‘Teröre Destek Vermekle, Düşüncesini İfade Etmek Arasındaki Farkı Görmenin Zamanı Geldi’
Özlem Albayrak, AYM’nin ‘Barış Akademisyenleri’ hakkında verdiği kararı değerlendirdiği yazısında, ‘teröre destek vermek’ ile ‘düşüncesini ifade etmek’ arasındaki farkı görmenin zamanının çoktan geldiğini vurguluyor.
Yeni Şafak yazarı Özlem Albayrak, Anayasa Mahkemesi'nin “Bu Suça Ortak Olmayacağız”başlıklı bildiri nedeniyle mesleklerinden ihraç edilen, haklarında disiplin cezaları verilen, 'terör örgütü propagandası' suçundan dava açılarak hapse mahkûm edilen ve bir bölümü cezaevine konulan akademisyenlerin bireysel başvurusunda 'hak ihlali' kararı vermesini değerlendirdi.
Özlem Albayrak, "Hukukta suçla ceza arasındaki oran doğru tesis edilemediğinde ve evrensel hukuk ilkeleri içselleştirilemediğinde bu tür manzaralar ortaya çıkıyor" diyerek, "Artık teröre destek vermekle, düşüncesini ifade etmek arasındaki farkı görmenin zamanı gelmiş gibi gözüküyor" ifadesini kullandı.
Özlem Albayrak’ın Yeni Şafak’taki köşesinde yayımlanan konuyla alakalı yazısı (02 Ağustos 2019) şöyle:
O Bildiri Hakkındaki Karar Yanlış mı?
Anayasa Mahkemesi, Barış Akademisyenleri için hak ihlali kararı verdi. Mahkemenin kararı doğrultusunda, daha önce yapılan yargılamalar yenilenecek, 10 akademisyenin başvurusu sonucu görüşülen karar, halen yargılanması süren 784 akademisyenin davası için de emsal niteliği taşıyacak. Hatırlayalım, 2016 yılının Ocak ayında, hendek terörü sürerken, PKKlı teröristler “şehir savunması” dedikleri yöntemle Diyarbakır, Cizre, Silopi başta olmak üzere Güneydoğu şehirlerindeki bazı mahallelerde Mehmetçikle karşı karşıya gelmiş, ardından sözkonusu mahallelerde sokağa çıkma yasağı ilan edilmişti.
Güvenlik güçlerimizin, örgütün sözümona şehir yapılanmasına mensup teröristlere yönelik operasyonlarının sürdürdüğü o dönemde, Türkiye’den 1128 öğretim üyesi ise 10 Ocak’ta “Bu Suça Ortak Olmayacağız” başlıklı bir bildiri yayınlamıştı.
O dönem büyük tartışma koparan bildiride “devletin başta Kürt halkı olmak üzere tüm bölge halklarına karşı gerçekleştirdiği katliam ve uyguladığı bilinçli sürgün politikasından derhal vazgeçmesi gerekiyor” deniliyor, ancak evlerin altından geçen tüneller sayesinde Mehmetçiğe pusu kuran ve ağır kayıplar vermemize neden olan teröristler hakkında tek kelime edilmiyordu.
Sürgün denen de, -O dönem Başbakan olan Ahmet Davutoğlu’nun eşi Sare Davutoğlu davetiyle Diyarbakır’a gidip yerinde izleme imkanı bulduğumdan biliyorum- Sur ve benzeri hendek, tünel kazılmış mahallelerde oturan Kürt vatandaşların, çatışmanın ortasında kalıp zarar görmemesi için geçici olarak şehrin güvenli bölgelerine tahliyesinden ibaretti. Zira o dönem, kör bir kurşuna hedef olmamak için bölgeden kaçmaya çalışan Kürt vatandaşların PKK’lılar tarafından kasıtlı olarak vurulduğu; bombalar ve kurşunlardan eski camilerin, ilkokulların, tarihi yapıların dahi nasibini almış olduğu bir sır değil.
