Tevazu, kimlik ve teslimiyet: Hz. Yûsuf
Bazen bir dua duyarsınız, sanki sizin kalbinizden çıkmış gibi... Ne kelimesi size ait ne sesi ama duygusu tam da sizindir. Hz. Yûsuf’un (12/101) duası da öyle bir dua. Zirvede bir peygamberin, içtenlikle yaptığı bir veda; ama içinde tevazu var, özlem var, teslimiyet var. Bu yazıda o duanın gölgesinde durup şunları sorgulamak istedim: “Hayatta güç ve makamla imtihan edildiğimizde biz ne yapıyoruz? Gerçekten şükrediyor muyuz yoksa o anları kendimize mal edip kendimizi mi büyütüyoruz?” İşte bu satırlarda Hz. Yûsuf’un bize bıraktığı o anlamlı bakış açısını anlamaya çalışacağım; çünkü bir mümin için asıl başarı, sahip olduklarını değil, teslimiyetini konuşabilmektir.
Hz. Yûsuf’un Mülk Anlayışı ve Alçakgönüllülüğü
Hz. Yûsuf, sahip olduğu nimetleri kendi çabalarına değil, yüce Allah’ın lütfuna bağlar. Bu, İslam ahlakının güzel bir örneğidir: “Rabbim, gerçekten bana mülk verdin ve bana rüyaların tabirini öğrettin. Ey göklerin ve yerin yaratıcısı, benim dünyada ve âhirette velim sensin. Canımı Müslüman olarak al ve beni iyilere kavuştur.” (Yûsuf 12/101). Hz. Yûsuf, ayetteki ilk iki cümleyle hamd etmiş ardından da duasını getirmiştir. O, “bana mülk verdin” derken tüm dünyayı değil, Mısır devletindeki yüksek konumunu kastetmektedir. Bu yüksek makam, onun Melik olduğu görüşüne göre Mısır’ın yönetimini, Hazine Bakanı olduğu görüşüne göre ise Mısır’ın iktisadi yönetimini kapsar. Madem bu nimeti Allah vermiştir, o hâlde ona düşen şey, bu nimeti Allah’ın rızasına uygun şekilde değerlendirmektir ki o da adil yönetimdir.
İnançta Sebat Etmek ve Yüce Allah’ın Yaratıcılığı
Hz. Yûsuf, aslen Kenan (Filistin) bölgesindendir; fakat yaşamının çoğunu Mısır’da, yabancı bir ülke ve farklı bir kültür içinde geçirmiştir. Buna rağmen kimliğini korumuş, inancından taviz vermemiştir. Ayette mülkün, rüyaların tabirini öğretmekten önce belirtilmesi, mülkün daha büyük nimet olmasına bağlanabilirse de iki nimetin “ve(و)” bağlacı ile bağlanması, aralarında bir “nimet değeri” sıralaması olduğunu garantilemez. Yine o, “bana rüyaların tabirini öğrettin” derken tüm rüyaları değil, kendine öğretilen kısmından söz etmektedir. O, “Her şeyi bilirim.” kibrinden gayet uzaktır. Ona öğretilen şey, hadiselerin yorumu (te’vîli-l-ehâdîś) da olabilir. Bu durumda o, toplumsal problemleri anlayıp çözüm üretebildiği için yüce Allah’a hamd etmiş olur. Ayetteki “yaratıcı (fâtir)” örneksiz yaratan anlamındadır. “Fâtir” kelimesi, genellikle “yoktan var eden” anlamında kullanılsa da bu tanım Yüce Allah’ın gökleri ve yeri yaratırken, onları daha önce var ettiği unsurlar aracılığıyla yaratmış olabileceği ihtimalini dışlamaz. Bununla birlikte gökler ve yer şekilleri itibarıyla yoktan var edilmişlerdir. Ayette “göklerin” önce söylenmesi, önce onların yaratıldığını akla getirmektedir.1
Dünya Zirvesinde Kalbe Yerleşen Ahiret Özlemi
