Toplum olamadan millet olunur mu?
Başbakan'ın 'tek millet, tek devlet, tek bayrak' klişesini tekrarlaması çeşitli olumsuz tepkilere neden oldu. Aslında belki de mesele bu klişenin içeriğinin bugüne kadarki anlayış ve uygulamalar nedeniyle otoriter bir yoruma sıkışmış olmasıydı.
Çünkü gerçekten de bu ülkede 'tek' devlet ve 'tek' millete itiraz çok da fazla değildir. Yeter ki o devlet ve milletin 'nasıl' olacağına toplum olarak bizler karar verelim ve kendi çeşitliliğimizi bu iki kavrama yansıtabilelim. Örneğin bu 'tek' devlet bir federasyon da olabilir, 'tek' millet ise Türkiyelilik üzerine inşa edilebilir. Önemli olan toplumun önündeki alternatiflerin konuşulabilmesi ve karşılıklı bir ikna sürecinin yaratılabilmesidir. Öte yandan bu sürecin sonunda herhangi bir anlaşma noktasının bulunmaması halinde halkın farklı devletlere ve 'milletlere' bölünmesine de razı olmak gerekir...
Böyle bir bakışın fazlasıyla post modern olduğunu, dünyanın henüz o noktada olmadığını söyleyebilir, eski Yugoslavya gibi ülkeleri örnek gösterebiliriz. Ama başka biri de bize kendi istekleriyle birleşen ve yine kendi istekleriyle ayrılan Çek ve Slovak halklarını hatırlatacaktır. Dolayısıyla etnik temelli ayrışmaların ve etnisiteye dayanan tahakkümlerin egemen olduğu bir dünyada yaşıyor olsak da, toprak fetişizminden kurtulmuş insanların varlığını göz ardı edemeyiz.
Diğer taraftan Başbakan'ın tekrarladığı klişenin üçüncü öğesinin sorun yaratmayacağı da açık. Çünkü tek bayrak zaten devlet ve milletin tanımlanması ile kendiliğinden ortaya çıkan bir sembol. Türkiye'nin sorunu bu tür klişelerin bir toplumsal konsensüsü değil, kendilerini devletin sahibi ve milletin temsilcisi olarak gören bir kesimin ideolojik bakışını yansıtması ve söz konusu ideolojinin ayrımcı bir milliyetçiliğe tekabül etmesi. Nitekim bu klişeye bir dördüncü öğenin eklenmesinin yani 'tek dil' ibaresinin nedeni de bu. Oysa bu topraklarda bin yıllar boyunca daima 4-5 dil bir arada yaşadı, birbirinden etkilendi ve bölgesel olarak iç içe geçmesine karşın niteliğini korudu. Dilin tekleşmesi, devletin, milletin, bayrağın tekliğine benzemiyor... Çünkü dil kimseye ait değil. Oysa diğerleri insanların iradesi ile tanımlanan unsurlar. Bu açıdan bakıldığında gerçek olan sadece dildir. Diğerleri ise üretilmiş yapay gerçeklikler...
Toplumsallaşma ile milletleşme arasındaki gerilim
Bu nedenle Güneydoğu'nun dağ yamaçlarına, askerî garnizonların kapılarına konan klişeye 'tek dil'i ekleyen zihniyet, aslında etnik tahakkümün ve kültürel fakirleşmenin taşıyıcısıdır. Tek dili temel almak, Anadolu'nun diğer dillerini yok saymak ve yasaklamak milleti de güdükleştirir, onu toplumun uzantısı olmaktan çıkarıp güçlünün kimliği olarak işlevselleştirir. Nitekim Anadolu insanının ortak dillerinden biri olan Türkçe, Cumhuriyet'ten bu yana o bölgede neredeyse adaletsizliğin sembolik aracı haline gelmiştir.
Ancak meselenin Kürtler ve Kürtçe ile ilgili olmadığını biliyoruz. Çünkü Türkçe üzerinden yürütülen bu stratejinin ilk muhatapları gayrimüslimlerdi ve onların da dillerinin baskı altına alınmasıyla kültürel farklılıklarının kamusal alandan kovulmasına çalışılmıştı. Böylece anlıyoruz ki Türkçe bu Cumhuriyet'in kurucuları ve taşıyıcıları için kültürel bir olgu değil; Türk etnisitesinin egemen kılınması için kullanılan bir araç...