Yani, sözü edilen bildiri dünyanın yabancı akademisyen çevrelerinden büyük destek görmesine rağmen, “devletin kendini koruma hakkı”nı ve “şiddet kullanma tekeline sahip tek meşru yapı” olduğunu görmeyi reddeden, talihsiz, adaletsiz, haksız, tek taraflı bir metindi. O nedenle bildirinin hemen ardından büyük gürültü koptu.
Hepimiz, imzacı akademisyenleri kınadık, ama işler bununla kalmadı. 15 Ocak’tan itibaren imzacılara, Terör Örgütü Propagandası Yapmak suçlamasıyla davalar açıldı, bunlardan birçoğu KHK ile meslekten ihraç edildi, bir kısmı başka cezalara çarptırıldı. Ortada bir kabahat vardı, bu doğru, ama ceza kabahatle orantısız derecede ağırdı. O dönem İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Adem Sözüer’in dediği gibi; “Her devlet terör olayları olurken bu tür tek yönlü ve devleti katliamla suçlayan bildiriyi araştırıp soruşturur. Her hukuk devleti bunu yapmak zorundadır. Ancak sırf bildiriye imza attı diye öğretim üyelerinin gözaltına alınması, yakalanması gibi tedbirlere başvurulması ölçüsüz olur”.
Nitekim, barış imzacılarının söylediklerinin iler tutar yanı yoktu, fakat açılan davalar da tepkide aşırıya kaçmak demekti. Sonuçta bu insanlar ellerine Kalaşnikof alıp dağlara çıkmış, askere silah sıkmış, masum kanı dökmüş değillerdi, dolayısıyla imzaladıkları bildirinin “ifade özgürlüğü” kapsamında değerlendirilebileceği aşikardı. Zaten bu davalar, Anayasa Mahkemesi’nden geçip AİHM’ye gitse, ne karar çıkacağını hepimiz biliyoruz, değil mi? Büyük ihtimalle Türkiye bir de tazminat cezası ödemek durumunda kalacaktı.
Bugünlerde herkes, kullandığı çifte oyla, imzacı akademisyenlere hak ihlali yapıldığı yönünde karar çıkmasını sağlayan AYM Başkanı Zühtü Arslan’a demediğini bırakmıyor. Karara tepkiler o düzeyde ki, birkaç gün önce 1071 akademisyen AYM kararına karşı bir karşı bildiri yayınladı. Bildiride, “Terörle mücadele ettiği için devleti suçlayan açıklamalar yapmak dünyanın hiçbir ülkesinde ifade özgürlüğü olarak değerlendirilmez” denildi.
Oysa, kendilerine “barış imzacıları” diyen o akademisyenlerin bildirisi -bizim hoşumuza gitmese de - terör desteği olarak değil, şiddetle ilgili endişelerin ifade edilmesi olarak da değerlendirilebilirdi. Anayasa Mahkemesi üyelerinin o davalar hakkında, hak ihlali kararı vermesi de, o bildirideki ifadeleri onayladıkları anlamına gelmez. Tıpkı bu yazıyı yazan benim bildiriyi haklı, gerekli, adaletli, tarafsız bulmadığım gibi...
Sonuçta, hukukta suçla ceza arasındaki oran doğru tesis edilemediğinde (bu kişiler sadece fikir serdettiler, şiddete teşvik etmediler; karşılığında bir kısmı tutuklanıp hapse atıldı, bir kısmı ömrünü verdiği mesleğinden ihraç edildi) ve evrensel hukuk ilkeleri içselleştirilemediğinde bu tür manzaralar ortaya çıkıyor.
Sözün özü, artık teröre destek vermekle, düşüncesini ifade etmek arasındaki farkı görmenin zamanı gelmiş gibi gözüküyor. Ne dersiniz?
HABERE YORUM KAT