Tasavvuf, tevil ve felsefe
Felsefi tasavvufun ana problemlerinden biri baîd tevil meselesidir. Bunu vahdet-i vücûd gibi derin ve panteizme benzer bir felsefeye kadar götürenler olduğu gibi, kendine tabi olan cahilleri kandırmak için yapanlar da vardır.
Faruk Beşer YeniŞafak'taki köşesinde tasavvuf ile alakalı yazılarına devam ediyor. Alıntıladığımız bu yazısında tasavvufun felsefe ve tevil ile olan ilişkisini irdeleyen yazarın yazısını okuyucularımızın ilgisine sunuyoruz.
Tasavvuf ilk başta olduğu gibi, takva, zühd, nefs tezkiyesi, ahlak ve duygu eğitimi olmaktan çıkar, Kitabın ve Sünnetin sınırlarını zorlarsa ya batıni tevillere ya da felsefeye kayar. Bu da ucu bucağı olmayan tehlikeli bir deryaya dalmak demektir, sahili selameti de yoktur. Kendi muhayyile dünyalarında ‘Tanrı’nın, dinin ve varlığın kendilerince açıklamalarını yaparlar. Karanlık bir dünya olduğu için de hiçbirinin tevili ve felsefesi öbürüne benzemez. Hepsi hayal mahsulü bablar, makamlar, mertebeler ihdas ederler. Bu felsefede İslam’dan bazı figürler bulunabileceği gibi eski Hint ve Fars düşüncelerinden, hatta kadim Yunan felsefesinden de bolca malzeme bulunur. Bildiğimiz felsefe buna göre çok daha tutarlıdır. Çünkü o sadece aklı rehber alır. Bu ise tevilin ve zannın envaını kullanır. Oysa Allah müşriklerden bahsederken, ‘onlar sırf zanna ve gönüllerinin arzularına uyarlar. Zan ise hak adına hiçbir şey ifade etmez’ buyurur. Böyle olunca ayetleri uçuk tevillerle kendi zanlarına göre yorumlarlar, hadislerde ise buna bile gerek duymadan her arzuya göre uydurulmuş sözler bulabilir ve onlara tutunurlar.
Tevil bahsini daha önce yazmıştık, tekrar iki cümle ile özetleyelim. Kur’an-ı Kerim’in ilk indiğinde ne söylediğinin tespiti onun tefsiridir. Kur’an’ın anlaşılması için onun bu zahir manası esastır, hiç değişmez ve onun dışına çıkılamaz. Bununla birlikte onun dilinin imkân verdiği ölçüde mana ihtimalleri, ikincil işaretleridir. Sözü zahirine ters düşmeyecek şekilde ve bir delile dayalı olarak o ihtimallerden birine hamletmek meşru tevildir ve bu sürekli olacaktır. Sözün zahirine ters, yani dilin ihtimal vermediği tevili baîd/uçuk tevildir ve şirke kadar gidebilir. Onun için Allah (cc) muhkem olana zıt tevillere tutunanların kalplerindeki sapmalar sebebiyle fitne peşinde olduklarını haber verir (3/7). Resulüllah (sa) de ‘nasıl bugün ben Kur’an’ın indirilmesi sebebiyle savaşmak zorunda kalıyorsam, siz de yarın onun tevili sebebiyle savaşacaksınız’ (Tahavi). Yani birileri onu kendi arzularına göre tevil edecekler, siz de onlarla mücadele edeceksiniz buyurmuştur. İlginçtir ki, Şia bu sözü bile tevil etmiş ve ‘yani biz Kuran’ı imamete uygun olarak tevil edeceğiz, biriler de bizim tevillerimize uymayacak, biz de onlarla savaşmak zorunda kalacağız’ diye anlamışlardır.
Bütün olarak felsefi tasavvufun ana problemlerinden biri bu baîd tevil meselesidir. Bunu vahdet-i vücûd gibi derin ve panteizme benzer bir felsefeye kadar götürenler olduğu gibi, kendi hayallerini meşrulaştırmak için kendince yaptığı basit ve tutarsız açıklamalar olarak sırf kendine tabi olan cahilleri kandırmak için yapanlar da vardır. Sonuçta hepsi felsefedir ve tasavvuf bunlara muhtaç değildir.
Bir zamanlar tartıştığım sahte bir şeyh için ben, ‘Namaz bile kılmayan adam nasıl mürşit olabilir?’ demiştim de müridi bana istihza dolu bir eda ile şöyle söylemişti: ‘Hoca sen bir şeyler biliyor olabilirsin ama Kur’an’dan haberin yok. Allah buyurmuyor mu ki, yakîn gelinceye kadar ibadet et. Üstadımız yakîn’e ulaşalı nice yıllar oldu. Onun artık ibadete ihtiyacı yok’. Bununla Hicr 99. Ayet’i kastediyordu. Ayetin manası ‘Her şeyi ayan beyan göreceğin ölüm/yakîn sana gelinceye kadar ibadet et’ demekti.
Vaktiyle bazı İsmailîler de benzer şeyler söylemişlerdi. ‘Salât’/namaz denen şey havassın, yani bizim seçkinlerimizin bizim sırlarımızı/kalplerimizi bilmeleridir, oruç bizim sırlarımızı saklamamız, hac da mukaddes şeyhlerimizi ziyaret etmek için yolculuk yapmamız demektir. (Risale fî-ilmi’l-batın).
Ebced, cifr ve cümmel gibi hurufiliğe dayalı hesaplarla ya da 19 fitnesiyle Kur’an-ı Kerim’i tevile, hatta haşa, tashihe kalkışmalar da bu kabil uçuk tevillerdendir.
Böyle bir tevil anlayışı ‘hermeneutik’in tarihselciliği ile birleşince Hıristiyanlar faiz, içki ve domuz yasağından kurtulmuş ve rahata kavuşmuşlardı. Aynı yöntemi şimdi bizim de gaflet ve dalaletle Kur’an-ı Kerim’e uygulamaya çalışanlarımız var.
Bazılarının ‘Ey iman edenler sabredin, sabırda birbirinize destek olun, bağlılık içinde hazırlıklı bulunun ve Allah’tan sakının ki, iflah olabilesiniz’ (3/200) ayetinden ‘rabıta’ çıkarması da yine böyle bir tevildir.
‘Rabitû’ ifadesi, irtibatlı ve dayanışma içinde olun, cihat hazırlığı yapın, gibi anlamlara gelir. Bu anlamıyla sınır boylarındaki kale ve korunaklar da ribat diye isimlenir. Tarihteki Murabıtlar bu özellikleriyle bu ismi almışlardır. Mağrib’in Rabat şehri ismini onlardan alır.
Bu konuda bir yazı daha yazmalıyız.
HABERE YORUM KAT