Tarihi yaşanmışlığı kutsamak mı, yoksa onu anlamak ve yeniden hayatlaştırmak mı?
Diyanet Teşkilatı tarafından 1989 yılında başlatılan “Mevlid-i Nebevi Haftası” için bu yıl da camilerde dini törenler yapıldı ve MEB’na bağlı okullarda kutlamalar gerçekleştirildi. Mevlid kandilinin, Hicri takvime göre Rebiülevvel ayının 12. gecesine geldiği söyleniyor ve ortalama 1050 yıldan bu yana da bazı kesintilere rağmen kutlanıyor.
“TDV İslam Ansiklopedisi”ne göre Mevlid kandili Muhammed bin Abdullah’ın doğum günü olarak Şii Fatimiler devrinde gündeme getirilmişti. Fatimiler de Mısır’daki İskenderiye Kilisesi’nin İsa (a)’ın doğum gününü kutlamasına karşılık vermek üzere bu merasime başlanmış olabilirler. O zamandan beri Müslümanları idare eden saltanat rejimlerinde ve 20. yüzyılda da ulusal yönetimlerde Mevlid kandili Muhammed (a)’ın doğum günü olarak kutlanmaktadır. Zaten Mevlid de “doğum zamanı” demektir.
Bilindiği gibi Muhammed (s) insanlar arasından seçilmiş olarak bir insan/kul olarak doğmuştur; Duha sûresinde belirtildiği gibi Rabbimiz tarafından yetim ve öksüz olduğu halde barındırılmış ve şaşırmış yani “dal halinde” iken hakikate kavuşturulmuştur (93/6-7). Ama Mevlevi veya Halveti tarikatına mensup Bursa Ulu Camii imamı Süleyman Çelebi’nin 1409 yılında aruz vezni ile yazdığı “Mevlid-ı Şerif” adıyla bilinen ve tasavvufi remizlerle dolu olan eserde ise
“Seyyidi kainat, Hazreti Fahr-i Âlem
Muhammed Mustafa râ salevât”
diye başlayan mısraları, İsa (a) hakkında Hıristiyanların ürettiği vehim ve aşırı yorumlara benzer bir taşkınlıkla haşa Resulullah’ı övmek adına onu kainatın efendisi noktasına yükselterek ya vahdet-i vücüd anlayışına sapan bir şirki veya Allah’ın Bir olan Efendiliğine ortak oluşturma gafleti içine düşmüş ve Kitabi olan tevhid itikadını kitlelerin algısında oldukça zedelemiştir.
Muhammed bin Abdullah’ın bütün insanlık için mecazi olarak asıl doğumu ona Resullük görevinin verilmesiyle başlamıştır. Böylece o, kendisine insanlık için rahmet olarak Kur’an vahyinin verilmesiyle ve o da bu vahyi hem insanlara beyan etmeye başlaması hem o beyanı “üsve-i hasene” vasfıyla yaşayarak tanıklaştırmasıyla tevhidi misyonun evrenselliğini yeniden örneklendirmiştir.
Enbiya sûresinde açıkça zikredildiği gibi kendisine kulluk etmeyi kabul eden bütün abidler için de ve “Eyyühennas” denilen insanlık için de Rabbimiz Resulü Muhammed’i, ilahi duyurusu olan Kur’an ile bir rahmet olarak gönderdi. Yani Resulullah (s)’in rahmet olarak gönderilmesi, insanları karanlıktan nura çıkartacak olan ve içinde açık uyarılar olan Kur’an vahyi ile gönderilmesiyle ilişkilidir. Allah’ın Son Elçisi Muhammed’in kutsallığı değil, cahiliyeden korunmuşluğu asıldır ve Kur’an’ı kendisine “hikmet verilmiş” olarak bağ kurma ve istinbat yapma yani hüküm çıkarma önceliği ve örnekliği asıldır.
Ve bu rahmete gönüllerini açanlar için Enbiya sûresinde geçtiği gibi Zikir’de de Zebur’da da “arza/yeryüzüne salih kulların varis olacağı” (21/105) bildirilmiştir.
