-Tetirbe-
“Evleri tetirbeli…”
Tetirbe, ülkemizin güneyindeki bazı şehirlerde çıkmaz sokağa verilen bir isimdir. Tetirbe bir aile, bir akraba grubunu veya çeşitli sebeplerle bir araya gelmiş farklı aileleri şehrin çeşitli sıkıntılarından koruyan, ona sığınak olan bir nevi kale, iç kale sayılabilir. Yaklaşık iki, üç metrelik yüksek ve alımlı duvarlar, yani yöresel adlandırmayla ‘cemel’lerle adeta güvenlikli bir ada gibidir.
Tetirbeler kendisini oluşturan her ev açısından, kapladığı alan itibarıyla günümüzün devasa çok katlı binaları gibi az bir alan kaplamaz, ama o devasa binalar gibide dudak uçurtacak ultra astronomik rakamlar telaffuz edilmez ve ne adına olursa olsun ranta dönüştürülemezdi!
‘Neden?’ derseniz; bir defa her ev en başta bir ailenin ikameti için ya inşa edilmiş, ya da satın alınmıştır. Her biri, insanların barınmaları açısından düşünülmelidir. Babadan, oğla miras yoluyla geçse bile, rant aracı olarak düşünülmezdi. Bu pek de varit olmamıştı, zaman içerisinde…
Günümüz modernleşme ve buna bağlı olarak da ranta kurban edilme açısından var olan çarpık kentleşme, eğer çoğu geçmiş zamanlarda vakıf olarak tescil edilmemiş olsalardı, bu binalar tetirbeleriyle birlikte bozuk para gibi harcanırdı! Şükür ki, dedelerimizin ‘satılamaz!’ hükmünde olan ve inancımızla bağlantılı –vakfen- kavi bir yönü vardı!
Dünün bürokratik zafiyeti içerisinde rant için kotarılan işler, artık bugün gerek AB kriterleri, gerek Unesco’nun dünya mirasını koruma çabaları ve gerekse de son dönem iktidarlarının devlet olarak imzaladıkları uluslar arası antlaşmalar gereği, bu tür yerleri ranta dönüştürmeye çalışan rantiyelerin heveslerini ‘uygarlık’ adına kursaklarında bırakıyor!
***
Tetirbeyi oluşturan her evin ön ve arka iç yüzeyi ahşaptan, sokağa bakan dış yüzeyi ise griye boyalı kalın sac üzerine bir yığın sanat mahsulü el işlemeciliğiyle bezenmiş kapıları vardı. Bu yapısal şekil yöreden yöreye değişiklik arz ederdi, çoğu zaman…
Evin kapısı aynı yüzeyde biri dış ve genişçe, diğeri ise her yönden bir adam girebilecek kadar oldukça küçüktü. Kapının tümü işlevsel olarak gerektiğinde ardına kadar açılıyordu. İçten sürgüsü, demirden çengeli ve büyükçe bir anahtarı vardı. Bu anahtarı, genellikle evin en yaşlı hanımı beline bağladığı kuşağında saklardı!
Bu kapıların en bariz farklılığı, yapısı ve işlemesi vs. açısından ailenin maddi, kültürel vb. durumunu da yansıtır oluşuydu. Bu bir üstünlük değil, bilakis toplumsal bir dayanışmayı da ele veriyordu. İslam kültürünün önemli bir göstergesi sayılan haremlik-selamlık meselesi bu evlerin kapılarında kendisini belirgin bir şekilde gösteriyordu. Dışarıdan eve herhangi bir sebeple, ya da misafirlik için gelen kişinin, kişilerin bayan mı, erkek mi olduklarının içeriden bilinmesi açısından kapını süslemeli dış yüzüne kadın, ya da erkek sesini çağrıştıran, tunçtan vb. el şekilleri konurdu. Ki, gelen kişinin durumuna göre kapıyı açma işi söz konusu olsundu…
Şimdilerin mantalitesinde bir anlam ifade etmemiş olsa bile, geçmiş açısından bir hayli önemliydi ve aynı zamanda da insanlar arasında seviyeyi korumak, ahlaki sınırları bilmek açısından gerekliydi… Demek ki, kültür, çoğu zaman kapıya yüklenen anlam, verilen şekil vs. açılardan da önem arz ediyordu!
Bu kapıların çevresine hac dönemlerinde o evden birilerinin hacı olduğunu göstermek adına Kâbe, Mescid-i Nebevi, ilk dört halife ismi, Ali evladı ve uzunca yem yeşil ağaç motifleri çizilirdi. Besbelli, bu bir bidatti, ama halk bunu İslami duyarlık adına yapıyor ve sahipleniyordu… Bu tetirbeler, çıkmaz sokaklar, iki çenetli/kanatlı kapılar ve iç ve dış duvar süslemeleri genişçe bir coğrafyada vardı. Ör. Adana, Antep, Kilis, Maraş, vs… Bazı yörelerde –Diyarbekir- tetirbe türü yerlere, küçe de denilirdi…
“Diyarbekir dört küçe/ İçinde billur şişe…”
***
Tetirbelerin kendine has bir özelliği vardı. En başta bir adım ötede durdukları ve yapısal konumlarından dolayı, şehrin dağdağasından, stresinden, gürültüsünden korunmuş vaziyetteydi. İkinci olarak da bir defa, o tetirbeyi oluşturan her evin sakini, ekseriyetle birbirleriyle yakın akrabaydılar. Bu yüzden çoğu kez, İlişkiler sıcak ve canlı olurdu. Öyle ki, o aileler, birbirlerinin maddi durumundan, bir yığın şeye kadar ilk elden bilgiye sahiptiler, bu da haliyle akrabalar arası ilişkilerin daha sağlam olmasını sağlıyor, paylaşmayı arttırıyor, karşılıklı bir güven durumu oluşturuyor, dostluğu, kardeşliği pekiştiriyordu.
