Toplumsal bozulmanın kabahatlileri - 1
İnsanlara hidayet yolunu gösteren vahy-i ilahi, dareyn mutluluğu sağlayacak olan hayattaki temel helal ve haram ölçülerini de bildirmiştir. Zira “Allah, rızasını gözeteni onunla (Kur'an’la) esenlik yollarına ulaştırır; onları buyruğu gereği karanlıklardan aydınlığa çıkarır ve onları doğru yola ulaştırır.”[1]
Hayattaki temel imtihanımız, Yaratıcımızın Resulü aracılığı ile insanlığa ilettiği vahye göre bir inancı, dünya görüşünü ve hayat tarzının ölçülerini kavrayıp fıkıh edebilmek ve kavradığımız hakikatlere göre ilmihalimizi oluşturup hayatlaştırabilmekle alakalıdır. Mükellefiyet yükleyen bu alaka, Allah’ın Elçisi Muhammed Aleyhisselam’ın mü’bin ve rehber olan Kur’an vahyinin zamanı aşkın hükümleriyle ilgili uygulamalarını/Sünnetini örnek alarak kendimizi yenileme sorumluluğunu da beraberinde taşımaktadır.
Tarihi sürecimizde çözümlemelerimizin tutarlılığı açısından bireysel fetvalardan çok şûrâ içtihatlarına muhtaçtık[2]. Ama büyük fıkıh mekteplerinin taklitçiliğe sıkışmasıyla yönetimde ve ilmi arayışlarda bağlayıcı şûrâ nimetinden uzaklaşarak nimeti kaybetmeye[3] başladık. Hakikat telakkilerinde gayba taş atmak konumuna düşen[4] keşifçi ve ilhamcı zannî, şek ve şüpheci veya reyb’e meyleden telakkilerle kimliklerine kir sıçrayan Müslümanlar, süreç içinde güçlerini kaybettiler ve rüzgârları[5] kesildi. Endülüs, Bağdat ve Sicilya medreselerinde yükselen ilmi çalışmalardaki hesapla, teknikle ilgili maharetler, sevk ve idaredeki hatalara ve enaniyetlere bağlı olarak süreç içinde Avrupa üniversitelerine kaydı. Sonunda evrensel birikime dayanan teknik bulgularımızı seküler amaçları doğrultusunda kullanan Batılı dünya görüşü hakimiyetini, dünyevileşmeyi teşvik eden “ilerlemeci/lineer” bir iddia ile egemen kıldı.
Batılı paradigma, önce uluslaşmayı uydurulmuş kutsallarla Batı-dışı toplumlara ihraç etmeye; peşinden de iletişim çağının tekniğini ve önünü açtığı ifsad edici kültürünü küreselleştirmeye başladı.
Bizler iç zaaflarımızla birlikte İslam’ı temsil zemini olan ümmet mirasından geriye kalan topluluklarız. Ümmeti uluslaştırmaya çalışan seküler ulus devletlerin tebâsı konumuna düşmüş Müslümanlarız. Büyüklerimiz de bizler de Türkiye denilen topraklarda 1926’dan itibaren şer’i esaslara dayanan kanunlarımızın yasaklanıp Batı hukukunun Türkçeye çevrilip uygulanmasıyla sarsılmaya başladık. Bizler Cumhuriyet balolarıyla; 1928’de başlayan ve mahremiyeti ortadan kaldırmaya matuf “güzellik” yarışmalarıyla; zorunlu eğitime ve laik-pozitivist öğrenim müfredatına boyun eğmek zorunda kalınmasıyla; Demokrat Parti iktidarı döneminde Hayat ve Ses mecmualarıyla başlayan basındaki şehvani magazin akımıyla; 1960 İhtilalini destekleyen ulusalcı-sol üniversite gençliğinin 1962 yılında Kadeş Vapuru’nda yaşadıkları kitlesel içki ve seks partisine dönüşen skandalın TBMM’nde Batıcı-kemalist mebuslarca savunulmasıyla; 60’lı,70’li yıllarda Yeşilçam’da baş gösteren seks filmleri furyasına, Hippiliğin metropollerde duvar yazılarıyla yaygınlaştırılmasına ve fuhuş mekanlarının çoğalmasına göz yumulmasıyla; 1970’lerde sol ve liberal akımın feminist söylemlerle kadınları istismar etmeye başlamasıyla; 1980’ler Özalizmi ile özel televizyonlardan müzik karnavallarına, moda podyumlarına uzanan eğlence sektörünün kitleleşmesiyle ve 1997 Postmodern Askeri Darbesi’yle okullarda tesettürün yasaklanmasıyla adım adım fahşayı teşvik eden tarihi süreçleri yaşadık.
