“Tez zamanda yer isimleri değiştirile!”
Tarihte azınlıklara dair ilk belgenin 1250 yılında St. Louis’nin Fransız tebaasından olan Marunîleri koruma sözü verdiği beyanı olduğu kabul edilir. 1618-1648 arasındaki 30 Yıl Savaşları’ndan sonra imzalanan dinsel azınlıkları koruyan anlaşmaları bir yana bırakırsak, kimlik ve dil konularını içeren anlaşmaların bazıları şunlardı: Napolyon Savaşları sonrasında Avrupa haritasının yeniden çizmek için 1 Eylül 1814 ile 9 Haziran 1815 tarihleri arasında toplanan Viyana Konferansı’nın sonuç bildirgesinde bugün Polonya sınırları içinde bulunan ama o dönem Alman toprağı olan, Poznan şehrinde yaşayan Polonyalılara Almancanın yanı sıra Lehçenin de resmî işlerde kullanılması hakkı tanınmıştı. 1831 tarihli Belçika Anayasası’nın 23. maddesinde, ‘Belçika’da konuşulan dilleri kullanmak seçimliktir. Bu konu, sadece kamu kurumlarını ve yargısal konuları ilgilendirdiği ölçüde yasa ile düzenlenir’ deniyordu.
İMPARATORLUKLAR DAĞILIRKEN . 1860’lara gelindiğinde özellikle Habsburg İmparatorluğu’nda konunun hukuksal, felsefi ve siyasi yanlarına ilişkin ciddi bir literatür oluşmuştu. Nitekim 1867’de, İmparatorluğun Avusturya bölümünde anayasal nitelikteki kanunun 19. maddesine göre tüm etnik azınlıklar, özellikle kimliklerini ve dillerini geliştirme konusunda egemen unsurlar bölgelerde kamuya ait eğitim kurumları, azınlıklara kendi dillerinde eğitim alma imkânı sunacaklardı. İmparatorluğun Macaristan topraklarında geçerli olacak 1868 tarihli 44 Sayılı Kanun’la Macaristan’da ulusal kimliklerine bakılmaksızın herkese eşitlik hakkı tanınmış, ülkede konuşulan farklı dillerin resmî hayatta da kullanımına dair düzenlemeler yapılmıştı. Bunlardan esinlenen İsviçre’nin 1874 tarihli anayasasının 116. maddesine göre, Almanca, Fransızca ve İtalyanca kamu hizmetlerinde, yasalarda ve mahkemelerde eşit kullanıma sahip olacaktı.
KENDİ KADERİNİ TAYİN HAKKI . Çok etnisiteli imparatorlukların tarihe gömüldüğü Birinci Dünya Savaşı sonrasında, Wilson’un ve Lenin’in tarif ettiği ‘ulusların kendi kaderini tayin hakkı ilkesi’ uyarınca ‘her ulusa bir devlet’ kurulamadığı için, savaşta yenik düşenlere ‘ulusal azınlık hakları’ adı altında bir çeşit ‘teselli ikramiyesi’ verildi. Ancak ulus-devletlerin egemen etnik grupları, istedikleri azınlık grubuna ‘azınlık statüsü’ tanıdılar, istemediklerine tanımadılar, bu statünün kapsamına da onlar karar verdiler.
Aslında, insan hakları ve özgürlükler konusunda büyük adımların atıldığı gelişmiş ülkelerde bile devletlerin büyük bir bölümü azınlıkların kimliklerinin tanınmasından rahatsız oluyor. Dil bu bağlamda en çok hedef alınan unsur. Devletler, dil hakları sözleşmelerini imzalama ve onaylamakta özgür, yani çerçeve sözleşme zorla uygulatılamıyor. Devletlerin sözleşmeleri ihlal ettikleri durumlarda ne olacağı da net değil. Bireysel başvuru yapılacak bir çözüm mercii yok.