“Zebûr”, Dâvûd (a)’a vahyedilen kitab olarak değerlendirilirken, bazı müfessirler Zebur’u bütün resullere gönderilen bütün ilahi kitap ve sahifeler olarak değerlendirmişlerdir. “Zikir” ise genellikle “Tevrat” olarak değerlendirilmekle beraber, bütün resullere nazil olan vahyi uyarıların tümü ya da geçmiş ve gelecek olayların ilahi bilgisi, yani kainatın hafızası/programı olarak anlayabileceğimiz “levh-i mahfuz” olarak da ele alınmıştır. Levh-i mahfuz Allah tarafından programlanan bütün varlığın ve hayatın bilgisidir. Bu bilgi Rabbimize aittir ve Allah’ın bilgisi her şeyi kuşatır ve özellikle yaratılmışların bilgisine benzemez.
“Yeryüzü salih kullarıma kalacaktır” ifadesi “iyi, düzgün, şahid, şehid, sağlam, muttaki, erdemli” kullarıma mânasına gelmektedir. Müfessirlerimiz genellikle bu ayetin, salihlerle fasıklar arasında yeryüzündeki mücadelede kimin kazanacağı ve ebedî cennete girmeyi kimlerin hak edeceği konusuna açıklık getirdiğini ifade etmişlerdir.
Tarihte olup bitenlere bakıldığında her zaman sâlih kulların yeryüzüne hâkim olduklarını söylemek mümkün değildir. İtikadda ve amalde müfsidlerin çoğu zaman zulüm ve bozgunculuk yaptıkları, tuğyanlarıyla yeryüzünde egemenlik kurdukları bilinen bir gerçektir. Bu gerçekliği bugün Gazze’nin, Filistin’in işgalcisi soy kırımcı zalim ve müşrik Siyonist işgal rejimine destek veren tüm kapitalist güç sahiplerinin, emperyalist devletlerin tekebbüründe, küresel ifsadında ve hesap vermeyen müstağniliğinde görüyoruz. Onlar Yahudi hahamların vahyin kelimelerini değiştirdiği gibi, vicdani adalet arayışının “medeniyet, insan hakları, barış” gibi kavramlarının muhtevalarını yalan haberlerle, algı operasyonlarıyla, teknolojinin saptırıcı gücü ve döktükleri mazlumların kanlarıyla değiştirmeye üzerlerini boyamaya çalışıyorlar.
Hak ile batılın mücadelesi ilk insanlık aleminde başlamıştır ve kıyamete kadar da sürecektir. Kötünün ve şirkin yanında olanlar veya hak ile batıl arasında tarafsız kalıp kötünün işini kolaylaştıranlar; Resullere karşı çıkanlar veya muslihunun davetine kulaklarını ve kalplerini kapatanların geçici hakimiyetleri, güç ve iktidarları olsa da eninde sonunda bu dünyada da ahirette de mağlup ve helâk olacaklardır.
Kazanmak için anlamak ve yaşamak
Allah-u Teâlâ, korunmuş olan ilahi kitabı Kur’an’da, dünyada kötülerin ve kötülüğün sürekli olarak pâyidar olamayacağını; iyiliğin asıl; kötülüğün ise ârızî olduğunu; hâkimiyetin eninde sonunda iyilerin/salih kulların eline geçmesinin mukadder olduğunu haber vermiştir. Ancak böyle bir sonuç için de Nur sûresinde “Allah’ın vaadinin, iman eden ve salihatı yapanlar” (24/55) için geçerli olduğu belirtilmektedir.
Allah’ın rızasını ve Ahireti kazanmak amacıyla dünyada hakkı ve adaleti tanıklaştırabilmek için Resulullah’ın ilahi duyurusu olan Kur’an ile bir rahmet olarak gönderilen Muhammed (a)’ın yolu iyi tahkik ve tedebbür edilip doğru takip edilmelidir.
“Şüphesiz bunda (yani Kur’an’da), (Bize) kulluk eden bir toplum için açık bir duyuru vardır.”