2000’li yıllarda sosyal medya üzerinden Batı’daki tüm cinsel içerikli veya cinsel sapıklıklarla ilgili görseller Türkiye sathında yaygınlaşmaya başladı. Cinsel sapıklığa kapı aralayan eylem ve söylemler her geçen gün yayılma ve yaygınlaşma gösterdi. Batı (Occident) artık coğrafi bir tasnif değil, kapitalist ekonomiyi ve tüketim kültürünü benimseyen bütün toplumsal yönetimler ve muhayyileler haline geldi.
Türkiye Cumhuriyeti’nde İslam’a ve Müslümanlara düşmanlık yapmayan yöneticiler de olumsuz tavır takınan yöneticiler de seküler hadâret veya kimlik aşılayan “Çağdaş medeniyet seviyesine” ulaşma hedefini refah ve kalkınmanın formülü olarak gördüler. Bu hedefi dile getiren ve değerlerimize düşmanlık yapmayan yöneticiler ülkenin ve halkın kalkınmasını ve refahını; düşmanlık yapanlar ise Batılılara benzeyerek kalkınmayı ve zenginleşmeyi savunuyorlar.
Küreselleşen ve ulus sistemlerin özendiği bu kalkınmacı modern medeniyet değerleri seküler kültürün taşıyıcılığından beri değil. Kitab-ı Kerim’de bir kişinin veya iktidarın veyahut toplumun görünür başarılarına rağmen ayetlere aykırı hareketleri nedeniyle derece derece yıkıma sürüklenme haline “istidrâc” denilmekteydi.[6] Ahmed Hanbel’in aktardığı bir hadise göre de “İstidrac kişinin günahlarına rağmen istediği bolluk ve refaha kavuşması demektir.”[7] Bizim dünyamızda 1945’lerden bu yana dindar kalarak çağdaş medeniyet seviyesine ulaşmaya çalışanlara da “muhafazakâr” denilmeye başlanmıştı.
Geçmişten gelen tarihî ve kültürel din anlayışlarındaki birikimlerini kaybetmeden teknolojik ve bilimsel imkânlara ulaşmak için pozitivizmin ilerlemecilik anlayışına ve küreselleşmeye ayak uydurma çabalarına Batı’da “muhafazakârlık” deniliyor. Bu muhafazakâr tutum politik bir görüşe dayanır; modernleşme süreci içinde kurgusal ve seküler bağlarla vücut bulan ulus inşası ile barışıktır. Bu çerçeveye solcu veya liberal kesimler “ulus”, sağcı veya dindar kesimler “millet” diyor. Sol ve liberal garpzedeler “ümmetten bir ulus yarattık” diyen kurucu ideoloji doğrultusunda batılı yaşam tarzına uyacak ilerlemeci ve seküler bir modeli arzuluyorlar; milli dindar ve muhafazakâr kesimler ise teknolojik gelişmelerden geride kalmamak için değişik teviller içinde daha “ehven yönelim stratejileri” uyguluyorlar. 20 yıldan beri iktidarda olan AK Parti, halkı Müslüman olan Türkiye’yi güçlendirme hedefini gütse de, halkın ortak değerlerinden çok Türkiye’nin milli değerleri ve envanteriyle ilgili kazanımları ön planda tutuyor. İslam’ı ibadi, itikadi, sosyal, siyasi, ekonomik, askeri bir bütün olarak algılayan gibi “İslamcılık yapmayacağız” denilip, öncelikle Türkiye’nin menfaatleri ön plana çıkartılırken AK Parti’nin muhafazakâr kimliğini üstlenen dindar kitlelerin İslami bütünlükten daha fazla uzaklaşmasına da yol açılıyor.