Tetirbeyi oluşturan hemen her evin maddi planda, kendine zamanın şartları içerisinde yeterliği söz konusu idi! Genellikle iki katlı ve avluya bakan odalar, çardak, zahire damı, ekmek pişirilen, çamaşır yıkanan, banyo yapılan bölmeler ve mevsimsel olarak işlevselliği olan, adına zerzembe denilen yarı bodrumlar evin bütünlüğünü oluştururdu.
Genellikle her avluda süs türünden mermer bir havuz, ya da el yüz yıkamak için siyah bazalt taştan curunlar (kurna) olurdu. Avluda şehrin yapısına uygun oranda asma(Arış), akasya vb. türü ağaçlar, envai çeşit gül ve çiçek tarhları olurdu. Genellikle kırmızı ve beyaz güller… Şehrin çelebisi bazı ihtiyar amcalar bu gülleri yetiştirmek için uğraş verirlerdi… Yukarıda dedik ya ‘her evin maddi planda, kendine zamanın şartları içerisinde yeterliği söz konusu idi…”
Zénzerbelerde bunlardan birisiydi. Ki, zénzerbeler yapısı gereği kışın soğuğuna, yazın ise sıcağına karşı sıcak ve serin bir set çektiğinden olsa gerek, evin ihtiyar sakinleri günlerinin önemli bir kısmını oralarda geçirirlerdi.
Hele birde evin ihtiyar kadınlarının, ninelerinin uzun kış geceleri hem ısınmak, hem çevresinde uyumak ve hem de çoluk çocuğa masal, destan, hikâye anlatmak için oturma odasının tam ortasına yapılan ve adına tandır denilen bir nevi kuzine benzeri yapılar da işlevsel açıdan hatırlanmayı elzem kılar!
Tandır, dört tarafı demirden ya da ahşaptan kare bir yapıydı. İç tarafın tam ortasına içerisinde köz halde bulunan ateş olan bir mangal, tandırın üzerinde ise sıcaklığı muhafaza etsin diye atılan kat kat battaniyeler olurdu. Onu kullanan herkes ayaklarını ona doğru içe doğru uzatır, sırtlarını ve yanlarını ise yastıklarla tahkim eder, zaman geçirirlerdi. Zaman ilerleyince de uykusu gelen üzerine bir örtü atar ve olduğu yerde uyuya kalırdı. Anlatılan masallar, destanlar, hikâyeler, söylenen türküler, şarkılar ve uzun havalar, xoyratlar, ilâhiler, beyitler ve kasideler ise işin cabasıydı… Bilgilenmek adına kitap unsurundan ziyade, rivayet kültürü, doğru, yanlış söylenceler ağır basardı. Bunun yanında o evlerde Ramazanlarda kadınlar Kur’an’ı cüz cüz okur, hatim indirirlerdi, anlamını bilip, bilmeden…
Birde kadınların o mekânlarda Cuma günleri topluca, ama imamsız, kendi başlarına namaz kılmaları, vaaz dinlemeleri de söz konusu idi… Yine, birde çeşitli vesilelerle okunan, dinlenen mevlitlerde, bidat olarak değerlendirilse bile, o insanlara manevi bir haz veriyor idi…
***
Sonbaharda üzerleri, loğ denilen mermer türü yuvarlak bir silindirle loğlanan toprak zeminli damlara yazın üzerinde yatabilmek için ahşaptan yapılan taxtlar konur, çevresi ve üstü sıcağa, sivrisineğe karşı tüller çekilirdi. Ki, o tülden korunağa cibinlik denirdi…
Kısa yaz gecelerinin yıldızlarla döşeli mavi atlası, o taxtlar üzerinde doyumsuz bir zevk verirdi. Hele birde yakınlarda bulunan tarihi bir caminin minaresinden, Davudi sesli müezzinler tarafından okunan yatsı, sabah ezanı ve salalar çevrenin sessizliğini bozar, insanlara namazın sükunet verdiğini hatırlatırdı. Birde bunun yanında bu ahenge çevrede eğer var ise, bir kilisenin çan kulesinden, havra ve sinagogdan çıkan tunçtan seslerde ortak olurdu…
***
Damın üstüne ve evin ikinci kat odalarına, çardağa çıkmak için genellikle duvara bitişik taş merdivenler olurdu. Ve çardağa çıktığınızda şimdi sizler için betonarme karkas modern zindanlarda ferahlık mekânı olarak değerlendirdiğiniz balkonları(!) asla ve asla aratmayacak oranda klasik bir hayat, ince bir zevk ve az şekerli ikindi sonrası kahvesi, yukarıdan sarkan sarmaşık dalları, avludan gelen gül ve toprak kokusu ve havuzdaki fıskiyeden sıçrayan su damlaları modernizme inat sizi o taş evlerde ve tetirbelerde ana arterlerin stresine, zorluğuna ve şehrin, daha doğrusu zamane kentlerinin keşmekeşliğine karşı korurdu…
***
Damın toprak zeminine ayak bastığınızda ise çevrenizde ince ruh eseri taştan nadide binalar ve çevrenizde sizi kuşatan upuzun sarı altın misali ovalar, tarlalar, nehirler, tepeler ve dağlar görürsünüz…
… Ve çardaktan kulağa hoş gelen güzel bir müzik tınısı akar, gider…
Bağlama, kanun, ud, keman ve yanık içten bir ses…
…Ve tetirbenin, kentin, modern, betonarme karkas binalarından mütevellit ‘şık(!) ve sıkışık’ sitelerine karşı duruşu…
YAZIYA YORUM KAT