Teslimiyet kurtuluştur!
Kemal Sayar, teslim olmanın ne anlama gelmek olduğu üzerine kafa yoruyor.
Kemal Sayar / Mücerret
Ah teslimiyet!
Teslimiyet deyince bir yenilgi, bir boyun eğiş anlaşılıyor. Halbuki teslimiyette acı ve zayıflık yoktur. Teslim olmak beni esenleyen bir büyük kudretin ellerine kendimi bırakmamdır, öyle ki o kudret tarafından gözetileceğimize ve bu sebeple de her şeyin yolunda olduğuna iman ederiz. Bir hastalık veya kayıp sürecinde her şeyin iyi olacağına inanmak çok zordur. Hayatın hafif sınamalarında dahi teslimiyet bize güç gelir. Ne de olsa etkinliği güç, edilgenliği zayıflıkla ilişkilendiriyoruz. Teslimiyet sinyali, bir durumu kontrol etmek veya bir savaşı kazanmak isterken yorulduğumuzda gelir. ‘Bu da geçer ya Hu’ dediğimizde tasalanmayı bırakırız. Sürekli savaşmak bizi ândan alıkoyar, neşe dolu ilişkilerden, hayatın çağıldayan coşkusundan, üretkenlik ve rıza halinden uzaklaştırır. Sürekli mücadele korkuya geçit verir: Sanki her zaman, hayatımızın tüm cephelerini kontrol etmek zorundayızdır. Nasıl bir yanılgıdır bu! Oysa teslimiyet; kendimizi akışa bırakmak, dalgayla birlikte yüzmek, rüzgârı kanatlarının altına almaktır. Çoğumuz kontrolün çok önemli olduğunu düşünür ve işleri kendi haline bırakmanın bir şeyleri ters yüz edebileceğinden korkarız. Oysa yaşamak tevazu ister, hayatın getirdiği derslere açık olmayı gerektirir. Teslimiyet, Allah’a güvenmektir. Bazen hayır gibi görünende şer, şer gibi görünende hayır gizlidir. Allah’a dayanan ve hikmete ram olan kişi bir emniyet halkasına dahil olmuştur ve artık ‘hoştur bana senden gelen’ demek makamındadır. Önüne serilmiş yollar da ol sultanın ikramlarıdır.
Teslimiyet hayatla ilgili sürprizlere açık olmak, planlarımızın başta hesap ettiğimiz gibi işlemeyebileceğini, bir şeylerin kontrolümüzün dışına çıkabileceğini kabullenmektir. Hayat bizi bazen başka vadilere götürür ve orada bulduklarımız bizi şaşırtır. Korkarak girdiğimiz bir yol bizi bağışlarıyla şaşırtır, sonunda kendimizi hayal bile etmediğimiz bir manevi zenginlikle donanmış buluruz. Yolların nereye açıldığını o yolu yürümeden bilmiyoruz. Kendi seçimlerimizin en doğrusu olduğunda ve kontrol edilemeyeni kontrol etmekte ısrar etmemeliyiz. Kimileyin neyin bizim hayrımıza olduğunu bilemeyebiliriz. Bu bilinçle, ruhumu ve biricik hayatımı yeni yolculuklara açıyorum. Teslimiyet; vazgeçmek, bırakmak değil, bir seçim yapmaktır. Hayatı olduğu gibi bütün sevinç ve kederleriyle, acı ve tatlı sürprizleriyle kabullenmek. ‘Yalnızca nedeni görmek istediğinde göz kör olur’ diyor Mevlâna. Teslimiyetten kaçış, işler benim istediğim gibi olmadığı sürece mutlu olmayacağım demektir. Kötü geçmiş çocukluğunu değiştiremezsin evet ama, yarın için güzel bir hayat inşa edebilirsin. ‘Yarın işler değişince, mutlu olacağım’ sanıyoruz. Mutluluk yarın mümkünse pekâlâ bugün de mümkün. Hayatın çetin dönemeçlerinde ruhumuz, örste dövülen çekiç gibi direnç kazanır. Hayır ve şer O’ndandır; başımıza gelen musibetler dahi birer nimet gibi, birer lütuf gibi bizi besler ve büyütür. Sen yeter ki ‘Bela gökten yağmur gibi yağarsa/ Başını ana tutmaktır, adı aşk’ diyebil. Gittiğin yolu sen seçiyorsun, duruş ve tavrını sen belirliyorsun. Özgür irade Tanrı’nın en büyük lütfudur insana, insan seçim yapan bir varlıktır ve gittiğimiz yol, yaptığımız tercih bir ihtimali harekete geçirir. Hayatlarımız boyunca binlerce ihtimal arasında seçimler yaparak ilerleriz. Kader böylece ağlarını örer. Ölçüp biçemeyiz onu, önceden hesaba da gelmez, bilinmeyen tehlikelere gebedir. Yaşamaya cesaret etmeden, o dalgalı denizde boğuşmayı göze almadan nereye varacağımızı, hangi sahile sürükleneceğimizi bilemiyoruz. Bu anlamıyla cesaret, bağrımızı hayatın rüzgarına ve yağmurlarına açmak, hayattan öğrenmeye razı ve hevesli olmaktır.
