Tevhid Adına Bid'at ve Hurafelerden Medet Ummak
Bu Nasıl Kur’an Okuması?
Diriliş Postası’nın 5 Haziran tarihli, Kur’ân Okumaları isimli sütununda Nihat Nasır “Bid’at Nedir, Ne Değildir?” isimli bir yazı kaleme almış. Yazıyı okuyunca, doğrusu nasıl bir Kur’ân okuması olduğunu anlayamadım, sütunun başlığı “Kur’ân Okuyamamaları” olsa daha doğru olurdu bence.
Nasır yazısında özetle, bid’at ve hurafelere karşı olduğunu lakin türbeler, üç aylar ve kandillerin bid’at ve hurafe değil, tam tersine insanların hakkı hatırlamaları için birer vesile olduğunu iddia ediyor.
Bu iddiasına delil olarak da, nasıl ki câmî ve minarelerin sonradan ortaya çıkmasına rağmen bid’at olmaması gibi, türbe ve kandillerin de sonradan ortaya çıkmalarına rağmen bid’at olmadığını söylüyor.
Bidat Tanımında Sapla Samanı Birbirine Karıştırmak
Dam başında saksağan vur beline kazmayı darb-ı meselinden bir kıyas yapmış Sayın Nasır. Eğer bu kıyası esas alırsak, Alevîlerin Cemlerinin ve Cemevleri’nin de bid’at olmayıp Allah’ı hatırlama için iyi bir vesile olduğunu kabul etmemiz gerekiyor.
Câmî ve minare gibi ibadetin şekil ve özüne değil, sadece ibadet mekânına ilişkin olan bir durumu, üç aylar, kandiller ve türbeler gibi bizatihi şekil ve öz olarak ibadet sayılan uygulamalarla kıyaslamak, batıl (geçersiz) bir kıyaslamadır.
Zira câmînin şekli ve minare, ibadet şekil ve özü ile alakalı değil, ibadet için maddî birer zemin, araç olup, bu zemin ve araçların zaman ve zemine göre değişeceği gayet tabîdir.
Hatta peygamberimizin hayatında da mescidin süreç içinde çeşitli değişikliklere uğradığı lakin namazla ilgili böyle bir değişimin söz konusu olmadığı bilinmektedir. Zaten tarih boyunca kimse câmî ve mescidlere kutsal bir konum biçmemiş, buralar sadece ibadet mekânları olarak konumsal bir saygınlık kazanmışlardır.
Üç Aylar, Kandil Geceleri, Mevlüt ve Türbeler Açık Bid’atlerdir
En kısa tanımıyla bidat, Kur’an’da yer almayan ve Peygamber’imizce uygulanmayan ibadet yer, zaman ve formları ortaya çıkarmak olarak tarif edilebilir.
Bu tanıma göre üç aylar, kandiller, mevlüt ve türbe kült(ür)ü gibi yeni ibadet zaman, yer ve formları ortaya çıkarmak; Alevîlerin aşure oruçları, Cem ayini ve Cemevleri gibi birer bid’attirler.
Elbette Müslüman istediği zaman ve yerde Allah’ı zikredebilir, tefekkür edebilir. Lakin Kur’ân’da ve mütevatir sünnette yeri bulunmayan bazı zaman dilimlerini, bazı yerleri ve bazı zikir kalıplarını zikre ve tefekküre has kılmak ve özel ibadet zamanı, yeri ve formu haline getirmek ise, bid’at dediğimiz şeyin ta kendisidir.
Bir Uygulamanın Bid’at Olması İçin İçeriğinde Şirk Olması Şart Değildir
Burada bunlara bid’at derken, içeriklerine henüz değinmiş değiliz. Sayın Nasır’ın yazısından anladığımız kadarıyla kandil ve türbelerin, içeriklerindeki İslâm’a aykırı şeylere karşı olup, içeriklerinin İslâm’a uygun olmasını savunmaktadır.
Yani içeriklerde İslâm’a aykırı ve şirk olan şeylere bizim gibi karşı çıkarak, türbe ve kandillerdeki şirk unsurlarını da İslâmî olarak kabul eden geleneksel akımdan ayrılmakta; lakin içeriği düzgün olduğu takdirde bunların bid’at olmadığını, bilakis özellikle gayr-i müslimlerin hâkimiyetinde olan beldelerde “tevhidin kaleleri” işlevi gören elzem uygulamalar olduğunu iddia ederek de bizden ayrılmaktadır.