Acaba Cumhuriyet Türkçeyi niçin böyle kullandı? Diğer dillere karşı olan bu husumetin nedeni neydi? Tarih bu soruların yanıtını epeyce açıklıkla sunuyor: İmparatorluğun farklı ulus-devletler halinde parçalandığını gören Osmanlı Sünni eliti, kendilerinin ulus-devlet olma yolunun Anadolu'yu 'tekleştirmekten' geçtiğine kanaat getirmişlerdi. Oysa tek millet ve tek devlet olmayı toplumsal yapının doğal denge ve dinamikleri içinden üretmek bir melezleşmeyi ima ediyordu. Böyle bir arayışın o dönemin siyasi algısı için çok yabancı kaldığını ve hemen her cemaatin içinde kendi kimliği üzerinden milliyetçilik yapanların varlığını da göz ardı edemeyiz. Ama bugün unutulan gerçeklerden biri, yine her cemaatin içinde bir tür 'modern Osmanlı' hayalinin de bulunduğu ama bu bakışın siyaseten yenildiğidir.
Gayrimüslimlerin Anadolu'dan atılışı sadece kimliksel bir ayrışmanın siyaseten hayata geçirilmesi değildi. Aynı zamanda çok büyük bir servet birikimine el konması, İttihatçı devletin ve onun yerel yandaşlarının vatandaşın malını ganimet olarak telakki etmesiydi. Diğer bir deyişle 'Türkçe'nin hakimiyeti ve diğer dillerin baskı altına alınması, sembolik olarak bir servet transferinin de üstünü örtmekteydi. Bir süre sonra kamusal alanda diğer dillerin duyulmadığı bir ülke yaratıldı ve Türk kimliğinin bu toprakların asıl sahibi olduğuna dair algılama devlet eliyle yerleştirildi.
Bu sürecin bir 'milletleşmeye' karşılık geldiği açık. Gerçekten de ortaya sembolleri, referansları ve kutsallarıyla bir Türk milleti çıktı. Ancak bunun bir de maliyeti vardı... Aynı süreç Anadolu'nun bir toplum olarak yeniden yaratılmasını engelledi ve cemaatleşmeyi güçlendirdi. Öte yandan bu toprakların insanî niteliğinde yozlaşmalar yaşanırken, Anadolu kültürel açıdan da çoraklaştı. Milletleşmenin karşılığı düzeysizleşme olarak ödendi.
Bu tespit kendimize yönelik haklı bir eleştirel bakışı ima etse de, bunun 'Türklük' veya 'Türkler'le sınırlı tutulamayacağının da farkında olunması gerekiyor. Çünkü aynı 'yanlışı' yapan ve halen yapmaya devam eden bir sürü ülke var. Mesele milletleşme ile toplumsallaşmanın karşıt eğilimleri ifade ettiği durumlarda, milletleşme yönünde bir eğilimin tercih edilmesidir. Bunun da kabaca üç nedeni bulunuyor: Birincisi 'geri kalmış olma' duygusudur. Modernleşmesinin tezahürü ve taşıyıcısı olarak algılanan ulus-devletlerin Batı'da art arda kurulması, çeperdeki ülkelerde de benzer bir istek ve siyaseti tetiklemişti. İkincisi milletleşme son derece kolay bir süreçti, çünkü güce dayanmaktaydı. Dolayısıyla herhangi bir toprakta daha güçlü olan unsurlar bu gücü kullanarak diğerlerini alt ediyor ve 'kendi' ulus-devletlerini kurabiliyorlardı. Üçüncü nokta ise zihniyettir... Millet kurmanın ima ettiği otoriter anlayış, özellikle Batı'nın çeperindeki ülkelerde son derece yaygındı. Bu nedenle ayrışmaya ve milletleşmeye giden yol hiçbir biçimde yadırganmadı ve doğal bir süreç olarak benimsendi.