Muhafazakâr demokrat AK Parti lider kadrosunun önemli bölümünün “ilerlemeci” akaide karşı olmasına rağmen reel-politik şartların pragmatizmi gereği garplılaşmanın yerel adı olan Atatürkçülüğü yeniden keşfediyorlar. Batıyla entegrasyon gayretleri onları uzak durmaya çalıştıkları batılı paradigmanın ilerlemeci kimliği ile barışmaya itiyor. Batılla barışanların batılla amel etmekten kaçınmaları oldukça zorlaşıyor.
Kur’an’da ilk olarak kullanılan “hicret” kavramı, kimlik olarak her türlü “kirlilikten hicret”i[8] ifade ediyor. “Milli dindarlık” ve “muhafazakâr demokratlık” tanımsız maslahatlar adına öteki kimliklere sığınmayı veya barışmayı ya da eklektisizmi ifade ediyorlar. Tabii ki ötekilerine karşı gücümüz yettiği kadar güç toplamak[9], mer’i sistemde Müslümanlara nefes alacakları imkânları sağlamak için modern iktisatla ve küresel teknolojik araçlarla birlikte sosyal yapımıza yabancı hadâretler taşınıyor. Yabancı hadarit barındıran teknikle değerlerimiz ve fıtratımız arasında da dengeyi nasıl yakalayacağımızla ilgili, Mehmet Akif şiirinde,
"Alınız ilmini garbın alınız san´atını;
Veriniz hem de mesainize son süratini.
Çünkü kabil değil artık yaşamak bunlarsız;
Çünkü milliyeti yok san´atın ilmin; yalnız, ..."
dese de -dönem içindeki bekâ ve yeniden varoluş kaygılarını anlıyoruz ama- bu “ilim ve san’at” meselesinin şairimizin kendi devrinde algılandığı gibi nötr bir konu olmadığını yaşadığımız dijital çağın araçlarının kullanımında görüyoruz. Bu konuyu hem sağladığı pratik imkânları hem getirdiği müfsid bağımlılıkları bağlamında akıllı telefonlar örneği üzerinden anlatmak ve tartışmak daha mümkün. Bu konularda yol gösterici ve uygulanabilir bir ilmihale de henüz ulaşamadık. Bolluk ve güvenlik konusunda “istidrac”a düşme hataları yanında, Kureyş Sûresi’nde belirtildiği gibi “insanları açlıktan koruyup güvene çıkartmak” da kaçınılmaz bir görev. Bu husus şûrâ “istinbat”ına[10] konu olmalı. Sorunları vakıa gerçekliği ile İslami sabiteler arasında çözümleme sorumluluğu, özellikle “ulu’l-elbab”ın, “rasihun”un ve muslih “ulema”nın mesuliyetlerini ve yükümlülüklerini gündemleştirmektedir.
NEFSİMİZE VE EHLİMİZE KARŞI SORUMLULUĞUMUZ
Verili ulusal sistemler içinde “ehven yönelim stratejileri” ile Müslümanlara siyaset alanı açmak veya ekonomik piyasada imkân sağlamak niyetindeki siyasilerimizin yaşadıkları “istidrac” tehlikesi, “ulustan ümmete yürüme” hedeflerimiz içinde her daim müzakere etmemiz gereken gündemimizdir. Aynı tehlike bugün bağımsızlaşma ve özgünleşme gayreti içindeki Taliban yönetimindeki Afganistan müslümanları için de geçerlidir. Dolayısıyla karşı karşıya geldiğimiz “istidrac” belasıyla ilgili zaafların, ilgili tarihi süreç içinde gücümüzü ve nimeti kaybetmemizle, egemen taği küresel ve yerel güçlerle ilgisi kadar, kendi nefsimiz ve ehlimizle de alakalı olduğunu muhasebe etmeliyiz.