“(Ey Resul) Biz, seni bütün insanlık alemi için sadece bir rahmet olarak gönderdik.” (21/106-107)
Muhammed (a) hem resul hem kuldur. Onun Resullük vasfından ed-dini; kul yani insan olarak örnekliğinden veya üsve-i hasene olmasından da, beyan ettiği o vahyin hikmetle nasıl hayata geçirilip örneklendirileceğinin ilkelerini öğrenmemiz gerekir. Zaten Kur’an da, insanları karanlıktan nura ulaştırmak için nazil olmuştur (14/1). Ki insan fıtratıyla alakalı bu aydınlanmanın nasıl olacağını en güzel şekilde Nebi ve Resullük görevini üstlenmiş olan Muhammed (a)’dan öğrenmekteyiz. Onun vahye örneklik açısından imkânlı ya da sıkıntılı anlarda vahyi tebliğ etmekten vazgeçmeyen; vahyin eğitimi, talimi ve şahidliğini üstlenen; yönetimde ehliyeti ve adaleti gözeten; müşrikler ve zalimler karşısında eğilmeyen ve müdahane etmeyen; hayatı boyunca Allah için seferden, cihaddan ve itikaftan vazgeçmeyen tutumunu öğreneceğimize, örnek alacağımıza ve gücümüz oranında çağdaş şartlarda bu örnekliği hayatlaştırmaya çalışacağımıza; aslı astarı olmayan günlerin ve kandillerin kurguları peşinde olunmaması gerekir.
Özel günlerin önemi ama kutsallaştırılmaması
Müslümanların cuma ve bayramlar dışında bazı gün ve gecelerde bazı olayları veya konuları gündemleştirerek hafızalarını ve heyecanlarını tazelemeleri ve bazı etkinlikler düzenlemeleri maslahat gereğidir. Ancak doğruluğu sabit olmayan veya uydurulan rivayetlere dayanan telakkiler ve sema’ veya semah ya da cehri zikir gibi müzikli, besteli ibadet şekilleri tasvip edilememelidir. “Seyahatname”sinde Bilad-ı Rum’daki Beylikler dönemini anlatan İbn Batuda, mescid ve dergahlarda namazdan sonra, makamlı kuran okuyanların sonra daire olup büyük bir vecd içinde çoşarak birlikte semah yaptıklarından bahsetmektedir. Bu tür tutumlar İslami anlamda dindar olmanın sonuçlarını oluşturmaz. Kandiller münasebetiyle gösterilen faaliyetler de doğrudan İslâm’ın bir emir veya tavsiyesi değil çeşitli müslüman toplumların gelenekleri konumundadır.
Tabii ki sorumluluklarımızı hatırlatır tarzda farklı biçimlerde etkinlikler, geceler veya ibadi toplantılar yapmamız hem bilgimizi hem faaliyet sorumluluğu açısından şevkimizi çoğaltabilir. Ama yaptığımız bu etkinlikler hem sahih bir tefekküre ve planlamaya dayanmalı, hem de kutsallık formu ile insanlar yanıltılmamalıdır. Zira Kur’an’da da Sünnette de Kadir gecesi dışında kutsal bir gece veya kandil yoktur. Duhan sûresinde “Kur’an’ın mübarek bir gecede nazil olduğu” (44/3) açıklanırken,“Kur’an’ın Ramazan ayında” (Bakara, 2/185) ve “Kadir gecesinde indirildi”ği (Kadr, 97/1) bildirilmektedir. İşte Rabbimiz tarafından bildirilen o önemli zaman da Kadir gecesidir. Ancak “mübarek” olanı ve “kutsal”ı, “Kuddüs” olan Rabbü’l Âlemin belirler. Ay Takvimi’ne göne sabit günü ilan edilen Regaib ve Berat kandilinin kutsallığı veya mübarekliği ile ilgili İslami kaynaklarımızda sahih hiçbir bilgiye rastlanmamıştır.
“TDV Ansiklopedisi”ne göre üç ayların ilk Cuma günü kutlanan Regayib kandili, Resulullah’ın ana rahmine ne zaman düştüğü ile ilgili; Mevlid gecesi ise Muhammed Aleyhisselam’ın ne zaman doğduğu ile ilgili, Berat gecesi günahların affedileceği ile ilgilidir. Bu tanım ve izahlar tamamen gaybi alanla ilgili şek ve şüpheye dayanan tasavvufi telakkilerdir ki bu tür algı ve rivayetler vehmiyata dayanır ve İslami literatürde bunların sabit bir karşılığı yoktur.