MİLLET-İ HÂKİME . Türkiye’de de, azınlık grupları, ‘millet-i hâkime’ olan Türklerin çizdiği sınırlara tabi olmak zorunda kaldılar. Halbuki, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu antlaşması olan Lozan Barış Antlaşması’nın 39. maddesinin4. fıkrasında “Herhangi bir Türk uyruğunun, gerek özel gerekse ticaret ilişkilerinde, din, basın ya da her çeşit yayın konularıyla açık toplantılarında, dilediği bir dili kullanmasına karşı hiç bir kısıtlama konulmayacaktır” Denmektedir. 5. fıkrasında ise “Devletin resmî dili bulunmasına rağmen, Türkçeden başka bir dil konuşan Türk uyruklarına, mahkemelerde kendi dillerini sözlü olarak kullanabilmeleri bakımından uygun düşen kolaylıklar sağlanacaktır” diyerek pozitif bir hakkı tanımlar. (‘Negatif haklar’ bir toplumda ayrım yapmadan azınlık-çoğunluk demeden herkese tanınan haklar, örneğin seyahat, mülkiyet, oy verme gibi haklardır, ‘pozitif haklar’ ise yalnızca dezavantajlı gruplara mensup bireylere verilen haklar, örneğin kendi dillerinde eğitim yapmak, mahkemelerde kendi dillerinde savunma yapmak gibi haklardır.) Ancak 39. maddenin bu iki fıkrası hiçbir zaman uygulanmamıştır.
Kürtlerin yeni devlette ‘kurucu/aslî unsur’ mu yoksa ‘azınlık’ mı olduğu konusunda tartışmaları bir yana bırakırsak, DTP Genel Başkanı Ahmet Türk’ün TBMM’deki Kürtçe atağı ‘dilsel haklar’ konusunda çok önemli bir adımdı. Tepkiler 18 yıl öncesine göre çok olumlu.
Yer isimlerinin Türkçeye tahvili
DTP Milletvekili Hasip Kaplan 20 Nisan 2008 tarihinde TBMM Başkanlığı’na bu konuda bir kanun teklifi vermişti. Teklifte 1949 yılında çıkarılan 5442 sayılı İl Özel İdaresi Kanunu uyarınca değiştirilen yer adlarının eski haline getirilmesi talep ediliyordu. Teklif gerçekten önemliydi çünkü adı geçen kanuna dayanarak bugüne kadar 30 bin kadar coğrafi yer ismi ‘Türkçeleştirilmişti.’ Değişikliğin en fazla olduğu bölgeler Doğu Karadeniz ve Doğu Anadolu bölgeleriydi.
Aslında bu topraklarda, coğrafi yer adlarının değiştirilmesi fikri ilk kez 1910 yılında ortaya çıkmış, resmî adım 13 Mayıs 1913’te çıkarılan İskân-ı Muhacirin Nizamnamesi ile atılmıştı. Türkçe olmayan isimlerin sistemli olarak değiştirilmesi doğrultusunda atılan adımlar savaşa girilmesiyle birlikte hızlandı. 5 Ocak 1915’te Enver Paşa tarafından askeri kıtalara gönderilen talimatnamede “savaş zamanının sunduğu olumlu imkândan yararlanılarak, Osmanlı topraklarında Ermenice, Rumca ve Bulgarca dillerden olan il, ilçe, köy, dağ ve nehir adlarının Türkçe’ye tahvili” isteniyor, bu değişikliklerin nasıl yapılacağı konusunda bilgi veriliyor, yeni isimlerde dikkat edilecek hususlar sıralanıyor ve hatta bazı örnekler de veriliyordu. Bu emirname 15 Haziran 1916’da kaldırıldı ancak o zamana kadar çok sayıda köy ve kasaba ismi Türkçeleştirilmişti. Dersim’deki Kızılkilise’nin Nazimiye, Muğla’daki Megri’nin Fethiye, Hüdavendigâr’daki (1918’de Bursa oldu) Atranos’un Orhanili, yine Bursa’daki Mihaliç’in Karacabey, İzmir’deki Ayasluğ’un Selçuk olması bu dönemin işlerindendi.
DİL MİLLİYETÇİLİĞİ . Milliyetçilik ideolojisinin Osmanlı Devleti için bir tehdit oluşturmaya başladığı bir dönemde bu ameliyenin arkasında yatan mantığı anlamak kolaydı. Giderek parçalanan, küçülen bir imparatorluktan geriye kalan küçük parçayı ‘bir Türk ülkesi’ yapmaktan başka yol kalmamıştı. Bu değiştirme ameliyesine Milli Mücadele yıllarında da devam edildi çünkü Milli Mücadele’yi yürüten kadrolar hem fiziki olarak hem de ideolojik olarak İttihatçıların devamıydılar. Üstelik yeni bir devletin kurulabileceği coğrafi alan iyice küçüldüğü gibi bu küçük alanda hak iddia eden Ermeni ve Kürt milliyetçiliği hala tüm canlılığıyla varlığını sürdürüyordu.