Şüphesiz Rabbimizin “Ey iman edenler! Siz Allah'a (dinine, davasına, İslam’a, müslümanlara) yardım ederseniz (O da) size yardım eder; ayaklarınızı sağlamlaştırır.”[11] hitabı, kulluğumuzu gereğince ifa edebilmemiz için genel ibadi sorumluluğumuzu gösterse de, bu sorumluluğu üstlenebilmek için nefsimize ve yakınlarımıza dönük öncelikli ödevlerimiz vardır. Tahrim Sûresi’nden yer alan “Ey iman edenler! Nefsinizi ve ehlinizi (yani kendinizi ve yakınlarınızı), yakıtı taşlar ve insanlar olan ateşten koruyun. Onun üzerinde, Allah'ın buyruklarına karşı gelmeyen ve buyrulan şeyi yapan çok güçlü ve acımasız melekler vardır.”[12] ayet-i kerimesinde, kişinin sadece kendini Allah’ın azabından kurtarmasının yeterli olmayacağı, gücü yettiği oranda ehlini yani ailesini Allah’ın sevdiği kullar şeklinde yetiştirmesinin de kendi sorumluluğu olduğu bildirilmiştir. Şayet onlar, yani ehli/yakınları cehennem yolunu tutmuşlarsa, ebeveyn gücü nispetinde onlara engel olmaya çalışmalıdır. Sadece onların bu dünyadaki refahlarını değil, ahirette onları cehennemin yakıtı olmaktan nasıl kurtarmaya çalışacağını da düşünmelidir.
Tahrim Sûresi’ndeki ayette nefislerimizdeki fücurun bizleri davet ettiği inkâr ve şirkten, kötü ve batıl işlerden korunmamız gerekliliği bildirilmektedir. Ehlimiz ise en yakınlarımız, eşlerimiz, çocuklarımız, yanımızda kalan anne ve babamız yani ailemizdir. Teğabun Sûresi’nde de “Ey iman edenler! Eşlerinizden ve çocuklarınızdan size düşman olanlar da vardır, onlardan sakının”[13] emri ile uyarılıyoruz. Ankebut Sûresinde de “anne ve babaya iyi davranmak ama şirk koşmaya zorladıkları şeye itaat etmemek”[14] ile mükellef olduğumuz bildiriliyor.
Oysa Tahrim Sûresi’ndeki ayette bildirildiği gibi nefsimize de, ehlimize yani ailemize de azaptan koruyacak takvaya dönük, hakka dayanan tevhid inancıyla ve salih amellerle istikamet kazandırmaya çalışmalıyız. Teknolojik araçların gücü ve hızıyla vahye ve fıtrata aykırı batıl tüketimin ve kimliksel sapmaların dayatıldığı dünyevi hazlara odaklanmış seküler hayat tarzına bu modern çağda en fazla yetişme yaşındaki çocuklarımız muhatap oluyor. Ben-merkezci küresel kapitalist kültürün tsunami dalgalarıyla en çok eğitilme yaşındaki çocuklarımız, genç kızlarımız, delikanlılarımız karşı karşıya kalıyor.
Anne ve baba, çocuklarının zamanında almaları gereken ahlaki değerlere, maruf olan aile terbiyesine dikkat etmezlerse suç ve günah işleme eğilimlerine de sebep olmuş oluyorlar. Çocuklarının iyi yetişmemesiyle ilgili suç ve günahın hem dünyada karşılaşılacak can sıkıntıları, göğüs darlığı ve yaptırımları olur, hem de uhrevi cezaları söz konusudur. Birçok müfessire göre yakıtı taşlar ve insanlar olan ateşten korunmak için, hakikati inkar eden bir tavra sahip olmamak gerekir. Çünkü Allah Teala müşrikler ve münkirler için Enbiya Sûresi’nde buyurur ki: “Siz ve Allah’ın yanı sıra kulluk ettikleriniz şüphesiz ki cehennem odunusunuz.”[15] Böyle bir akıbetten kurtulmak için de anne ve baba önce nefislerini arındırıp ‘Nefs-i zekiyye’ye[16] yani arınmış bir kimliğe yönelmeli ve sonra da çocuklarına iman bilinci, Allah ve Resul sevgisi kazandırmalı, İslami bilgi ve terbiye vermeye çalışmalıdır.