Mesela, türbelerde yalnız Allah’a kulluk ve yalnızca O’ndan yardım dileme tevhidi ilkesine aykırı anlayış ve uygulamaları baştan reddetmekte, bu ilke çerçevesinde türbelerin İslâm’ı temsil eden mimarî yapılar olarak görülmeleri gerektiğini vurgulamaktadır.
Birisi İçin Tarihî Eser Olan Başkası İçin Put Olabilir
Sayın Nasır bid’atın dinin özüne yapılan eklemeler olduğunu, türbeler, üç aylar ve kandillerin dinin özü olarak değil, referansını dinin temel değerlerinden alan ve Allah’ı anmaya vesile olan her şeyin güzel ve İslâmî olduğunu, gerisinin bühtan olduğunu söyleyerek yazısını tamamlıyor.
Sayın Nasır bu uygulamaları böyle görebilir ama halkımızın neredeyse tamamına yakınının böyle görmediği, bilakis bu uygulamaların dinin özü ve aslı yerine geçtiği; referanslarını dinin temel değerlerinden almak bir yana, dine referans olarak alındıkları; Allah’ı anmaya ama şirk koşarak anmaya vesile oldukları bir vakıadır.
Bu uygulamalar içerik olarak İslâm’a uygun olsalardı bile, Peygamber’imizden sonra ortaya çıkarılan ibadet zamanı, yeri ve formu kabul edilmeleri nedeniyle bid’at sayılmaları gerekirdi ama halen içerik olarak İslâm’dan uzak, şirk katkılı, dini sadece belli dönemlere has kılıcı, hayatın bütününü salih amel olarak görmenin önünde ciddi bir engel; adeta Hristiyanların günah çıkarma anlayışı gibi, senenin bütününü İslâm’a lakayt geçiren insanların, belli dönemlerde adeta günah çıkararak rahatlaması ve tekrar Allah’a isyan etmesini teşvik eden uygulamalar olduğu çok açıktır.
Hayrettin Karaman Hoca’nın Türbelere ve Kandillere Bakışı
Hayrettin Karaman Hoca geçen yıllarda konu ile ilgili olarak yazdığı bir yazıda aynen şöyle diyordu:
“Ramazan insanları, sair zamanlardan daha fazla dîne yöneltiyor, halk bu fırsat ayından yararlanarak dinî kusurlarını telâfi etmenin yollarını arıyor, bu arada aslı olsun olmasın birtakım söylentilere ve rivâyetlere de inanarak kiminden faydalanmak, kiminden de ibret veya -ziyaretinden- sevap almak maksadıyla türbelere akın ediyorlar.
Bazı hocalar, halkın türbe ziyaretlerindeki hatâlarından yola çıkarak ve durumu abartarak sert değerlendirmeler yapıyor, bu insanların küfre, şirke düştüklerini ilân ediyorlar. Biz bu abartıya katılmıyoruz. Hz. Peygamber (s.a.v.), bedevî bir kadının mümin olup olmadığını anlamak üzere ona Allah hakkında bir soru yöneltmiş, kadın parmağıyla semâya işaret edince ‘Bu kadın Allah'a inanıyor.’ demiştir. Bir kelâm âlimi ‘Allah göktedir.’ dese belki dinden çıkar ama cahil kalmış bir dağlı bunu söylediğinde mümin olduğuna hükmedilir.
Evet, halkın hem bu türbelerde yatan kimselerin özellikleri hem onlarla kurdukları ilişki hem de onlardan veya onlar vâsıtasıyla bir şeyler istemeleri konularında önemli yanlışlar yapıyorlar, ancak bunların büyük çoğunluğu şöyle inanarak bunları yapıyor: Allah bu sevgili kullarına bazı yetkiler, imkânlar, özellikler bahşetmiştir, bunlar şefâatçilerimizdir, bizler günahkâr olduğumuz için doğrudan Allah'tan istemeye yüzümüz yok, belki bunlar sâyesinde Allah dileklerimizi kabûl eder...
Türbe ziyaretleri, bazı zararları ve kusurları yanında din duygusunun güçlenmesi ve dindarın tatmin bulması yönünde müsbet sonuçlar da doğuruyor. Dindarlığın artmasından telâşa kapılarak ve bu arada ‘bid'at ve hurâfe’ kavramlarını istismar ederek ziyaretlere karşı çıkanların da bulunduğunu bilmeliyiz.
İyi niyetli hocalara ve eğitimcilere ise tavsiyemiz, türbe ziyaretlerindeki yanlışları, kusurları; yıkmadan, kırmadan, incitmeden düzeltmeye çalışmalarıdır.