Tekkelerin duvarında ‘ah, teslimiyet!’ yazarmış geçmişte. O mazi ki orada teslimiyet hayatın dokusunu oluşturuyordu. ‘Farklı bir şey dene’ diyor Mevlâna, ‘teslim ol’. Denemekten vazgeçme, bu sefer teslim ol ki zorlukları teslim alasın. Akıntıya karşı kürek çekme, rüzgarla es, akıntıyla ak. Öyle zamanlar var, bunu hisset, öyle zamanlar ki sadece akmalısın. İnsan iradesinin yetersiz kaldığı yer ve durumlar var. Orada kapıları zorladığında daha fazla endişe dolacak içine. Teslimiyet, hangi kapıların zorlanmayacağını bilmektir. İradeyle büyür, teslimiyetle olgunlaşırız. Teslimiyet, hayatı biz orada yokken onaran o gizli ele itimat etmektir.
Güzelliği tecrübe ederek uyanır ve teslim oluruz. Mümkün olabileceklere uyanırız, bu ân bizim için neler saklıyor, ruha tünemiş rüyalar bize neler söylüyor. İçimizde ve dışımızda soylu olanın daveti. Kendimizi ancak bu âna teslim edersek hayatı bütün kutsallığıyla idrak edebileceğiz. Aradığımız şey, anlam açlığımızı giderecek bir hakikat. İçimize ağacak bir aydınlık. Yarışmaya, itişmeye lüzum yok. Doğmuş olmak seçilmiş olmaktır, bu dünyadayız çünkü bir başkasının deruhte edemeyeceği bir vazifeyle görevliyiz. Her insanda sınırsız ihtimaller gizli ve onlara bir şans verdiğimizde neler yapabileceğimizi göreceğiz. Muktedir olduğumuz iyiliklerin farkında değiliz; bir güzel söz, bir yardım eli dert içindeki başkasını karanlık kuyulardan çıkarabilir. Bu dünyaya madde istiflemek veya şöhret temerküz etmek için gönderilmedik. Yüreğimizdeki ışığı bulmak, kendi şafağımıza uyanmak, yeni bir günü karşılamak için buradayız. İki dünyada yaşıyoruz, içimizde ve dışımızda iki ayrı dünya var. Düşünce ve duygularımızı söze veya yazıya dökerek başkalarını kendi dünyamıza misafir ediyoruz. Bana sorarsanız, kendisini alelade bakıştan sakınan o mübarek güzelliği görmek için de buradayız. O güzellik ki Mutlak’ın aynası. Güzellik sadece onu hak eden, onu çaba ile kazanmış bir bakışa nasip olur.
