1. HABERLER

  2. HABER

  3. GÜNDEM

  4. Tekelcilik ve çoğulculuk arasında din piyasası: Hangisi Türkiye modeli?
Tekelcilik ve çoğulculuk arasında din piyasası: Hangisi Türkiye modeli?

Tekelcilik ve çoğulculuk arasında din piyasası: Hangisi Türkiye modeli?

Yasin Aktay köşesinde, "Türkiye’de İslami hayatın başka İslam ülkelerindeki İslami hayatlara nazaran bir ayrıcalığı varsa bu, zannedildiği gibi şu veya bu İslami anlayışın başka İslami anlayışlara olan üstünlüğünden kaynaklanmaz" diye yazıyor.

23 Temmuz 2022 Cumartesi 13:36A+A-

Yazısında Türkiye'deki kimi cemaatlerin ve liderlerinin açıklamalarını irdeleyen Yasin Aktay, dini algıdaki tekelciliğin sorunlarını yorumladığı gibi bu tür durumların kaynağını da sorgulamaya açıyor. 

...

 

Türkiye’de İslam’ın bütün Müslümanlar için daha sahih veya daha başarılı bir model oluşturma keyfiyeti nedir?

Konuya bodoslama dalan bir soru bu, farkındayım. Üstelik “sahih” olmak ile “başarılı” olmak arasında her zaman zorunlu bir ilişki de yoktur. Sahih bir İslam anlayışının her zaman kitleleri ikna etme imkânı olmayabilir, kitleler sosyolojik şartlarına göre hakikatli bir mesajı dinlemeye açık olmayabilir, hatta kendilerini kapatmış olabilirler.

Sahih inancın sosyolojik şartlara da tekabül eden gel-gitleri vardır. Sıkıntı zamanlarında insanların dine açıklığı artar, bolluk zamanlarında hazlar ve dünyevi ilgiler insanı dinden de uzaklaştırır mesela. Bunu bütün toplumsal yapılara uyarlayabilirsiniz. Çok farklı bir dağılım çıkar ortaya, ama tabii ki tek faktör olarak alınmamak şartıyla.

Dolayısıyla dindarlık ile sekülerlik arasındaki çatışmada ikisinden birinin lehine lineer-doğrusal bir gelişim çizgisi yoktur. Nice peygamberin tarihte uzun yıllar hatta asırlar süren mücadelesinde bir inananlar topluluğu bile kuramadığı Peygamberler tarihinin en bilinen gerçeklerindendir.

Bu arada Türkiye adına milliyetçiliği din üzerinden yapmanın bir yolu da Türk İslam’ı diye mevhum bir modele güzellemeler yapmaktan geçiyor. Nedir Türkiye İslam’ı? Tanımı, içeriği nedir? Bu konuda çok konuşanlar bugünden yeni bir din icat etmekten öteye gidemiyorlar, zaten aksi de mümkün olmaz. Böyle bir modellemenin ulus-inşa süreçlerinden farkı yoktur ve bütün inşa süreçleri biraz tarih, biraz etnoloji, biraz kendilik yazımıyla beraber yeni bir icattır, kendine hayranlık, kendini yüceltme ve kendi kendine propagandadır.

Sorun, bunu yapanların kendilerini yaptıkları işe fena halde kaptırmaları ve zihinlerinde icat ettikleri şeyi gerçek zannetmeleri oluyor. Kendi vehimleriyle oluşturdukları uyku ortamından uyandırmak kolay değil, uyandırmak isteyene karşı ölçüsüz ve mantıksız tepkiler vermeleri de mukadder.

Bu alelade mülahazadan sonra şunu ekleyelim: Türkiye’de İslami hayatın başka İslam ülkelerindeki İslami hayatlara nazaran bir ayrıcalığı varsa bu, zannedildiği gibi şu veya bu İslami anlayışın başka İslami anlayışlara olan üstünlüğünden kaynaklanmaz. Aksine bu ayrıcalık, tarihte bütün din anlayışlarının birbirleriyle yaşamanın bir yolunu bulmuş olmaları, daha açık deyişle uzun ve köklü bir dinsel çoğulculuk deneyiminin gerçekleşmiş olmasından kaynaklanır.

Osmanlı’nın İbn Haldun’un ölçülerine göre bile oldukça uzun süren toplum düzeninin bir sırrı bunda yatıyor: Devletin himayesinde ve garantisi altında gerçekleşen çoğulcu dini ve etnik hayat. Herkesin kendi hakikat iddiası olabilir ama bunların toplum düzenini tehdit edecek ve tarafların birbirini yok saymasına veya imhasına götürecek bir kitlesel şiddete dönüşmesinin engellenmesi.