Ülkedeki yer isimlerinin ‘millileştirilmesi’ konusundaki ilk teklif 20 Aralık 1920 tarihli 117 sayılı oturumunda İzmit milletvekili Sırrı Bey tarafından yapılmıştı. Sırrı Bey, ülkedeki yer isimlerinin ‘gayrımillî’ kalmasından şikâyet etmiş, Tunalı Hilmi Bey ise bu durumu “Türk’ün mezayasından [üstünlüklerinden]” saymıştı. Isparta milletvekili Nâdir Bey ise “ecnebi isimleri taşıyan köy isimlerinin değiştirilmesine dair” önergesini vermişti. Zaferden sonra, Milli Mücadele kahramanlarının adları bazı mevkileri verilirken, gözden düşenlerin adları geri alındı. 1922’de bir dizi yerleşim yerinin adı ‘Türkçeleştirildi’. Van’a bağlı Müküs Bahçesaray, Kırkkilise Kırklareli, Üskübü Konuralp, Ankara’nın İstanos (Zîr) Yenikent, Makriköy Bakırköy, Ayastefanos Yeşilköy, Sinasos Mustafapaşa, Tirilye Zeytinbağı, İmroz Gökçeada oldu. 1923’te İzmit ilinin adı Kocaeli’ne, 1924’te Kırkkilise’nin adı Kırklareli’ne, 1927’de Bozok’un adı Yozgat’a çevrildi. 1925’te, Artvin ilinde büyük kısmı Gürcüce olan yerleşim adları değiştirildi.
28 BİN DEĞİŞİKLİK . 1934-36 arasında Halkevleri yurt çapında 834 köye Türkçe isimler verdi. 1935’te binlerce yıllık ‘Dersim’ Tunceli yapıldı. 1937’de Mamuretülaziz’e bizzat Mustafa Kemal tarafından ‘bereket-bolluk’ anlamına ‘El’azık’ denildi, sonra Elazığ’a çevrildi. 1939’da Sancak’ın adı ‘Hattai’ ve ‘Karay’ adlarının karışımından oluşan Hatay’a çevrildi. 1940’da İçişleri Bakanlığı’nın genelgesi ile ‘Türkçeleştirme’ hamlesine yeniden başlandı ancak İkinci Dünya Savaşı dolayısıyla, 1947’de Hatay ilindeki Türkçe olmayan (çoğu Arapça idi) yer adlarının değiştirilmesi dışında önemli bir adım atılamadı. Hatta 1947’de Türkçe’ye çevrilen Ernest Chaput’un Türkiye’de Jeolojik ve Jeomorfolojik Tetkik Seyahatleri kitabında ‘Galatya Yaylası’, ‘Likaonya Yaylası’, ‘Pontik’ gibi terimlerin rahatlıkla kullanılması dikkat çekicidir.
İlginçtir, en büyük isim değiştirme hamlesi nispeten ‘liberal’ politikalar izleyen Demokrat Parti döneminde yaşandı. 1956’da kurulan Ad Değiştirme İhtisas Komisyonu, Genelkurmay Başkanlığı, İçişleri, Savunma ve Milli Eğitim bakanlıkları, Ankara Üniversitesi Dil Tarih Coğrafya Fakültesi ile Türk Dil Kurumu’nun temsilcilerinden oluşuyordu. Bu kurulca 1978’e kadar yaklaşık 75 bin yerleşme adı incelendi ve bunlardan 28 bin kadarı değiştirildi.
Bu çalışmalar sırasında Atkafası, Çakal, Çürük, Deliler, Domuzağı, Haraççı, Hırsızpınar, Hıyar, Kaltaklı, Kıllı, Kötüköy, Kuduzlar, Sinir, Zurna gibi ‘anlamları güzel çağrışımlar uyandırmayan, insanları utandıran, inciten, yahut alay edilmesine fırsat tanıyan’ isimler Türkçe dahi olsalar değiştirildi. Kimi isimler, Sehrince/Serince, Pervana/Pervane örneklerindeki gibi birkaç harf değişikliğiyle korundu. Kimi, Şemsi/Güneşli, Kebirkazani/Büyükkazanlı, Telanbar/Anbartepe, Telseyif/Kılıçlı örneklerindeki gibi Türkçeye tercüme edildi. ‘Şıh’ gibi Alevi kökenliler ‘Şeyh’ yapılarak ‘Sünnileştirildi.’ İçinde ‘kızıl’, ‘çan’, ‘kilise’ gibi kelimeler olan yer isimleriyle Arapça, Farsça, Ermenice, Kürtçe, Gürcüce, Tatarca, Çerkezce Lazca yer isimleri ‘bölücülüğe meydan vermemek’ amacıyla değiştirildi. (Bu arada birçok yer adında bulunan ‘viran’ sonekinin ‘ören’le değiştirilmesi Cumhuriyet’in bayındır bir Türkiye vaadiyle bağdaşmayan isimlere de el atıldığını gösteriyordu.)