Yine de her şey akar, Allah’ın vechi dışında her şey zeval bulur. Yaşadığımız her an, geçmişin karanlık vadisinde, bir hayal gibi sırra kadem basar. Dün, nereye gitti? Geçmiş sevinç ve kederlerimiz hangi ıssızlıkta kayboldu? Her yaşantı kaybolmaya yazgılıdır ama iyi ki de öyledir, bu sayededir ki zor zamanlar geçer. Faniliği kendimize bir sığınak kılar ve onunla avunuruz.: ‘Bu da geçer ya Hu!’ Beri yandan da bir hüzün var bu geçicilikte: Sevdiklerimizi, onlarla geçirdiğimiz âsûde vakitleri, ruhun sevinçle kanatlandığı anları da kaybederiz. Ruh dolar boşalır. Kalp takallüp eder. Halden hale evrilir, çevriliriz. Ruhumuzun boşluğu yalnız ilâhi olanla dolabilir. Ona kendimizi açmak için masivadan arınmalı, ruhu özge misafire hazır hale getirmeliyiz. Manevi açlığımızı sözümüzü doyuran o sahte gıdalardan, yanılsamalar aleminden özgürleşmeli ve ancak o arınışla hazırlanmış olan ruhun evine, gönlün tahtına o Çalab’ı buyur etmeliyiz. ‘Gönül Çalab’ın tahtı gönüle Çalap bahdı / İki cihân bed-bahtı kim gönül yıkar ise’.
Benliklerimiz hayatın içinde küçülmeli ki hayat büyüsün ve bize armağanlarını sunsun. Huşu duygusunu kendimizi daha küçük ve dünyayı daha büyük algıladığımızda tecrübe ediyoruz. Koca dünyada bir zerreyiz. Dünya da koca kâinatta bir zerre. ‘Öyle bir zerreyim ki arşa gebeyim’. Huşu hissettiğimizde kendimizi o büyük, yekpare varlığın bir parçası olarak hissediyoruz. Kendi nefsimizin çitlerini aşıyor, benliğimizin bentlerini yıkıp geçiyor, sınırlarımızdan özgürleşiyoruz. Artık koca bir ummanın parçasıyız, gerçi bir damlayız ama umman da bizde gizli. Kâinatın ve ona şeklini veren ilâhi nefesin bir parçası olarak genişlediğimizi, büyüdüğümüzü hissediyoruz. Derin bir huzur. Huzurda bulunmanın huzuru. O büyük, ezel ve ebed arasına dürülü eşsiz varlığın parçası olmanın huzuru. Bu tecrübeyle insan evladı, kendisiyle varlık alemi arasına duvarlar değil köprüler örer. Alçak gönüllü ve tok gözlü olur. Cömert ve minnettar davranır, kendisini kuşatan büyük lütfun farkına varmakla şükrana gark olur. Zira sevgidir ki görünmez olanı görünür kılar. ‘Ey dide nedir uyku, gel uyan gecelerde / Kevkeblerin et seyrini, seyran gecelerde!’
Varlık birbirine yâr. Bu dünyaya yâr olmaya gelmişiz. Bir ormandaki ağaçlar birbiriyle haberleşiyor. Vücudumuzdaki hücreler birbiriyle haberleşiyor. Kendi özgürlüğümüze, kendi mutluluğumuza giden yol ortak insanlığımızı hatırlamaktan geçiyor. Ne kadar özgür kılıyorsak o kadar özgür, ne kadar mutlu edebiliyorsak o kadar mutluyuz! Hayatlarımızı sadece kendimiz için yaşamıyoruz. Varlığın sessiz mucizelerine gönlümüzü açalım. Varlık bir mucizeden diğerine sekiyor. Bir mucizeden diğerine açılıyor. Mucizelere bakmak için bilim bize yetmez, sadece neden sonuç ilişkileri kurmak mucizeyi görünmez kılar. Gönül gözüyle bakmak gerek hadiselere, zira, ‘asıl olan göze görünmez’. Lütfu daima hissedenler, Tanrı’ya uzaklığın verdiği o yakıcı susuzluğu da bilir. Lütfu hisseden kişi onun hep orada, bize şahdamarımızdan yakın bir yerde durduğunu daima bilir. Sadece biz, yazık ki her zaman orada değilizdir.
Âh, teslimiyet! Aşk ile bir daha, âh!
HABERE YORUM KAT