Temel Saflaşmanın Ekseni Değişiyor: Laiklik Yerine ‘Millî’lik (3)
“Temel saflaşmanın ekseni değişiyor: Laiklik yerine ‘millî’lik” başlıklı üç bölümlük yazının son bölümüne, bu başlık altında ifade etmeye çalıştığım temel önermemi özetleyerek başlayayım:
Düşünüyorum ki, Adalet ve Kalkınma Partisi (AK Parti) iktidarı 2015’ten itibaren “millîlik” diye tanımladığı yeni bir eksen belirleyip ülkenin siyasi güçlerini bu eksene göre sınıflamaya başlamış, onları bu eksene göre saf tutmaya zorlamıştır.
Türkiye’nin neredeyse kurumsal bir özellik taşımaya başlamış güçlü iktidarı ülkede artık “laiklik” eksenine göre belirlenmiş bir saflaşma yerine “millîlik” eksenine göre belirlenmiş bir saflaşma olduğunu ilan edince de bunun ilk anda şaşırtıcı görünen doğal sonuçları olmuştur. Mesela, pozisyonlarını önceki laiklik eksenine göre belirlemiş siyasi güçler durumlarını yeniden gözden geçirmeye başlamışlardır. Bu çerçevede en dikkat çekici tavır değişikliği, ülkenin Atatürkçü-Kemalist-ulusalcı kesimlerinde görülmüş, iktidar partisinin en sert muhalifleri olan bu kesimlerin, iktidara karşı tavırlarını hızla yumuşattığı gözlenmiştir.
İlk iki yazıda, a) 1960’lardan itibaren Türkiye’deki temel siyasi saflaşmaları ve bunların hükümlerini hangi dönemlerde icra ettiklerini, b) sağ-sol eksenli saflaşmadan (1960’ların ikinci yarısı ve 1970’ler) hangi dinamiklerin etkisiyle laiklik eksenli yeni saflaşmaya (kabaca 1990-2015 arası) geçildiğini, c) 2015’ten itibaren laiklik eksenli saflaşmadan “millîlik” eksenli yeni saflaşmaya geçildiğine dair önermenin olgusal işaretlerini göstermeye çalışmıştım.
Bugünkü son yazıda ise temel saflaşmada laiklik ekseni ile millîlik ekseninin hangi koşullarda, neden yer değiştirdiği sorusunun cevabını arayacağım.
Başlangıç noktası: Arap Baharı
2011 baharında Tunus’ta başlayıp bütün Ortadoğu’yu etkisi altına alan Arap Baharı öncesinde Türkiye hem bölge halklarının kahir ekseriyetinin hem de Batı dünyasının model ülkesi konumundaydı. Türkiye’nin sihri, küçük azınlıklar dışında halkının böyük bölümü Müslüman olan bir ülkenin, benzerlerinin tersine diktatörlüklerle değil, bazı sorunlar taşısa da devlette laikliğin esas olduğu bir demokrasiyle yönetilmesindeydi.
Başbakan Tayyip Erdoğan’ın, Hüsnü Mübarek’in devrilmesinden (Şubat 2011) sonra, Eylül 2011’de yani Müslüman Kardeşler iktidarının büyük bir olasılık olarak belirdiği günlerde Mısır için laik devlet ve demokratik yönetim tavsiyesinde bulunması, Türkiye’nin bölgede hangi fikriyet üzerinden etkili olmaya çalışacağını gösteren önemli bir işaret olmuştu.
Arap Baharı sürebilseydi, Türkiye’deki iktidar hiç kuşkusuz şimdiki gibi bir kuşatılmışlık sendromu yaşamayacak, tam tersine komşularının (bu defa sadece toplumların değil devletlerin de) örnek aldığı bir ülke olarak 2010’dan önceki demokratikleşme çabalarını genişleterek sürdürecekti.
Gezi, Cemaat, PKK
Fakat gelişmeler bu yönde olmadı. Üstelik 2013’teki Gezi olayları AK Parti ve onun organik aydınları tarafından önce iktidarın, ardından da ülkenin bir beka sorunuyla karşı karşıya olduğu şeklinde yorumlandı ve bu yorum giderek daha geniş halkalara yayılarak destek buldu.
Gezi olayları sırasında Batı devletlerinin ve sivil toplum örgütlerinin tavrı, bu çevreler tarafından “isyana destek” olarak değerlendirildi, böylece iktidar çevrelerini etkisi altına alan “beka” kaygısı daha da derinleşti.
Gezi’nin yarattığı travma atlatılamadan gelen Cemaat atağı, iktidarın ve iktidarı destekleyen medyanın endişelerini daha da artırdı.
Bütün bunlara PKK’nın şehirlerde başlattığı yeni ayaklanma stratejisi ve özellikle de Suriye’nin kuzeyinde bir PKK-PYD ekseninin Batı desteğiyle oluşturulma gayretleri eklenince, Türkiye’nin bir iç-dış koalisyonu üzerinden saldırıya uğradığı ve saldırının temel amacının da önce iktidarı ardından da Türkiye’yi “çökertmek” olduğu inancı kökleşti. Bu inanca göre, söz konusu koalisyonun unsurları dışarıda Batı, içeride de sosyalist sol, Cemaat ve PKK-HDP’den oluşuyordu. CHP ise bu gayri-millî koalisyonla flört halindeydi; gövdesinin bir bölümü koalisyonun içinde, bir bölümü ise dışındaydı.