BUGÜNÜN VE GEÇMİŞİN FETHİ . Aslında yer ve insan isimlerini değiştirme eylemi sadece Türkiye’ye has değil. Neredeyse bütün ulus-devletler üzerlerinde kurulu oldukları toprakların sadece demografik olarak değil, tarihi açıdan da sahibi oldukları göstermek için, o topraklarda bir zamanlar yaşamış ‘öteki’ grupların izlerini silmeye çalışmışlardır. Coğrafi ve tarihi yer adlarını değiştirme bu işlemin sadece bir tanesidir. 20. yüzyıl başında Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşü sırasında yaşanan olayların travmatik etkisinden bir türlü kurtulamayan yönetici elitler de, orijinal/tarihsel yer isimlerin toplumun kolektif belleğinde çok ötelere itilmiş olan bazı bilgileri yeniden bilinç üstüne çıkarmaya katkıda bulunmasından böyle bir bellek tazelenmesinin, yıllardır özenle inşa edilen ‘Anadolu’nun Türklerin yurdu’ olduğu şeklindeki resmî söylemi zayıflatmasından ve dahası bu grupların tarihi haklara dayanarak, Anadolu coğrafyasında hak iddia etmesinden korkuyorlar. Yani, günümüzde ‘Kürdistan’, ‘Amid/Amed’, ‘Dersim’, ‘Konstantinopolis’, ‘Smyrne’, ‘Pontus’, ‘Ararat’, ‘Ani’, ‘Akhtamar’, ‘Kilikya’, ‘Misis’ gibi yer adlarının kullanılmasına gösterilen sert tepkinin nedeni, 90 yıldır bir türlü inşaatı bitmeyen ulus-devletimizin derin güvensizliği...
‘Bölücü’ Kızıl Kurt Vulpes vulpes kurdistanicum
Bu derin güvensizliğin neden olduğu komik durumlara dair bir örnekle devam edelim. Gazeteci Yalçın Doğan Hürriyet gazetesindeki 1 Mart 2005 tarihli köşesinde “UNDP [Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı] bin yıllık kızıl tilkiyi yazışmalarında Vulpes Vulpes Kürdistanicum diye niteliyor!.. Yani, Kürt tilkisi!.. Hiçbir bilimsel kitapta yeri olmayan bir tanım!.. Bu işgüzarlık nereden çıkabilir?.. Ağrı ve çevresi bizim Kürt yurttaşlarımızın da yaşadığı bir bölge ya da onların deyimiyle Kürdistan!.. Kızıl tilki de, orada yaşadığına göre, oluyor size Kürt tilkisi!.. Ona bir de, bilimsel bir ad takmak gerek, karşınızda Vulpes Vulpes Kürdistanicum! Kürt sorunu işte bu!.. Bizim kendi Kürt yurttaşlarımızla çözmek istediğimiz bir sorun, her fırsatta dışarıdan çomak sokulan bir olay. Hem de adının önünde BM bulunan bir kuruluş bile bu oyunda rol alıyor” diyor ve devam ediyordu: “Sadece Kürt tilkisiyle bitmiyor. Uluslararası kuruluşların bazı yazışmalarında da, bildiğimiz koyun isim değiştiriyor, Ermeni koyunu [ovis Armenia] oluyor!.. Türkiye’nin başındaki iki derdin haberini hayvan isimlerindeki değişikliklerden almak mümkün!..Biri Kürt sorunu, diğeri uluslararası arenada yeniden sinsi sinsi tartışmaya başlanan Ermeni sorunu. Bize hiç mi rahat yok!..”
