Tarihin mitleştirilmesi ve atalarımız
Geçtiğimiz hafta Çanakkale Zaferi’nin yıldönümü kutlamalarında konuşan Başbakan Erdoğan “Bu ülkenin tarihi parlamentolarca çarpıtılamayacak kadar temizdir, azizdir, şanlıdır, güneş gibi parlak bir hakikattir” demiş. Tarihi salt bir ulusun zaviyesinden anlamak, daha doğrusu anlamaktan çok o ulusu haklı çıkarma çabası olarak görmek, Erdoğan’ın cümlesinden de anlaşılacağı gibi tarihî anlatıyı masalsılaştırır.
Tarihin mitleştirilmesi olarak adlandırabileceğimiz bu süreç ulus-devlet inşa süreciyle doğrudan ilişkilidir. Tarih yazımının otoriter bir denetime tâbi olduğu bu süreçten tüm ulus-devletler gibi Türkiye de geçmiştir. Bu süreç mevcut iktidar ilişkilerini örtmek ve/veya onlara meşruiyet kazandırmak amacıyla toplumsal hafızaya müdahale eder. Tarihsel anlatıyı saflaştırır, arındırır, masumlaştırır. Anlatıya, kerameti kendinden menkul bir haklılaştırma sağlar. Kerameti kendinden menkuldür, çünkü açıklamaz; kendi meşrebince “gerçekleri bildirir”. Böylelikle insan eylemlerinin karmaşıklığı, özsel bir basitliğe indirgenir.
Özsel bir basitliğe indirgenmiş tarih algımıza göre en iyi, en doğru ve en güzel olan ne varsa “atalar”a aittir. Yani “atalar” özsel olarak ‘radikal iyi’dir, diğerleriyse özsel olarak ‘radikal kötü’dür. Bu özsel basitlik yüzündendir ki “atalarım katliam yapmaz” gibi rasyonel argüman özelliği taşımadığı bariz olan bir cümle bile “açıklayıcı” mahiyeti varmış gibi anlaşılır. Zira tarihin mitleştirilmesi, tarihî karakterlerin doğa-üstü güçlere sahipmiş gibi yansıtıldığı, tarihsel olayların efsanevi bir biçimde anlatıldığı fantezi alanı açar.
Fetişleştirme, bir ‘şey’e sahip olduğundan fazla değer atfetmekse birilerinin sırf bizden önce doğdular diye en iyi, en güzel ve en doğru olduğunu düşünmeye de sanırım “ata fetişizmi” diyebiliriz. Ata fetişizmi başta da bahsettiğim üzere mitsel tarih anlayışının açtığı fantezi alanının bir ürünüdür.
Bundan yüz yıl sonra da bu mitsel tarih algısı ve ata fetişizmiyle içiçe yaşadığımızı hayal edelim. Ermeni tehcirinin sebep olduğu zulümler sebebiyle yetimhanede büyümek zorunda kalan Hrant Dink’i öldüren katil Ogün Samast’ı bundan 100 yıl sonra “ata” diye anılsa şaşırır mısınız? Zamanın başbakanı çıkıp “atamızdır, gereğini yapmıştır” dese utanır mısınız? Ogün Samast’ın polis memurlarıyla kol kola 32 dişini göstererek “Vatan toprağı kutsaldır. Kaderine terk edilemez” (başka bir ‘atasözümüz’) yazısı önünde çektirdiği fotoğraflar okul kitaplarına girse öfkelenir misiniz? Peki, zulmü meşrulaştıran/haklılaştıran bu tarih algısıyla yüzleşmediğimiz sürece yukarıda yazdıklarımın sadece bir hayal ürünü olarak kalacağından emin misiniz?
Zulümle yüzleşme pratiği, zalimleri tanımak kadar, onların yapıp ettiklerini tersine çevirmeye çalışmayı da beraberinde getirmeli diye düşünüyorum. Zalimler bu topraklardan Ermenileri kadın, çocuk, ihtiyar demeden kovdular ki Anadolu kültürüne yaptıkları katkılar görünmez/bilinmez olsun. Türkiye Ermenilerini ve sanırım Ermenistan’daki Ermenileri de 1915 zulmüne dair en çok üzen şeylerden biri, bu topraklarda “hiç olmamışlar gibi” yaşıyor olmamız olsa gerek. Çünkü mimariden musikiye pek çok alanda olağanüstü katkılarda bulunmuş bir halk şu anda “yok” muamelesi görüyor.
Bu yüzden 1915 zulmünün açtığı yaraları biraz olsun onarmak için Taner Akçam’ın da önerdiği gibi “Anadolu’daki Ermeni kültürel varlıklarının korunmaya alınması ve restore edilmesi sağlanabilir. Eski Ermeni şehirleri ve tarihî eserler onarılıp, Ermenice orijinal isimleri kullanılabilir. Ermenilerin, eskiden yaşadıkları şehirlerin fahri vatandaşı yapılması ya da özel bir statü ile Türkiye’de ikametlerine izin verilmesi sağlanabilir” (Ermeni Sorunu Dosyası, 30 Mart 2005).
Ezcümle, zalime, sırf kendisiyle aynı ırktan, düşünceden ya da dinden diye sahip çıkanlar, yani “ana-babanız aleyhinde de olsa adaleti ayakta tutanlardan olun” düsturunca yaşamayanlar, gerçekten de ‘ata’larına layık bir yaşam sürmüş olacaklar. Ancak hatırlatayım, bunun bir de ‘öte taraf’ı var.
TARAF
YAZIYA YORUM KAT