“Tarihimizin 28 Şubatları ve Mü’minin Dava Bilinci”
Özgür-Der Kahramanmaraş Temsilciliği’nin tertiplemiş olduğu “Tarihimizin 28 Şubatları ve Mü’minin Dava Bilinci” konulu konferans Selehaddin Eş Çakırgil’in sunumu ile gerçekleşti.
Vedat Karataş’ın Al-i İmran Suresi’nin 16-19. ayetleri okumasının ardından günün anlam ve önemine binaen Özgür-Der Kahramanmaraş Temsilcisi Celal Kurşun kısa bir konuşma yaptı ve “Bağ” isimli şiirini okudu.
BAĞ
Bir şuurdu yürekleri diri tutan
Vakur bir sevdayla birbirine bağlanmış
Kenetlenmiş omuzlarla yeryüzüne kök salan
Tekrar diriltileceği toprağına sarılmış...
Kâh bir çığlık olmuş sessizliğe
Kâh bir slogan meydanlarda
Zulümlere göğüs geren granitten sert duruşuyla
Adı on iki olmuş yirmi sekiz olmuş
Eylül olmuş Şubat olmuş ne fark eder
Bir dönemin piramit sahibi ile fil sahibi aynı kefede
Jön olmuş jöleli olmuş, ha sarışın ha ablak suratlı nihai hepsi heder
Çatırdasa da bastığın dal
Korkma koruyorsa kırılmaz, İlahi, eğer
Yeter ki hakikat olsun!
Diyorsa Baki değer…
Direnenler öncülerdi, öncülerse ölmeyenler
Dün zalimin yanında saf tutanlar
Çatışınca çıkarları ne hale duçar oldular…
Karanlıklar bekleye dursun aydınlığı
Utansın sinsi planların sahipleri
Kalmışsa yüzleri tükürülmeye eğer
Diyor ya Akif “ Billahi acırım tükürüğe” hakikat bu ya değer
Derinliklerde esen bir rüzgâr var,
Menşei sorulmaz daimi estiren Kadir-i Mutlak var,
Birikir dirhem dirhem susmaz bir davam var,
Dağlar büyüklüğünde dalgalar gibi yüreğimiz var!
Çınlasın sineniz ey tuğyan içinde uyuyanlar!
28 Şubat zulmünü anlatan kısa bir gösterimin ardından Selahaddin Eş özetle şunlardan bahsetti:
İnsan toplumsal bir canlıdır ve hayatını toplumun içinde idame ettirebilmeye yatkın olarak yaratılmıştır. Toplumun olduğu bir ortamda ise sosyal organizasyonun aksamaya uğramaması adına yönetim zarureti doğmuştur. Bu zarurete zamanla devlet mekanizması denmiştir. Bu mekanizmada 3 kısımdan oluşmuştur.
1-Yönetenler
2-Bilinçli Yönetilenler
3-Bilinçsiz yönetilenler
3. kısım genellikle umursamaz bir tavır takınmayı yeğlemekle beraber, mevcut sürtüşmeler 1. ve 2. kısım arasında vuku bulmuştur. Darbeleri ise bu sürtüşmelerin yüksek dozajları olarak nitelendirebiliriz. Yönetici ve yönetilen ilişkisinin sağlam temellere oturması şu 2 soruya verilecek cevaptan geçmektedir.
1- Yönetici neye göre hükmediyor?
2-Yöneticinin hükmettiği referans sahih olsa dahi yönetici kendinde yönetme hakkını nereden buluyor?
Bu iki soruyu tarihe atfettiğimiz vakit yaşanan husumetlerin temel sebeplerine vakıf olabiliriz.
Bizler şu gerçeğin bilincin de olmalıyız ki yönetmek bir sefa değil bir cefa işidir. Bizler ne zaman ki sorumluluk ve fedakârlık makamı olan yönetimi bir keyfiyet ve ayrıcalık olarak görmeye başladık işte o vakit kaybettik. Bu gerçekliğin emarelerini 4 halife döneminde görebiliriz. Hz.Ömer’in, Hz.Osman’ın ve Hz. Ali’nin yönetime geçmeleri fazla problemli olmamakla beraber mücadelelerinin ve gidişlerinin sancılı olması Müslümanlarda önemli bir farkındalığı sağlamıştır. Buna göre yönetmek meşakkatli ve bedel gerektiren önemli bir iştir.
Her ne kadar yönetmek bedel gerektirse bile yönetme nimetinin ayrıcalıklarını kaybetmek istemeyen kimselerde vardı. Bu kesimin icraatları belki de Müslümanların tarihinde ki en büyük kırılmalardan bir tanesi haline geldi. “Seni kılıçlarımızla düzeltiriz ey Ömer!“ anlayışı gidiyor, sistem kılıçların halka yöneldiği bir devlet anlayışına bürünüyor.