Başka dinlerin bu dinsel çoğulculuk ortamındaki güvenli varlığını bir kenara bırakalım, Müslümanların kendi içlerinde çeşitliliği de, Kadızadeli, Sivasi, Bektaşi, Şii, Sünni, Hanefi, Şafii, Dürzi, Selefi, Sufi, Nakşibendi, Kadiri vs. Hepsi de bu çoğulculuk ortamında özgürce başkalarıyla varolmuş, başkalarıyla tartışmış, tartışırken kendini de geliştirmiştir. Bu arada bu bahsettiğimiz ülke Misak-ı Milli sınırları içinde mahdut da değildi. Hindistan’dan Kuzey Afrika ve Balkanlara kadar bütün Müslüman coğrafyanın çeşitliliğini Osmanlı’dan yöneten bir üst ümmet aklından söz ediyoruz.

Bu akıl Cumhuriyet ile birlikte kesintiye uğradığından beri her konuda dini tekelcilik istidadımız devam ediyor. Bugün biraz dünyaya İslami tecrübe adına bile umut veren bir şey varsa o kesintiye uğramış modelden kalanların ihyasından başka bir şey değildir. Yoksa bugün Cumhuriyet döneminde önce dine alternatif laiklik olarak şekillenen sonraki açılımlarla ise her bir dini gruba, tarikate, cemaate sirayet eden tekelci din anlayışımızdan sıyrılmadığımız sürece ne İslam dünyasına ne de bütün dünyaya model falan çıkmaz.

Elhak, bugün yine de Türkiye’yi umut kılan, tam da o tekelci anlayıştan kurtulup bütün ümmeti kucaklayabilecek bir ufka ve genişliğe sahip olma istidadıdır.

Bu arada bugünkü bazı deneyimlere yüzeysel olarak bakıldığında dinsel çoğulculuğun ciddi bir görecelik duygusuyla birlikte dinden uzaklaşmayı getireceği zannedilir. Oysa birçok araştırma göstermektedir ki, dinsel çoğulculuğun gerçekten yaşandığı yerlerde insanlar hakikat duygusunu kaybetmek bir yana çok daha güçlü bir biçimde ediniyor ve ona daha iyi sarılıyorlar.

Yine aksine bir tür dinsel tekelcilik durumunun olduğu yerlerde insanlar dine daha fazla sarılmıyor, o tekelciliğin ürettiği güç hiyerarşilerinin kaçınılmaz yozlaşması dolayısıyla kitleler dinden daha fazla soğuyabiliyor. Bunun için çoğulcu bir din anlayışının olmadığı yerlerde sekülerleşme düzeyinin ne kadar yüksek olduğuna bakılabilir. Üstelik görünürde hakim-tekel dinin kurumsal varlığına ve tezahürlerine rağmen gerçekleşiyor sekülerleşme. Avrupa’da da İslam dünyasında da bu eğilim aynı istikamette gerçekleşir.

O yüzden herkesin kendi hakikat iddiasına istediği kadar sahip çıktığı bir dinsel çoğulculuk ortamında dini örgütler aynı zamanda bir serbest rekabet ortamının şartlarına uygun olarak kendi kalitelerini de kanıtlamak durumunda kalıyorlar. Devlet ise bu çoğulculuğu temin edecek şartları gözettiğinde, dinler veya dini görüşler arasındaki rekabette taraf olmak yerine hakem olma rolünü oynadığında dinlerin de kendi içindeki tartışmalarla kendilerini geliştirmeleri daha fazla mümkün hale gelir.

Dini hareketlerin rekabetini bir tür ekonomik piyasa modeliyle açıklayan dini ekonomi yaklaşımıyla Rodney Stark ve Roger Finke’ın meşhur Acts of Faith başlıklı kitabı bu trendleri çok iyi ortaya koyar. Kitabın en önemli tezi dini grupların kontrol edilmez ve rekabetçi olması ölçüsünde genel dini bağlılık düzeyinin yükseldiğidir. Buna karşılık tekelci bir din anlayışının olduğu yerde hâkim din rekabeti de, serbest tartışma ve düşünceyi de bastırdığından, kendi kalitesini de yükseltme konusunda hiçbir çabaya girmeye gerek görmez. Arkasına devlet gücünü veya piyasa şartlarını bozan bir etkiyi aldığından ikna edici gücünü de kaybeder ve halkta bir soğumaya yol açar.

 

HABERE YORUM KAT