Cenab-ı Hak, bize dua yoluyla Bakara Sûresi’nde korunma yolunu göstermiştir: “Ey Rabbimiz! Bize bu dünyada da iyilik ver, öteki dünyada da iyilik ver; bizi cehennem azabından koru!”[17] Aişe (r)’dan gelen habere göre Resulullah (s) şöyle buyurmuştur: “Sizin hayırlı olanınız, ehline karşı hayırlı olanınızdır”[18] Buhari ve Müslim de “Hepiniz çobansınız ve hepiniz teb’anızdan sorumlusunuz”[19] hadisini aktarmıştır.
Yine Bakara Sûresi’nde “İnsanlardan öylesi vardır ki, dünya hayatına ilişkin sözleri senin hoşuna gider ve kalbindekine rağmen Allah'ı şahid getirir; oysa o azılı bir düşmandır. / Eline yetki geçtiği zaman da yeryüzünde fesat çıkarmaya, insanın ürününü ve neslini yok etmeye çalışır: Ama Allah fesadı sevmez.”[20] buyrulmuştur. Günümüzde ise ekinin ve neslin hunharca ifsat edildiği bir dönemde yaşıyoruz.
Seküler modern hayat tarzı, bir yandan “ilerleme” adına tabiatı, doğayı, ekolojik dengeyi tahrip ediyor; diğer yandan ise kişiyi aile, cemaat ve toplumla bir arada tutan değerleri dejenere etmeye çalışıyor, nesilleri bozuyor ve insan fıtratını alabildiğine tahrif etmeye çalışıyor.
Kur’an-ı Kerim’in insan davranışları için gösterdiği ölçüler, ahlaki kavramlar ve Resullerden bu yana gelen maruf “örf” ne yazık ki modalaşan “ilerlemeci” seküler eğilimler ve ideolojiler tarafından hayatın dışına iteklenmeye çalışılıyor.
Adalet ile zulmün, doğru ile yanlışın, iyi ile kötünün, helal ile haramın yer değiştirdiği kirli ortamlarda yaşamak her geçen yeni zorluklar ve gerilimler oluşturuyor.
Bugünün hayatı birey odaklı bir dünyaya dönüştü. Varlık felsefesinin artık ilk adımları “ben” enaniyetine dayanıyor. Egzistansiyalist/Varoluşcu felsefe bu anlayışı yaygınlaştırıyor. Liberalizmin de “birey” oluşturmak hedefi bu kibri tetikliyor.
Bütün bu çözücü ve bozucu, insan fıtratına yabancılaştırıcı küresel ifsad adımlarına karşı Tahrim Sûresi 6. ayeti gereği, ömrümüzün sonuna kadar nefsimize ve ailemize karşı sorumlu olduğumuz bilincini her daim zihnimizde diri tutmalıyız. Bu sorumluluk gereği ailemizle ve dolayısıyla çocuklarımızla donanımlı ve yeterli vakit geçirebilme ödevini ihmal etmemeliyiz.
[1] Maide, 5/16.
[2] Şûrâ, 42/38; Âl-i İmran, 3/159; Nisa, 5/59, 83.
[3] Enfal, 8/53.
[4] Sebe, 34/53; Kehf, 18/22;
[5] Enfal, 8/46.
[6] Â’raf, 7/182; 7/182; Kalem, 68/44
[7] İbn Hanbel, Müsned, IV, 145.
[8] Müddesir, 74/4.
[9] Enfal, 8/60.
[10] Nisa, 4/83.
[11] Muhammed, 47/7.
[12] Tahrim, 66/6.
[13] Tegabun, 64/14.
[14] Ankebut, 29/8
[15] Enbiya, 21/98.
[16] Şems, 91/9.
[17] Bakara, 2/201.
[18] İbn Mace, Nikah 50; Darimi, es-Sünen, Nikah, 55.
[19] Buhari, Cuma, 11; Müslim, İmâri, 20.
[20] Bakara, 2/204-205.
YAZIYA YORUM KAT