Tarihsel süreçte pandeminin değişen etkileri
"DSÖ’nün küresel pandemi ilan ettiği COVID 19 ise mesafe ve maske olarak girdi hayatımıza. Dokunmayacaktık! 21. yüzyıl “Sakın kimseye dokunma!” derken Orta Çağ boyunca pek çok hasta kendilerine “dokunan”lar aracılığı ile iyileşeceğine inanıyordu."
Fatma Barbarosoğlu, geçmişten günümüze büyük kitleleri etkisi altına alan salgın ve hastalıklara karşı gösterilen yaklaşımın, tarihsel süreçteki değişime dikkat çekerek, Kovid19 süre zarfında insanlara dayatılan yasakların hayatımıza etkisini sorguluyor.
Fatma Barbarosoğlu/Yeni Şafak
19. yüzyıl epidemiye âşık, 21. yüzyıl laboratuvarda üretilmiş virüslerin eseri/esiri
2019 sonbaharından bu yana her yıl, yeni bir salgın haberiyle korkutuluyoruz. Bu sonbahara maymun çiçeği hastalığı ile girdik mesela.
Hatırlayın, COVID 19 günlerinde “corona virüs”ün laboratuvarda üretilip üretilmediği konusunda tartışmalar olmuş, DSÖ saygınlığını yerle bir edecek açıklamalara ya da suskunluklara adamıştı kendini.
COVID 19 pandemisi, 21. yüzyıl insanını aylarca eve kapatarak dijital devrimi sesiz ve muktedir bir şekilde tamamladı. Uzaktan eğitim, uzaktan çalışma ile hepimiz her şey için hazır hale getirildik. Karantina günlerinde taktığımız maskeler ve korumamız gereken mesafe ile “görüş alanımızı”, duygusal bütünlüğümüzü bir hayli yitirdik.
Epidemik hastalıklar ve dönemin zihniyeti muazzam bir araştırma konusu.
Mesela verem… 19. yüzyılın epidemik hastalığı verem mesafeleri eriten, mikrobu kapanlara sosyal statü bahşeden bir konuma sahip oldu uzunca bir süre. Romanların ana kahramanı veremli kadınlar, güzellik timsali olarak sunuldu. Yeşilçam’ın Kerime Nadir kitaplarından uyarlanmış filmlerini hatırlarsınız, veremli kadınlar ne çok sevildiler. Gidişleri ne kadar törensel, arkalarından tutulan yas ne bitimsiz idi.
Kimi ne kadar seveceğimize, kime ne kadar mesafe koyacağımıza bilim/tıp karar veriyor. “Doktorlar ne diyorsa o.”
19. yüzyılın doktorları hassas ve duyarlı kişilerin verem olduğuna kitleleri inandırınca, ressamlar dahi beyaz çehreli solgun ve halsiz portreler yapar olmuşlar. Sağlıklı olduğu halde “veremli gibi görünmek için” yüzüne pirinç tozu sürenlerden dahi bahsediliyor. Tıp, veremin narin ve hassas bedenlerde eyleştiğini söyleyince herkes ne kadar hassas ve duyarlı olduğunu ispat etmenin derdine düşmüş. Güzelliğin tarifi veremli kadın yüzü üzerinden belirlenince ressamlar veremli modelleri ile evlenmekten geri durmamış.
O dönemde verem o kadar önemseniyor ki verem mikrobunu bedeninde misafir etmek bir ayrıcalık haline geliyor. Düşününüz, akıllı uslu diyeceğimiz Victor Hugo (1802-1805) bile “tek kusurunun verem olmamak olduğunu, bu nedenle asla olabileceği kadar büyük yazar olamayacağını” anlatıyor arkadaşına. Fakat Hugo’nun edebiyatından etkilenen Andre Gide, onun veremi romantize eden damarını sürdürmüyor ve “kendi verem hastalığını adi ve tiksindirici” buluyor.
Verem uzun uzun, “ince ince” öldürüyordu hastalığa duçar olanları. Ama 20. yüzyılın bazen uzun uzun acı çektirdikten sonra bazense aniden öldüren hastalığı kanser, asla veremin romantize edilmiş sahnesinde ağırlanmadı. Verem epidemik bir hastalık, otoimmün bir hastalık olan kanser ile mukayese edilmemesi gerekir diyeceksiniz. Haklısınız. Lakin ikisi de ölümcül, ikisi de uzun süre çektiren ve çağlarına damga vuran hastalıklar. Susan Sontag Bir Metafor Olarak Hastalık’ta iki hastalığın detaylı ve çarpıcı bir mukayesesini yapar.