Bize göre hayatlarını öğrenmek, başarılı kulluk tecrübelerini örnek edinmek ve ibret almak üzere kabir/türbe ziyareti, sakıncalı değil, faydalıdır; yeter ki müminler, Allah'tan istemeleri gerekeni kuldan istemesinler, Allah'a yapmaları gerekeni kula yapmasınlar!”
Türbeleri Şirkten Arındırmak Mümkün mü?
Hayrettin Karaman Hoca’nın geçmişten bugüne (özellikle sosyal ve siyasî analizleri) benim açımdan önemli ve ayrıcalıklı bir yeri söz konusudur. Özellikle 3 ciltlik hatıratını herkese tavsiye ederim. Görüşlerinin tümünü paylaşmasam da, her konudaki değerlendirmelerine her zaman önem vermiş ve mütalaa etmişimdir. Lakin bu yazıdaki kanaatlerine katılmadığımı peşinen belirtmek istiyorum.
Yazıdan anladığım kadarıyla, Hayrettin Karaman Hoca’mızın türbelere ve kandillere bakışı ile Nihat Nasır’ın bakışı aynı. İçeriği düzeltelim, şirkten arındıralım ama Allah’ı hatırlamaya vesile kılalım diye düşünüyor.
İlk bakışta doğru gibi görünen bu değerlendirme acaba Kur’ân’a uygun ve realitede mümkün mü?
Halkımızı Türbelere Değil Allah’ın Ayetlerine Yöneltelim
Yüce Allah Kur’ân’da pek çok ayette, kendini ve ahireti hatırlamak, hakkı idrak etmek isteyenlerin vesilelerini göstermiştir. Bu vesileler, öncelikle bizatihi Kur’ân ayetlerini anlayarak okuyup düşünmek, bilahare bu ayetler ışığında kevnî (etrafımızdaki tüm yaratılmışlar) ayetler dediğimiz afakî ayetlere nazar (düşünme ve ibret alma amaçlı) bakış ile enfüsî ayetler dediğimiz kendi iç dünyamıza derin bakıştır.
Nitekim Al-i İmran Suresi’nin (3) 190’dan 194’e kadar olan ayetlerinde bu bakışın, tefekkürün mahiyeti ele alınmıştır. Bu ayetlerde de başka ayetlerde de türbelerden, belirli gün ve gecelerden medet ummaya dair en ufak bir işaret olmaması bir yana, bilakis bu tür anlayışların Mekke müşriklerinin şirklerinin temelini oluşturduğu sayısız ayette ortaya konmuştur.
6000 küsur yazılı, milyarlarca afakî ayeti ıskalayıp, tefekkür ve tezekkür için 3-5 türbe ve sayılı geceye yönelmek en azından şirke açılan kapı, hedefe ulaştırmayan boş çabadır.
Bu konuda sadece Kur’ân ve mütevatir sünnette olan namaz ve hac gibi uygulamalar ile Kâbe gibi şeair istisna olup, bunların yanında yeni ibadet uygulamaları ve şeair ihdas etmek, bir kısmı şirke varan açık bid’atlerdir. Ciddi şirk anlayış ve uygulamaları barındıran, en azından şirke kapı açan bid’atlere, pek çok tasavvuf uygulamaları ve zikirleri ile Alevîlerin Cemleri ve Cemevleri, başta Kerbela, Hacı Bektaş, Eyüp Sultan olmak üzere türbe ve yatırlar en bariz misallerdir.
Türbeler Şirk Üretim ve Pekiştirme Merkezleri Konumundadırlar
Sayın Nasır ve Hoca’mızın yanıldığı temel nokta, türbeler ile kandillerin insanları İslâm’a yakınlaştırmaya vesile oldukları, insanların dine yönelişine vesile olacakları kanaatidir. Oysa türbeler ve kandiller insanlar için dine, şirkten tevhide açılan kapılar olmaları bir yana, adeta şirk üretme ve pekiştirme merkezleri konumundadırlar.
Yapılması gereken bunların saygın konumları muhafaza ederek içeriklerini düzeltmek olmayıp, tam aksine bunlara biçilen konumların hiçbir şekilde İslâmî olmadığını, bilakis şirk içeren bid’at ve hurafeler olduklarını net ve aleni olarak ortaya koymaktır. Zira halkımız bunları İslâmî (hatta İslâm’ın bizzat kendisi) gördüğü sürece ne tevhidten ne de tevhidî anlayışa ulaşmaktan asla bahsedilemez.