ÜNİTER İSİMLER . Yalçın Doğan’ın yazısı üzerine, Çevre ve Orman Bakanlığı harekete geçti ve “ülkemizin üniter yapısını bozucu nitelikte kasıtlı olarak” konulmuş olduğunu tespit ettiği, vulpes vulpes kurdistanica şeklindeki tilki türünün adını, vulpes vulpes, 1758’de Isvecli bilim adami Carl von Linne dem Wildschaf tarafından adı ovis armeniana olarak konulmuş Anadolu yaban koyununu ovis orien anatolicus olarak ve capreolus capreoulus armenius olan karaca türünün adını capreolus capreolus capreolus olarak değiştirdi.
Ancak, Bakanlığın bilmediği, bu tür bilimsel hayvan isimlerinin 1895’te kurulan The International Commision on Zoological Nomenclature (ICZN) olan uluslararası zooloji örgütü tarafından tescil edildiği; yeni isim önerileri ve eski isimlere ilişkin değiştirme tekliflerinin sadece bu komisyonun kurallarına göre yapılabilmekte olduğuydu. Komisyon, taksonomi (canlıların sınıflandırılması, bu sınıflandırmada kullanılan kurallar bütünü) konusunda standardı korumak için isim değişikliğini katı bilimsel kurallara bağlamıştı. Dolayısıyla Bakanlık yazışmalarında bu yeni isimleri kullansa bile uluslar arası arenada eski isimler geçerliydi!
PONTUSLU BALIKLAR . Ancak mesele bu da değildi. Başımızdaki bela (!) Yalçın Doğan’ın ve Bakanlığın sandığından çok daha büyüktü. Çünkü uluslararası ve ulusal listeleri, içinde ‘kurdistanicus’, ‘pontus’, ‘armenius’, ‘lazia’ gibi ‘bölücü’ kelimeler taşıyan onlarca bitki ve hayvan isimleri kaplamıştı. Örneğin GAP İdaresi’nin Güneydoğu Anadolu Bölgesi Dicle Havzası Endemik Bitki Türleri listesinde paracaryum kurdistanicum adlı Diyarbakır’a özgü bir bitki vardı. Doğabilimci Lev Semenoviç Berg’in 1931’de tescil ettirdiği Dicle’ye özgü bir balık olan glyptosternum kurdistanicum TÜBİTAK’ın listesinde yer alıyordu. Aynı şekilde, çeşitli listelerde alosa pontica, thorax armeniacus, glypto thorax kurdistanicus gibi ‘bölücü’ balıklar; lacerta armeniaca, timon princeps kurdistanicus gibi ‘bölücü’ sürüngenler; crocidura lasia, tristrami intrapontus, galereolus ponticus gibi ‘bölücü’ memeliler; bolivira kurda, poecilimonella armeniaca, phytodrymadusa armenica gibi ‘bölücü’ çekirgeler; aristolochia pontica, myosotis lazia, nonea armeniaca, onosma armenum gibi ‘bölücü’ bitkiler ve daha nicesi ‘üniter’ devletimizi bölmek için pusuda bekliyordu. (“Şimdi de Pontuslu Balık”, 6 Mart 2005, Radikal.)
ANTİK YUNAN HAYRANLIĞI . Şaka bir yana, bu isimleri koyanlar hakikaten ülkemizin üniter yapısını bozmayı mı amaçlamışlardı? Suavi Aydın'ın da belirttiği gibi, ağırlıklı olarak 19. yüzyılda ve kısmen de 20. yüzyılda ülkeyi gezerek söz konusu bitki ve hayvanlara bu isimleri verenlerin Türk, Kürt ya da Ermeni milliyetçileri gibi akıl yürüttüklerini sanmıyorum. Bu Batılı uzmanların dünyaya bakışı daha çok Rönesans’la birlikte ortaya çıkan antik Yunan ve Roma’ya hayranlıkla belirlenmiş ve ad koyarken, antik Yunanlıların ve Romalıların coğrafî adlandırmalarına ve ağırlıklı olarak Roma eyalet sisteminin terimlerine (Pontus, Kappadokia, Galatia, Kurdistan, Armenia, Lykia, Lydia, Karia, Kilikia gibi) uygun bir terminoloji kullanmışlardı. Adlandırmalardaki boşluklar ise Arap coğrafyacılarının belirlemeleriyle doldurulmuştu. Osmanlı yöneticileri çoğunlukla bu duruma kayıtsız kalmışlar, hatta kendileri de ‘Arz-ı Ekrad’ (Kürtlerin ülkesi), ‘Kürdistan Eyaleti’, ‘Lazistan Sancağı’ demekte beis görmemişlerdi.