“Millîlik” vurgusunun siyasi sonuçları
Bir ülke gerçekten de “beka” sorunuyla karşı karşıyaysa, yani gerçekten de kendisine karşı bir savaş açılmışsa, o ülkede kendiliğinden “millî” bir koalisyon oluşur, farklı ideolojilerden siyasi güçler kendi programlarını, tehlike atlatılana kadar rafa kaldırırlar ve “ortak düşman”a karşı birleşirler. Şimdiye kadar hep böyle oldu, tersini hiç görmedik.
Böyle bir atmosfer, yine ortak bir kabulle bazı özgürlüklerin sınırlandırılmasını da içerir. Bu koşullarda, “milli koalisyon”a katılmayıp ülkenin çıkarlarının başka yerde olduğunu söyleyenler ağır yaptırımlarla karşılaşırlar, ifade özgürlükleri kısıtlanır hatta bazen somut cezalara çarptırılırlar.
Bir ülkenin doğrudan işgalini saymazsak, “ülkenin beka sorunuyla karşı karşıya olduğu” tespiti, karşısında her zaman şu itirazı bulur: “Böyle bir beka sorunu yoktur, uydurulmuş ve abartılmıştır. Amaç, bu tespiti yapanların iktidarlarını sürdürebilmek ve bu tespite katılmayanlar üzerinde baskı oluşturabilmektir.”
Öyle ya da böyle, doğru ya da yanlış, “beka” tespiti ve onu izleyen “millî çizgiye davet” her zaman otoriterleşme lehine ve başta ifade özgürlüğü olmak üzere özgürlükler aleyhine işleyen sonuçlar doğurur.
Türkiye’de bir süredir böyle bir süreç yaşanıyor.
“Millîlik” sadece iktidarın tanımı
Elbette, iktidarın “gayri millî” diye nitelediği cephe kendisini böyle tanımlamıyor; tam tersine “demokrasi cephesi” olarak kurguluyor ve çatışmayı “millîlik-gayri millîlik” değil, “otoriterlik-demokrasi” çatışması olarak takdim ediyor. Bugünlerde sol’un ve HDP’nin oluşturmaya çalıştığı, Cemaat’in de içine girmeden destek verdiği “anti-faşist cephe”, tartıştığımız konu açısından hayli önemli ve anlamlı.
Kavramsal bir kargaşaya ve yanlış anlamaya yol açmamak için bir daha tekrarlayayım: “Millîlik” bizzat iktidarın tanımladığı, karşıtlarının elbette reddettiği bir eksen. Fakat önemli olan şu: Yeni saflaşma ekseni çok güçlü bir iktidar tarafından belirlenince, ister istemez eski saflaşma ekseni geçerliliğini yitiriyor. Nitekim “laiklik” eksenli saflaşmada iktidarın can düşmanı olan Atatürkçü-Kemalist-ulusacı siyasi eğilimler “millîlik” eksenli yeni saflaşmada iktidarla birlikte hareket etmeye başlamışken, eski saflaşmada iktidarın yanında olan Cemaat yeni saflaşmada eski can düşmanlarıyla aynı çizgide yer alabiliyor.
İktidarın kozu: Bölgedeki kaos ve mülteci sorunu
Konuyu kapatmadan önce, “millîlik” çağrısı yapan bir iktidarın kaçınılmaz olarak sergileyeceği otoriter eğilimlere karşı ortaya çıkması beklenebilecek Batı temelli dış muhalefetin sınırlarına ilişkin bir tespitte bulunmak istiyorum.
Durum, bu açıdan Türkiye’nin askeri vesayet yıllarını andırıyor... Nasıl ki o yıllarda Batı, Türkiye’nin iyi işleyen bir demokrasi olmasını istese de, Sovyetler Birliği ve komünist blokun varlığı nedeniyle ülkenin otoriter bir tarzda yönetilmesine razı oluyor, hatta zaman zaman darbelere de ses çıkarmıyordu... Tıpkı onun gibi Batı bu dönemde de bölgedeki kaos ve özellikle de uzun yıllara yayılacağı belli olan mülteci sorunu nedeniyle Türkiye’ye karşı sesini fazla çıkarmıyor ya da çıkaramıyor. İktidarın “kozmopolit”, “gayri millî” diye nitelediği aydınların çağrılarına rağmen Batı’da bu yönde bir tavır değişikliği gözlenmiyor.
Benim görebildiğim kadarıyla, Ortadoğu daha uzun bir süre kargaşa içinde kalacak ve esas olarak buradan kaynaklanan iç sorunlar nedeniyle iktidar daha uzun bir süre “beka” endişesini taşımaya devam edecek.
Bir başka deyişle, Türkiye’deki temel saflaşma daha uzun bir süre boyunca “millîlik” ekseninde oluşmaya devam edecek.
Serbestiyet
YAZIYA YORUM KAT