Epidemik hastalıklar ve dönemin dokunuşları, dokunduruşları...
DSÖ’nün küresel pandemi ilan ettiği COVID 19 ise mesafe ve maske olarak girdi hayatımıza. Dokunmayacaktık! 21. yüzyıl “Sakın kimseye dokunma!” derken Orta Çağ boyunca pek çok hasta kendilerine “dokunan”lar aracılığı ile iyileşeceğine inanıyordu.
Orta Çağ’da kral ve kraliçe, hastalara “dokunarak” onları iyileştiriyordu: “Kraliyet dokunuşu.”
COVID 19 Pandemisi'ni takip eden şu birkaç yılda, yani evlerde kilitli kaldığımız, kendimizden başkasına mesafe koyduğumuz, dokunmaktan ve dokunulmaktan korktuğumuz/korkutulduğumuz o dönemin ardından, Orta Çağ’ın kraliyet dokunuşunun yerini “estetik dokunuş”a bırakışına tanık olduk. Maltepe’de uzun yıllardır tanıdığım müşteri temsilcilerinin hemen hepsinin yüzlerine ufak “dokunuşlar” yaptırdıklarına şahit oldum/oluyorum. Burunlar “düzeltildi”, yanaklara ve dudaklara dolgu yapıldı.
Sokaklarda, AVM’lerde, merdiven altı kliniklerde dudakları şişirilmiş, alınları yükseltilmiş, burunları yok edilmiş genç kızlara rastlamıyorum sadece, orta yaş ve üstündeki kadınlara da rastlıyorum. Mesela Bağdat Caddesi’ne çıkınca kendisine “ufak dokunuşlar yaptırmış” büyükannelere rastlıyorum. Kitap kafede oturup heyecanla kendilerine yaptırdıkları “dokunuş”ları anlatıyorlar cep telefonundaki muhataplarına.
Salgın hastalıklar ve sanat
Salgın hastalıkları konu edinen filmler üzerine sıkça paylaşımlar yapılıyor Pandemi’den bu yana. Vakti zamanında pek de ilgi çekmemiş filmlerin “bugünü” erkenden tasvir ettiği için paylaşılmasına, seyredilmesine doyulmuyor. Kurgunun mihmandarlığından “insanlık tecrübesi” edinilebilirliğin ya da edinilemezliğin deneyimini yaşıyoruz milyonlarca insan hep beraber.
Yıllar önce bendeniz de epidemik salgın meselesini çok çarpıcı bir dil ile aktaran Perfect Sence filmi üzerine yazdım. Nitekim Abdullah Kasay’ın onlarca yazarın film değerlendirmesini bir araya getirdiği Perdenin Ötesine Bakmak kitabında bu film hakkında yazdıklarım yer aldı. Geçerken söylemiş olayım, aile olarak birlikte film seyretmek için bu tarz kitaplar iyi bir yol arkadaşı. Ebeveynlere çocukları ile paylaşacakları film değerlendirme sohbeti için de iyi bir izlek veriyor, film üzerine yazılmış deneme kitapları.
Salgın hastalıklar sadece sinemanın değil, edebiyatın da konusu. Nitekim toplumsal konuları ele alışı ile Türkiye’nin toplumsal tarihini adeta tek başına yazmaya cehdetmiş Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın Hakka Sığındık romanı, İspanyol Gribi sebebiyle 50 milyon insanın vefat ettiği yılların Osmanlı toplumuna düşen aksini çok canlı bir şekilde kayıt altına almış. Hüseyin Rahmi romanını 1919 yılında yayınlamış. Yani sıcağı sıcağına bir kayıt ile karşılaşmış oluyoruz onun satırları üzerinden.
Albert Camus’nün Veba romanını bilirsiniz. Marquez’in Kolera Günlerinde Aşk romanını okumadıysanız bile isim olarak duymuşsunuzdur. Robinson Crouse romanının yazarı olarak bildiğimiz Daniel Defoe’nun Veba Yılı Günlüğü kitabını duyanlarınız ise azdır.
İnsanların bulaşıcı hastalık karşısında gösterdikleri tepkilerin zaman içinde değişen ve değişmeyen boyutlarını görmek, hem bireyin kendisini “görmesi” hem de zamanın ruhunun hastalık üzerinden tasvir edilmesi açısından önemli.
Meraklısı için notlar:
Yazıdaki bilgiler Irwin W. Sherman’ın Dünyamızı Değiştiren On iki Hastalık kitabından edinilmiştir.
HABERE YORUM KAT