Taş atarak başlayan direnişten kısa bir kesit...
İsmail Çağılcı, Remzi Hüseyin Ebu Rıdvan'ın hayat hikayesinden hareketle Filistin'de çocuk olmanın zorlukları ve Filistin halkının direniş ruhunu inceliyor.
İsmail Çağılcı / Mecra
"Sahip olduğum yegâne şey..."
Beyrut’un kuşatılması sırasında mülteci kamplarında başlayan hareketlilik, Kasım 1987’de İsrail hükümetinin aldığı “Göstericilere karşı ‘demir yumruk’ kullanma” kararıyla artmış; hemen ardından, aynı yılın aralık ayında, Gazze’deki Cebaliye mülteci kampında, İsrail askerlerinin Filistinli dört genci öldürmesi ise gerilimi uç noktaya taşımıştı. İsrail hükümetinin “trafik kazası” açıklamalarına karşın, olayın bir kaza sonucu değil de kasten gerçekleştiğini düşünen Filistinlilerin sabrı artık taşmış ve neredeyse altı yıl boyunca tüm Filistin coğrafyasını etkisi altına alacak bir ayaklanmayı başlatmıştı: İntifada!
- 1993 Eylül’ündeki Oslo Anlaşmasına kadar devam eden İntifada, bin 200’e yakın Filistinlinin ölümüyle neticelenmiş ve geriye hafızalardan silinmeyecek hatıralar bırakmıştı...
Üzerinde kırmızı ceketi, ayağında yıpranmış ayakkabıları, gözünde şaşırtıcı bir kesinlik ve elinde bir taş… Görünmeyen Calut’u mağlup etmeye çalışan bir modern zamanlar Davud’u gibi görünen bu çocuk, Birinci İntifada’nın ve tarihin en ikonik fotoğraflarından birinin kahramanı, Remzi Hüseyin Ebu Rıdvan. Döneme şahitlik edenler kadar, geriye dönüp anlamaya çalışanların da aşina olduğu bir yüz onunki.
Remzi Hüseyin Ebu Rıdvan, 1979’da Beytüllahim’de dünyaya geldi. İsrail işgalinin bütün şiddetiyle hissedildiği dönemin zorlu koşullarının içine doğan Ebu Rıdvan, Ramallah’taki Amari mülteci kampında büyüdü. Birinci İntifada başladığı sırada henüz 8 yaşında bir çocuktu. İsrail askerlerinin kampa düzenlediği bir baskın sırasında, etrafındaki büyüklerinden gördüğünü tekrarlayan Ebu Rıdvan, eline aldığı taşları İsrail askerlerine fırlatıyordu. Elbette bu sırada kendisini takip eden bir çift gözden habersizdi…
İntifada sona erdikten sonra da Amari kampındaki yaşamına devam eden Ebu Rıdvan’ın hayatı 90’lı yılların ortalarından itibaren değişmeye başladı. Bu dönemlerde kemanla tanışan Remzi, çok geçmeden Edward Said Ulusal Konservatuarı’na kaydoldu. 1998 yılında ABD’li yazar ve belgesel yapımcısı Sandy Tolan ile yaptığı bir söyleşi, hayatını tümden değiştirdi. Tolan’ın röportajı Fransız bir radyo kanalında yayınlanınca, Remzi’nin hikayesi dikkat çekti ve kazandığı bursla Fransa’ya giderek müzik tahsili yapacağı uzun yolculuğu böylece başladı.
Fransa’da eğitimine devam ederken kurduğu Al-Kamandjâti (Kemancı) adlı dernekle, kendisi gibi çocuklara imkan sağlamak için yardım faaliyetlerine girişti.
2002 yılında kurulan Al-Kamandjâti, bugün Filistin ve Lübnan’daki mülteci kamplarında çok sayıda şubesi bulunan, buralarda yaşayan Filistinli çocuklardan yetenekli olanları keşfederek müzik eğitimi almalarına yardımcı olan gönüllü bir eğitim kurumu.
Ebu Rıdvan, Filistin’de pek çok müzik festivali de düzenledi. 2005-2015 arası devam eden Barok Festivali, 2006-2015 arasında düzenlenen Müzik Günleri ve 2016 yılında ilk kez düzenlenen Manevi ve Geleneksel Müziğe Yolculuk gibi festivallerle, Filistinlilerin hayatına biraz olsun neşe katmaya çalıştı. Bu çabaları uluslararası arenada da epeyce ses getiren Ebu Rıdvan ve Al-Kamandjâti, Prens Claus Kültür ve Kalkınma Ödülü, Arap Dünyasında Kültürel Mükemmeliyetçilik için Takreem Ödülü, Stars Vakfı Etki Ödülü ve Gandhi Vakfı’nın Uluslararası Barış Ödülü gibi ödüllere layık görüldü.
Tüm bunların yanında, Remzi Hüseyin Ebu Rıdvan’ın hikayesi, müzik dışındaki sanatlara da ilham kaynağı oldu: O Bir Silah Değil (It’s Not a Gun, 2006), Barış Yayı (L’archet de la Paix, 2012) ve Yalnızca Çal (Just Play, 2012) gibi belgesellerin yanı sıra Al-Kamandjâti adlı oyun ve Sandy Tolan’ın Türkçeye “Nar Çiçekleri” ismiyle çevrilen “Children of the Stone” adlı romanı da Remzi’nin hikayesini merkezine alarak bölgede yaşanan sorunları anlattı.
Bugün artık adından söz ettirmeyi başaran bir müzisyen Remzi Ebu Rıdvan. Ancak o, içinden geçtiği zorlukları bir an olsun unutmuyor ve kendisiyle benzer hayatlar yaşayan çocuklara yardımcı olmak için var gücüyle çalışıyor. O meşhur fotoğrafı hakkında neler düşündüğü sorulduğunda ise şöyle anlatıyor duygularını: “Keşke attığım her bir taşı toplama, saklama imkânım olsaydı; onları çerçeveletip duvara asar ya da kişisel müzemde sergilerdim. Çünkü ben sadece bir çocuktum ve sahip olduğum yegâne şey bir taştı.”
HABERE YORUM KAT