Oysa modernleşmeyi sindirerek yaşamış olan Batı'da milletleşmeyi toplumsal çeşitliliği koruyarak dengelemek daha mümkün oldu. Aslında modernlik esas olarak toplumsallaşmak demekti... İmparatorluk şemsiyesi altında eklemlenen kültürel veya siyasî cemaatleriyle, modernlik öncesinin Batı dünyasının Osmanlı'dan çok büyük bir farklılığı yoktu. Ancak kapitalizmin merkezinde bulunmak Avrupa'da iletişimden hukuka uzanan birçok alanda bireyi vatandaşa dönüştürme yolunda yeni bir toplum tasavvuru üretti. Matbuat bu değişimin doğal taşıyıcısı oldu. Öyle ki bir süre sonra insanlar kendi cemaatlerinin dışına taşan kaygılar ve hayallerde buluşmaya başladılar. Böylece tarihsel koşulların getirdiği coğrafî sınırlar içinde bir toplumsallaşma eğilimi başladı.
Ancak aynı modernlik bir süre sonra çok daha hızlı bir dinamiğin, yani millletleşmenin de tetikçisi oldu. Toplumsallaşma yavaş bir süreçti ve sonucu, yani ortaya nasıl bir sentezin çıkacağı belirsizdi. Oysa imparatorluk vârisi olan devletlerin elinde özellikle yaygın eğitim olanakları sayesinde toplumu tanımlama gücü vardı. Böylece toplumu tek bir etnisiteye indirgeme, buradan alınan meşruiyetle ulus-devlet haline gelme ve bu sayede toplumu edilgen kılma şansı doğmuştu.
Batı söz konusu toplumsallaşma ve milletleşme arasındaki gerilimin farklı sonuçlarına tanık oldu ve onları halen de yaşıyor. Demokrat bakış açısından ideal olanı muhakkak ki önce toplumsallaşmanın yaşanması ve milletleşmenin onun üzerine inşa edilmesiydi. Ama hiçbir ülkede böyle bir sabır yoktu... Buna en yaklaşanın ABD olduğu söylenebilir. Çünkü bu ülkenin mayasında kendi etnisitesini terk etmeye hazır bir bireysellik bulunuyor ve dolayısıyla toplumsallaşma da daha hızlı olabiliyor. Kuzey Avrupa ülkeleri ise göreceli olarak şanslı sayılması gerekenlerden. Bu ülkelerde cemaatler dinsel temelliydi ve modern laiklik zaten onları arka plana itmişti. Böylece toplumsallaşmanın kolay yaşandığı bir ortam söz konusu oldu.
Buna karşılık cemaatleşmenin etnik kimliğe dayandığı İspanya ve İngiltere'de toplumsallaşma bugün hâlâ tam olarak becerilebilmiş değil ve nitekim bu ulus-devletler de söz konusu durumu dikkate alan bir yapı arz etmekteler. Öte yandan Almanya ve İtalya'da cemaatleşme siyasi temelde olduğu için milletleşmenin önünde büyük bir engel yoktu. Ne var ki bu 'kolaylık' olgunlaşmamış bir toplumsal var oluşa neden oldu ve belki de bunun sonuçlarından biri dünya savaşı çılgınlığı ile ödendi. Nihayet bize çok benzediği öne sürülen Fransa'da ise azınlık cemaatleri küçük ve zayıftı. Devlet bunları ezerek halkı milletleştirdi ama ülkeyi de kimseye ait olmayan, hiçbir etnisiteyi ima etmeyen 'Fransız' kimliğiyle özdeşleştirdi.
Görülüyor ki her ülkenin milletleşme ile toplumsallaşma arasındaki gerilimi çözmede kendine has yolları var. Ama her biri belirli bir dengeyi de kollamaya çalışmış... Çünkü toplumsallaşmayı hiçe sayan bir milletleşmenin geleceği olamaz. Unutmamak gerek ki milletleşme tarihsel akışın üzerine 'giydirilmiş' bir elbise gibidir. Toplumsallaşma ise biz istesek de istemesek de devam eden bir süreç... Diğer bir deyişle eninde sonunda belirleyici olan, toplumun bu içsel devinimidir. Nitekim bugün 'post modern' dünyada mikro milliyetçiliğin ortaya çıkması, modern milliyetçiliğin toplumsallaşmayı göz ardı eden milletleşmesine bir tepkidir. Bu akımları onaylamak zor olsa da, toplumsallaşmanın asıl çoğunluk cemaatinin sorumluluğunda olduğunu teslim etmek gerekir. Diğer bir deyişle çoğunluk cemaatinin veya hakim etnik unsurun toplumsallaşmaya karşı olduğu bir yerde azınlıkların milliyetçi akımlara meyletmesine itiraz edilemez.