Türbeler ve Sayılı Günler Ancak Tarihî Ve Kültürel Birer Anlam İfade Edebilirler
Süleyman Şah’a ait olduğu iddia edilen türbenin taşınması dolayısıyla kaleme aldığımız ve 27 Şubat 2015’te bu sütunlarda yayınlanan “Şah Fırat mı Şah Mat mı?” Başlıklı yazımızda da belirttiğimiz gibi, Süleyman Şah ya da Eyüp Sultan fark etmez bir türbenin, Kerbela ya da Hacı Bektaş fark etmez, bir yerin kutsallığı olamaz. Bunlar ancak tarihî, kültürel ve siyasal anlamlar ifade edebilir ve bu amaçlarla muhafaza edilmelerinin çeşitli faydaları söz konusu olabilir.
Lakin ister inanarak, isterse inanmadığımız halde sosyal ya da siyasî amaçlarla bunlara kutsallık-dinîlik tanıdığınız anda şirk kapısı kendiliğinden açılmış olur. Bunlar vesilesiyle sosyal, siyasî, dinî birtakım amaçlara (doğru bile olsa) erişmeye çalışırsanız, kısa vadeli birtakım faydaları görülse bile, uzun vadede mutlaka zararınıza olacağı gibi, uhrevî zararları ise her halükarda kaçınılmazdır.
Bidat ve Hurafelerle Nasıl Mücadele Edilmeli?
Bu konuya bu sütunlarda 28 Ağustos 2012’de yayınlanmış olan “Islahta Tedrîcilik ve Türbelerin Yıkılması Meselesi” başlıklı yazımızda değinmiştik. Elbette IŞİD kafası ile türbeleri yıkmak, insanları kılıç zoruyla bu tür anlayış ve uygulamalardan alıkoymaya çalışmak ıslah etmek değil, ifsat etmek olacaktır.
Esas olan taş ve ağaç putları yıkmak değil, kafaların içindeki putçuluğu yıkmaktır. Kafaların içindeki putçuluğu yıkmadan IŞİD gibi türbeleri yıkmakla, halkı bu bid’atlerden uzaklaştırmak bir yana, iyice sarılmalarına sebep oluruz sadece.
Yapmamız gereken, Kur’ân ve gerçek sünnet çerçevesinde halkımıza açık ve net tebliğde bulunmak, onları İslâm’ın gerçeği ile karşı karşıya getirmeye çalışmaktır.
Bu arada tüm bid’atlere ne pahasına olursa olsun mesafemizi korumak, doğru bile olsa kısa vadeli birtakım maslahatlar adına hiçbirisini onaylayıcı söz, tutum ve davranışlara girmemek, yani bid’atler konusunda şahitliğimizi doğru yapmak gerekmektedir.
Yani bu tür bid’atleri açıktan ve net olarak reddetmemiz yeterli olmayıp, hiçbir şekilde bu tür bid’atlerin içinde olmamak, doğrudan ve dolaylı olarak onay vermemek suretiyle şahitliğimizi de tam olarak yapmalıyız mutlaka.
Türbeler Tevhide Değil Ateizme Açılan Kapılardır
Bunlar hakkıyla yapıldığı takdirde zaten bu tür anlayış ve uygulamalar süreç içinde kendiliğinden terk edilecek, türbeler tarihî birer eser olarak kalıp, belki Sayın Nasır ile Hayrettin Karaman Hoca’mızın arzuladıkları faydaları temin eder hale bile geleceklerdir.
Lakin bu konularda net (mubin) bir tebliğ ile hakkını veren bir şahitlik yapılmadıkça mevcut durumun değişmesi asla mümkün olmadığı gibi, bu anlayış ve uygulamaları yapan halk kitleleri zamanla dîne ve tevhide değil, dünyacılığı ve ateizme doğru kayacaklardır. Dinlerinin esası kandil, türbe, şefaat ve aracılık kurumu olan Hristiyan batıda gelinen durum bunun açık bir kanıtı olduğu gibi, memleketimizde de gidişin bu yöne doğru olduğu da aşikârdır.
Zira tevhidten gafil halk kitleleri, dinî boşluk saikiyle bir müddet türbelere ve kandillere yönelse bile, zamanla bu türbelerin ve kandillerin içlerindeki tevhidî inanç açlığını-boşluğu doldurmadığını ve türbe kült(ür)ünün ne kadar mantıksız ve boş olduğunu anlayarak tamamen dinden uzaklaşıp ateizme kaymaktadırlar.
YAZIYA YORUM KAT