Hz. Yûsuf’un yüce Allah hakkında “dünyada ve âhirette velim” demesi, dünya ve ahiret dengesini gözettiğini göstermektedir. Onun, “Canımı Müslüman olarak al” sözü, Kur'an’ın “Ancak Müslümanlar olarak ölün.” (Al-i İmrân 3/102) direktifiyle örtüşmektedir. Muhtemelen o, mümkün olduğunca erken ölmeyi değil, eceli gelince Allah’a teslim olan bir kul olarak vefat etmeyi arzulamıştır. Onun bu duayı ölüm anında yapmış olması da mümkündür. Erken ölümü arzuladıysa o zaman da onun şeriatında bunun caiz olduğu düşünülür. Dünya hayatında makam olarak zirvedeyken ölmek istemiş olması, gözünde dünyanın değersizliği ve ahiretin merkeziliğinin kanıtıdır. Ölümü istediğinde Melik değil, Hazine Bakanı ise o zaman yüce Allah’tan daha fazlasını (Meliklik) istememiş olur. Yüce Allah’ın dini üzere ölümü istemek ise güzel bir davranıştır.2 Yani Hz. Yûsuf’un ayağı dünyadaysa da gönlü ahirettedir. Zaten dünyevî mutluluklar çabuk biter, hep yok olmayla karşı karşıyadır. Onların yok olmasından dolayı doğan elem ve acı, var olduklarında meydana gelen lezzet ve sevinçten daha fazladır. Hz. Yûsuf’un “beni iyilere kavuştur” duasıyla kastettiği şey; Müslüman daha özelde de peygamber atalarıyla cennette kavuşma arzusu olabileceği gibi genel anlamda cennete gidecek “iyilere katılma” arzusu da olabilir.
Sonuç
Hz. Yûsuf’un (12/101) duası; başarıyı, şükrü, teslimiyeti ve son nefes bilincini bir araya getiren nadide örneklerden biridir. Bu ayet, sadece bir peygamberin duası değil; her çağda mümin kalbine yöneltilmiş bir hatırlatmadır. Günümüzde kamu görevi, siyaset ya da yöneticilik gibi mevkiler çoğu zaman bir “imtiyaz” gibi algılanırken, Hz. Yûsuf’un örnekliği bu makamların aslında birer emanet olduğunu ve ancak adaletle anlam kazandığını gösterir. O, iradesi dışında başka bir topluma karışmak zorunda kalmış, bambaşka bir kültürel ortamda büyümüş ama inancından taviz vermemiştir. Bugün de birçok insan çeşitli sebeplerle kendi değerlerinden uzak bir ortamda yaşamak zorunda kalıyor. Hz. Yûsuf’un kıssası, bu zorlukların imana sadakatle aşılabileceğini gösterir. O, gücün merkezindeyken de yönünü kaybetmemiş, tevazusunu korumuş ve teslimiyetini dualarında dile getirmiştir. Kimliğini koruyarak toplumda yer edinmek, bilgiyle yönetmek, tevazu ile dua etmek… İşte hakiki kalkınma budur.
1 - Fussilet 41/10.-11. ayetlerde dünyanın ve göklerin yaratılmasından söz edilirken “sonra (śumme)” ifadesinin, dünyanın önce göklerin sonra yaratıldığına değil, iki varlığın yaratılması arasındaki farklılığa dikkat çektiği ifade edilmektedir.
2 - Firavun’un büyüyü bırakıp iman edenlere -eziyetli bir süreç sonrası- kendilerini öldüreceğini söylediğinde, büyücülerin tavrı da “Allah’ın dini uğrunda ölümü istemek” açısından örnektir:“Ey Rabbimiz! Bize bol bol sabır ver, Müslüman olarak canımızı al, dediler.” (el-A`raf 7/126).
YAZIYA YORUM KAT