Olumlu Bir Örnek: Fransa’da Dilsel Azınlık Hakları
Peki, başka ulus-devletlerde durum nasıl? Örneğin Kemalizm’in model ülkesi Fransa’da dilsel haklarla ilgili uygulamalar ne yönde? Hükümete sunmak üzere hazırladığı Azınlık Hakları ve Kültürel Haklar Raporu’nu ‘bölücü’ bulan bir savcı tarafından beş yıl hapis cezası istemiyle yargılanan ve sonunda beraat eden Baskın Oran söz konusu yargılamanın 15 Şubat 2005 tarihli duruşmasında sunduğu ‘Karşı İddianame’de savcının Fransa’yı ‘azınlık olmayan’ ülkelere örnek vermesi üzerine şöyle demişti: “(...) Evet, Fransa Anayasasının 2. maddesi şöyledir: ‘Cumhuriyetin dili Fransızcadır’.Bu kadarı, Savcılığı sevindirecek bir husus, çünkü bizim anayasamızın 3/1 maddesindeki ‘[Devletin] dili Türkçedir’ ibaresini hatırlatıyor. Fakat Savcılığın bilmediği ve öğrenince hiç sevinmeyeceği husus şudur: Fransa’da bir de ‘Fransa Dilleri’ kavramı vardır (...) Fransa dilleri terimiyle kastedilen, Cumhuriyet topraklarında Fransa yurttaşlarınca geleneksel olarak konuşulan ve hiçbir devletin resmî dili olmayan, bölge veya azınlık dilleridir.
Bu bölge ve azınlık dillerinin sayısı, Deniz Aşırı Topraklar da katıldığında, 75’in üstündedir. Yalnızca Metropoliten Fransa’dakiler (Kıta Fransa’sı) 16 tanedir ve bunlar ‘Bölgesel Diller’ ve ‘Teritoryal Olmayan Diller’ diye ayrılır. ‘Bölgesel’ Fransa Dilleri 10 tanedir: Alsas dili, Bask dili, Breton dili, Katalan dili, Korsika dili, Batı Flamanca, Mozel Fransik dili, Frankoprovansal dili, Oy dilleri, Ok dilleri (Oksitan).
‘Teritoryal Olmayan’ Fransa Dilleri 6 tanedir: Diyalektal Arapça, Batı Ermenicesi, Berberce, Jüdeo-İspanyol dili, Romani (Çingene) dili, Yidiş (Yahudi) dili.Bu dillerin konuşulması, yazılması, yayınlanması, sanat konusu yapılması, vb.tamamen serbesttir.
1951 yılında çıkan Yerel Dil ve Diyalektlerin Öğretimi Hakkında ‘Deixonne’ Yasası bunların arasından Breton, Bask, Katalan ve Oksitan dillerinde öğretim yapılabileceğini ilan etmiş (md.10), bu dillerin hangi üniversitelerde öğretim ve araştırma konusu yapılacağını da saptamıştır (md.11).
16 Ocak 1974 tarihli kararnameyle Korsika dili, 30 Mayıs 2003 tarihli idari kararla da (arrêt) Alsace-Moselle’de konuşulan azınlık dili (Alsasça) eğitim konusu (l’objet d’un enseignement) olabilecek diller arasına katılmıştır...”
Baskın Oran’ın Fransa ve İspanya’daki uygulamaları kaynakçalarıyla verdiği, gerek hukuksal anlamda, gerekse hiciv sanatı açısından gerçek bir başyapıt olan Karşı İddianamesi’ni http://baskinoran.oran.name/KarsiIddianame-15-02-2005.pdf adresinde bulabilirsiniz.)
Kaynakça: Hüseyin Sadoğlu, Türkiye’de Ulusçuluk ve Dil Politikaları, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2003; “Köylerimiz”, İçişleri Bakanlığı, İller İdaresi Genel Müdürlüğü Yayını, Ankara, 1982; Harun Tunçel, “Türkiye’de ismi değiştirilen köyler,” Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, 2000, C.10, S.2, s.23-34; Suavi Aydın, “İsimler Milli Birliği Nasıl Bozar? Bak Şu Tilkinin Ettiğine...”, Toplumsal Tarih, S. 143, Kasım 2005, s. 90-97.
YAZIYA YORUM KAT