Hz.Ali’nin şehid edilmesinden sonra gelen süreç iktidar olanın otoriteyi haktan ve hakikatten değil güçten ve saltanattan tesis etmesini de beraberin de getirdi. Muaviye ile başlayan Emevi saltanatı şura sisteminin yönetim alanından tasfiye edilmesiydi. Bu tasfiye yöneticilerin hal ve hareketlerini sorgulayan mekanizmanın hastalanmasına sebebiyet verdi. Ulemanın konumu ise zamanla yönetim politikalarına meşruiyet kazandırıcı fetvalar verme durumuna gelmişti.
Tesis edilen saltanat sistemi vasıflı olanın değil de oğul olanın yönetici olması, gelecekte doğacak yönetici problemlerinin habercisi olmuştur. Şüphesiz ki yönetmek adalet ve fedakarlık makamıdır. Tarihte zuhur eden en büyük darbelerden biri de bu adalet ve fedakarlık makamının, saltanat makamına dönüştürülmesi ve güçlü olanın kendini haklı görmesi olmuştur. Bu sistemde hâkimiyetlerini güçlendiren ve gücü de arkalarına alan yöneticilerin uygulamaları toplumun sessizleşmesine ve her icraata rıza gösteren bir topluma dönüşmesine sebep oldu.
Bir örnek olarak Yezidi ele alabiliriz. Yezidin zulmüne maruz kalan Kufe’lilerin tavrını soran Hz. Hüseyin’ e şu cevap verilmiştir: “Gulubihim İleyk, Suyufihim Aleyk” yani onların kalpleri seninle ama kılıçları sana karşı.
Yezid ile başlayıp II. Abdulhamid’ e kadar geçen süreçte gelenek haline gelen bu sistemin içerisinde gerçekten adaletli ve hakkaniyetli yöneticilerde çıkmıştır. Misal Ömer bin. Abdulaziz yahut bir Harun Reşid, Selahhaddin Eyyubi gibi adalete riayet eden hassas yöneticiler. Lakin göz ardı edilmemesi gereken bir nokta var ki bu yöneticilerimizin isabetli olmaları sistemden değil şahsiyetlerinden ötürüdür. Mesela Osmanlı’da 37 kadar padişahın gelip geçtiği bir sistemde farkı hissedilir Osman Gazi, Orhan Gazi, Fatih Sultan Mehmed ve II.Abdulhamid gibi ufku geniş basiretli ve ferasetli yöneticiler de çıkmıştır.
II.Abdulhamid dönemine kadar bu sistem devamlılığını korumuş ve ototitesini muhahafaza edebilmiştir. Meşrutiyetin ilanı ile beraber ilk defa padişahın yetkilerinde bir sınırlandırmaya gidilmiştir. II. Abdülhamit'in ümmetin birliğine yönelik çabaları ve yetkin bir padişah olması bu birliği bir müddet daha devam ettirise de Abdulhamid’ in de devrilmesiyle beraber sistem 1923'e ortam hazırlamıştır.
1923 ile beraber yeni bir sistemin getirilmesi Allah'ın hükümleriyle hükmetme kaygısını hepten ortadan kaldırmış ve yapılan uygulamalar ise tam tersi bir istikamete yönelmiştir.
İslam’ın unsurlarının sosyal ve siyasal alandan uzaklaştırma çabaları yasakları ve zulümleri kaçınılmaz kılmıştır. Kemalist rejimin politikaları toplumsal alanda büyük infiallere yol açmış, sistem kendisi gibi düşünmeyen her kesime karşı çıkmış özelliklede Müslümanlara çokça acılar yaşatmıştır. 1950’lere kadar devam eden ideolojik dayatmalar ve baskılar Adnan Menderes'in gelmesiyle göz ardı edilemeyecek oranda azaltılmıştır. Ancak özgürlüklerin ve İslami değerlerin ön plana çıkması askeri vesayetin bu gelişmeleri tehdit unsuru olarak görmesine ve özgürlüklerin 27 Mayıs ile beraber devrilmesini de beraberinde getirmiştir.
28 Şubat ise İslami değerlere düşman kesilmiş bir kesimin gücü elinde bulundurduğu bir vasatta ‘güçlü olan haklıdır’ düşüncesiyle 1000 yıl sürecektir inanışlarıyla Allah olduğu gerçeğinden gafil kalınarak Müslümanlara ve özgürlüklere açılmış bir savaştı. Özgürlüklere kasteden ilk darbe de değildi 28 Şubat. Geçmişten gelen hak batıl mücadelesinin bir tezahürüydü. Burada gafillerin göz ardı ettiği bir gerçek vardı ki o da şudur: “Eğer siz (Uhud’da) bir acıya uğradınızsa, (Bedir’de de düşmanınız olan) o kavim de benzer bir acıya uğramıştır. O günleri biz insanlar arasında döndürür dururuz. (Zaferi bazen bir topluma bazen öteki topluma nasip ederiz.) Ta ki Allah, iman edenleri ortaya çıkarsın ve aranızdan şahitler edinsin. Allah zalimleri sevmez. (Al-i İmran, 3 /140)
HABER: MUHAMMED FARUK ZENGİN
FOTO: A. SAMİ DEMİR
HABERE YORUM KAT