Tasavvufu nasıl anlamalıyız?
Tasavvuf adına söylenen her sözün, yapılan her eylemin tasavvuf olduğu söylenemez.
Faruk Beşer Yeni Şafak'ta yayımlanan "Tasavvufu nasıl anlamalıyız?" başlıklı yazısında insanın farklı boyutlarının İslam tarafından eğitilmesi gerektiğini belirterek, tasavvufun da; inancın, duyguların ve eylemlerin eğitilip düzeltilmesinde bir yol olarak düşünülmesi gerektiğini ifade ediyor.
Tasavvufu konuşurken duygusal ve ideolojik lehtarlık ya da aleyhtarlıktan uzak olmaya çalışacağız.
İslam’ın lehinde ve aleyhinde bu kadar çok konuşulan başka bir alanı olmadığına göre aklı başında bir müminin bu konuda hakikati araması ve inandığına ikna olması gerekir. Allah bizden bunu talep ediyor; ‘Aklınızı kullanmıyor musunuz?’, ‘yaşayan da bir delille yaşasın, ölen de bir delille ölsün’ gibi ayetler bu talep için ne bir konu sınırlaması ne de şöyle değil de böyle insanlar sınıflaması yapar. Aklı olan herkesi muhatap alır. Hz. İbrahim Allah’a bile ‘ölüyü nasıl diriltebilirsin?’ diye sormuşsa ve onun tavırlarını da Allah bize üsve-i hasene/uyulacak güzel örnek olarak göstermişse, sahabî Resulüllah’a, ‘bu sizin görüşünüz mü, yoksa vahiy mi?’ diye sormuşsa ve Allah Resulüllah’ı da bize yine üsve-i hasene olarak göstermişse artık bu iki otoritenin, yani Allah’ın ve Peygamber’in dışında yaptıkları ve söyledikleri doğru mu yanlış mı diye sorulamayacak kimse kalmaz. Bizim de ikna olma hakkımız vardır.
Bu araya şu çok önemli meseleyi de sıkıştıralım: Hakikatin kabulünü ön yargılar kadar başka hiçbir şey engellemez. Gazali ömrünün sonuna doğru yazdığı el-Münkiz adlı kitabında, ancak kör taklidi -yani filanca ya da benim mezhebim böyle diyor ön kabulünü- terk edince hakikati anlamaya başladım diyor. Bu gerçeği ben ondan çok daha geç yaşlarda öğrendiğim için artık onun kadar anlama şansım kalmadı. Çünkü o bunu öğrendiğinde elli yaşına yeni girmişti. Ama bir şeyin tamamı olmazsa hepsi de terk edilmez.
İmdi bendeniz önce tasavvuftan ne anladığımı söyleyeyim:
İnsan tek yönlü bir varlık değil, aklı, fikri, inancı, duyguları ve bütün bunların karışımından çıkan fiilleri/eylemleri var. İslam bunların hepsinin Allah’ın istediği gibi eğitilmesini istiyor. Bunu gerçekleştirecek kadar bilgi elde etmesini, inancını, duygularını ve eylemlerini eğitip düzeltmesini istiyor. Tasavvufun din bütünündeki yerini bir yazımda insan bedeniyle anlatmıştım; bizim etimiz, kemiğimiz, kanımız ve sinirlerimiz var. Biz bunların hepsiyle birlikte insanız. Bunların aralarında bir insicam olmazsa marazi/patolojik bir durum ortaya çıkar ve sağlığımız bozulur.
Beden sağlığını korumak için tıp ilmi gelişmiş. Bu ilim inceldikçe zorunlu olarak ihtisaslaşma başlamış. Dahiliye, genel cerrahlık, göz, kulak gibi onlarca alt dalları doğmuş. Her biri kendi ulaştığı bilgileri özel kavramlarla ifade eder. İslam bütünü içinde Resulüllah zamanında ilmi ihtisaslaşma yok diye bilinir ama kısmen başladığı da bir vakıadır. Sahabenin kimi fıkıhta, kimi kıraatte, kimi feraizde meşhur olmuştu. Daha sonra muamelat/hukuk, akide ve ahlak konularında ihtisaslaşmalar ortaya çıktı. Bu alanlardaki bilgi inceldikçe, aynen tıpta olduğu gibi kavramlaştırmalar başladı. Çünkü kavramlar olmadan ulaştığınız mefhumu anlatamazsınız. Derken bu alanlardaki bilgiler belli usul ve disiplinlere ihtiyaç duyup bilim anlamında ilimleşti. Mükellefin fiili eylemleri alanındaki ilme fıkıh, akide alanındakine kelam, ahlak alanındakine de tasavvuf dendi. Tasavvuf sûf’tan mı safîlikten mi gelir gibi konular teknik ve akademik olduğu için onları ehline bırakıyoruz. Elbette bu isimlendirmelerin bir sebebi vardır ama bu bizim için o kadar da önemli değil.
İmdi bütün bu alanları; fıkhın, kelamın, ahlakın yeni ortaya çıkan meselelerini hep naslara havale etmek tıbbı, geleneksel tıbba bırakmaktan farksızdır. Tabii ki Allah dinini tamamlamıştır, ama onun yaşanılan şartlara göre anlaşılması çabaları kıyamete kadar sürecektir.
Tarih boyunca tasavvufun yüzlerce tarifi yapılmıştır, ama bunların çoğu herkesin onun kendi penceresinden gördüğü bir özelliğidir. Bize göre ise tasavvuf yukarıdaki taksime göre ilim olarak ahlak ilmidir, hedef olarak ise duygu eğitimidir. Bu arada şu mütearifeyi de tekrarlayalım: Tasavvuf bu alanın genel ismidir, tarikatlar ise her biri onun bir mezhebi olabilir. Ancak son zamanlarda, en azından tarikatların kahir ekseriyeti mezhepten çok fırka halini almış gözüküyor, bunu da konuşacağız. Evet, kısaca tasavvuf duygu eğitimidir, tezkiye-i nefistir, ahlakın yaşanmasıdır ve bunlar Resulüllah zamanında da en âlâsıyla vardı. Çünkü onun bir görevi de müminleri tezkiye etmekti. O zaman var olan bu gerçekliğe sonradan tasavvuf denmesi o hali değiştirmez. Tıpkı diğer alanlara sonradan fıkıh ve kelam denmesi gibi. Ama böyle olması fıkıh adına, kelam adına, tasavvuf adına söylenen her sözün, yapılan her eylemin fıkıh, kelam ya da tasavvuf olduğu anlamına da gelmez.
Yazar bu noktadan devam edeceğiz, diyerek yazısını sonlandırıyor.
HABERE YORUM KAT