Bu açıdan bakıldığında günümüzün Kürt meselesinin 20. yüzyılın başlarında yaşananlara çok benzediği açıktır. İronik olan şey, Osmanlı kimliğinin o dönemde asıl gayrimüslimler tarafından savunulması ve bu cemaatlere milliyetçiliğin hakimiyetinin devletin hakem niteliğini yitirmesiyle ortaya çıkmasıdır. Her cemaatte ayrılıkçı grupların olması bu gerçeği değiştirmez. Nitekim Anadolu'daki gayrimüslimlerin 'toplumsal' olarak kendi 'milli' amaçlarının peşinden gitmeleri hiçbir zaman söz konusu olmamış ve tehcirler de zaten bu nedenle 'başarılı' olmuştur.
Bu arka plan Anadolu'da Osmanlı'yı yıkanın 'Türk kimliği' olduğuna da işaret eder. Ne var ki aynı 'Türk kimliği' Anadolu'nun tek bir millet olarak bütünleşmesini de sağlayamadı. Bunun iki nedeni vardı: Birincisi apaçık olarak Kürtlerin dışlanmasıydı. Ancak ikinci olarak devlet 'Türk' Müslümanları bile eşdüzeyli vatandaşlar haline getiremedi, çünkü laiklik kayırılmış bir cemaatin hamuru olarak kullanıldı. Böylece milletleşme süreci bu toprakları yeniden cemaatleştirdi ve toplumsallaşmanın önüne yeni engeller çıkardı. Bugün Türkiye Cumhuriyeti'nin en büyük handikapı hâlâ bir toplum olmayı becerememizdir. Bu durumun bir uzantısını laiklik üzerinden yaşanan ayrımlaşmalarda, bir diğerini ise Kürt kesimindeki ayrılıkçılıkta gözlemliyoruz.
Yeni aktörler, yeni bir zihniyet
Türkiye'de devlet Batılı ülkelerin tarihten almış olduğu dersten bihaber gözüküyor. Toplumsallaşmayı dışlayan bir milletleşmenin intihar demek olduğunun farkında değil. Hatta tam aksine toplumsallaşmayı bir tehdit olarak algılıyor. Buradan doğacak olan melezleşmenin milliliğe karşı olduğunu düşünüyor. İtiraf etmek gerek ki bu korku çok da haksız değil. Çünkü toplumsallaşma, halen var olan Türk kimliğinin ve milli tasavvurun değişmesini ima ediyor. Öte yandan bu kimliği ve tasavvuru her şeye rağmen savunmak ve muhtemel değişim potansiyellerini sürekli tırpanlamak da düzeysizliğe ve yozlaşmaya neden oluyor. Böylece doğal ve sağlıklı olanın 'gayri milli' kabul edildiği, buna karşılık devletçi bir tahayyülün baskı kurularak 'millileştiği', tarihsel açıdan dengesiz bir ülke çıkıyor ortaya...
Ancak daha önce de söylendiği üzere toplumsallaşmanın kendine has iç dinamiğini engellemek mümkün değil. Nitekim son 15 yıl içinde Anadolu yeniden hatırlama, kendi melezliğini öne çıkarma yönünde bir istek sergiliyor. Bu durumun ekonomik ve sosyal karşılığı yeni bir orta sınıfın ve tarihini arayan bir kentleşmenin doğmasıdır. Ortaya çıkan yeni aktörler aynı zamanda zamanın ruhuna uygun yeni bir zihniyetin de kapısını aralıyorlar. Böylece yeni bir siyasetin eşiğine geliyor, yeniden 'konuşmaya' hazırlanıyoruz. Devlet ise bu süreç karşısında giderek yabancılaşıyor. Dolayısıyla toplumsallaşma Türkiye'de bir devlet krizini ima ediyor. Soru bu toplumsallaşmanın nispeten yavaş olan dinamiğine gerekli zamanın tanınıp tanınmayacağı... Acaba yeniden toplum olmak mı cazip gelecek, yoksa ille de 'milli' kalmak mı? Yanıt bu kez devletin elinde değil, halkın sağduyusunda...
ZAMAN
YAZIYA YORUM KAT