir kadının deliler gibi durmaksızın dans ettiğini gösterip duruyor yönetmen. Sinema tarihinde başörtülü bir figürün bu kadar ileri gittiği görülmemiştir. Üstelik Neslişah, son derece dengesiz bir tip. Çantasında bir torba ilaçla geziyor, sanrılar görüyor. Neslişah’ta bütün düğmelere aynı anada basılmış gibi tüm olumsuzlukları üzerinde toplayan karikatür bir tipe dönüştürülüyor.
Her şey bu kadarla kalmıyor. Neslişah’ın kocası son derece muzip bir insan. Arkadaşları onun eve dansöz getirmesini bekliyorlar. Serdar, başörtülü kadının yaptığı danslardan, kolundaki dövmeden ve muhabbetinden onun dansöz olduğunu düşünüyor. Serdar’ın gözü de bu nedenle Neslişah’ta. Ev sahibi ile Serdar kadını izleyip aralarında onun dansöz olup olmayacağı ile ilgili konuşup duruyorlar. Serdar, bir anda elini uzatıp Neslişah’ın başından başörtüsünü çekip çıkarıyor. Evet, bir filmde başörtülü bir kadının başörtüsü, bir erkek tarafından zorla çekilip çıkarılıyor. Herkes şok oluyor. Neslişah başı açık ortada kalıyor. Üzülüyor tabi. Neslişah, kendisinin dansöz zannedildiğinin söylenmesi üzerine geçmiş yaşamını anlatıyor, bağımlılıktan kurtulmak için terapi amaçlı başını örttüğünü söylüyor. Dans hayatını, alkol bağımlılığı ve sonra kapanma ihtiyacını anlatıyor salondakilere. Serdar özür diliyor. Hidayete erdiğini söyleyen Neslişah, gece boyu çılgınca dans etmesinden geri kalmıyor. Tüm bu rezil sahneler bir sinema filminde meydana geliyor.
Gülse Birsel, katıldığı bir programda filmdeki başörtülü karakterin kendine mahsus olduğunu, hiçbir kesimi temsil etmediğini söyleyerek kenara çekiliyor. Uzun yıllardır Tv işi yapan, başörtülü insanları değil başrol oynatmak, ekranda yoldan bile geçirmeyen Gülse Birsel, yaptığının basit bir yaratım olduğuna inanmamızı istiyor. Hemen her işinin politik olduğu bilinen ve filminde "bu ülkede en çok beyaz Türkler eziliyor" mesajını açık ve net veren senaristin hemen her sahnesi çalışılmış olan filmindeki son derece sorunlu başörtülü karaktere saygı duymamız bekleniyor.
Gülse Birsel gibi sosyal medya platformlarına film hazırlayan insanların çok daha rahat bir ortamları olduğunu söylemeliyiz. Yapımlarını geniş halk kitlelerine, sinema salonunu dolduracak sanatseverlere beğendirmek gibi zorunlulukları yok; platform sahiplerine ve sosyal medya kullanıcılarına beğendirmeleri yeterli. Platformların beklentisi trans bireyler, eşcinsel karakterler, kendi ülkesine oryantalist bakan senaristler, cinsel içerikler olduğuna göre yapımcılar için bu beklentiyi karşılamak zor olmasa gerek; dünden hazırlar. Gülse Birsel’in filmindeki haddi aşan sahneler yapılan bir el artırmanın ilk adımlarıdır. Bir sonraki filmde başörtülü oyuncuların cinsel içerikli sahneleri de çekilmeye başlanabilir. Ne de olsa kimsenin bir sınırı, hududu, bariyeri yahut kaçış rampası yok. Gülse Birsel, bu filmiyle memleketimizin dini duyarlılığa sahip kitlelerinin nasırına basıyor.
Nasır dediğimiz şey dar ayakkabılar giymek, ağır iş ortamında çalışmak ve basınca maruz kalmaktan peyda olur. Toplumsal nasırlar da benzer nedenlerden oluşur; var olan kitleler daha dar alanlara sıkıştırıldıklarında, ağır şartlarda yaşamaya zorlandıklarında ve sürekli basınca maruz kaldıklarında ortaya çıkar. Her bir nasırın derin ve sancılı geçmişi vardır; dokunduğunuzda bin ah işitir, orantısız tepkiler görebilirsiniz. Kürt sorunu, başörtüsü meselesi, Alevilik memleketimizin nasırlaşmış sorunlarındandır. Bu hassas konularla alakalı yazan, çizen, üreten herkes ayrıca dikkat eder/etmelidir/etmek zorundadır. Bazıları, bu eleştiriler karşısında, “Bu kadar hassas olmak zorunda mısınız? Bıktık sizin hassasiyetinizden. Ne kadar kırılgansınız.” diyebiliyorlar. Evet hassasız. Bu memleket oldukça hassas bir coğrafyadır. Atatürk hakkında sahnede şaka yapan bir genç gözünü mahkemede açıyorsa; Alevilerle ilgili espri yapan sunucunun sanat hayatı bitiyorsa kabul edelim ki toplumumuzun her kesimi hassastır. Bu memlekette Müslümanlar da önüne gelenin tokatlayabileceği şamaroğlanı değildir. Saçma sapan İmam tiplemelerinden, lastik gibi sündürülen başörtülü karakterlerden bıktık, usandık. Herkes ayağını yorganına göre uzatmalı; kimse kimsenin nasırına basmamalı ve hepimiz aramızdaki ortak söz olan “saygı”nın etrafında toplanabilme olgunluğunu göstermeliyiz.
YAZIYA YORUM KAT