Miraç kandili ise subuti zanni yani kesin olmayan ve Kur’an’ın açık nasslarıyla çelişen rivayetlerle gündeme gelmiştir.
Birçok fakih gibi, Mısır’da vefat eden Faslı İbnü’l-Hâc (ö. 1336) da, “el-Medhat” adlı kitabında, mevlid münasebetiyle yapılan eğlencelere ve israf oluşturan birçok kandilin yakılmasına karşı çıkmıştır. O, Moğol saldırılarının ve Haçlı seferlerinin sebep olduğu siyasi çalkantılarla sosyal ve iktisadi hayatın çözülmeleri sonucu fert ve toplumu etkileyen ve İslami esaslara aykırı adet ve geleneklerin ibadetlere bulaşma bid’atine eleştiriler sunmuştur. Yine “TDV İslam Ansiklopedisi”ne göre de minarelerde kandiller yakılarak kandil gecelerinin kutlanması Osmanlı Padişahı II. Selim döneminde başlamıştır. Tarihte işret meclisleriyle meşhur olan, bu sultanın ürettiği bu bidat anlamayı değil, sadece anmayı kutsallaştıran bir geleneğe dönüşmüştür.
Bu telakki ve alışkanlıkları uydurma tevillerle meşrulaştırmaya çalışan Nakşi tarikatı menşeili bir neşriyatta mesela Mevlid kandili hakkında şu uydurma tasvir ve anlatılara rastlanmaktadır:
“Mevlid, doğum zamanı demektir. Peygamber efendimiz, nübüvvetten sonra, her yıl, bu geceye ehemmiyet verirdi. Her Peygamberin ümmeti, kendi Peygamberinin doğum gününü bayram yapmıştı. Bugün de, Müslümanların bayramıdır, neşe ve sevinç günüdür.
Resulullah Efendimiz, Mevlid gecelerinde Eshabına ziyafet verir, dünyayı teşrif ettiği ve çocukluğu zamanında olan şeyleri anlatırdı. Hazret-i Ebû Bekir, halife iken, mevlid gecesinde, Eshab-ı kiramı toplayıp, Resulullah efendimizin dünyayı teşrifindeki olağanüstü hâlleri konuşurlardı.”
Bu tarz görüşleri İslam’ın şer’i ölçülerini önemseyen bazı Nakşi tarikat rehberiyetleri de paylaşmaktadır.
Meşruluk ve bid’at arasında
Ömer (r)’ın Teravih namazı gibi Ramazan gecelerini ihya etmek için bazı davetleri ve düzenlemeleri gerçekleştirdiği ile ilgili rivayetler vardır ve bu tür tertipler eğitim, talim ve tearuf maslahatına dayanır. Çoğu zamanda gereklidir. Ama bu tür organizasyonları meşrulaştırmak adına gayb biliciliğine kalkışmak veya Resulullah’a olmayan bazı ifadeleri nispet etmek ise büyük bir saptırma ve bid’attır.
Resulullah (s) ise dinin aslında yeri olmayan bilgi ve rivayetleri dinin kaynağından olarak gösterme işlemine Neseî’nin aktardığı bir rivayette şöyle demektedir: “Şüphesiz ki sözlerin en doğrusu Allah’ın kitabıdır ve yolların en güzeli Muhammed’in yoludur. İşlerin en şerlisi sonradan çıkarılanlardır ve her sonradan çıkarılan bid’attir. Her bid’at dalalettir ve her dalalet de ateştir.” (Nesâî, Sünen, Îdeyn, 22) Tabii ki sonradan birçok yeni içtihadi uygulamalar yapılmıştır; burada bahsedilen İslami esaslara aykırı olan icatlardır.
Acı ve hüzün halini aşmanın yolu
Resul-ü Ekrem, vahyin nazil olmasından itibaren hakka şahidlik yapmak amacıyla hem tebliğ, eğitim ve talim; hem sefer, cihad ve itikaf çabalarıyla İslami mücadeleyi her türlü cahiliyete, zulme ve şirke karşı yaşatmaya ve yükseltmeye çalışmıştır. Ancak acı ve hüzünler karşısında sabır ve geleceğe hazırlık konusunda “sünnetullah”a en uygun örnekliği de göstermişti.
Örneğin mülteci konumuna düşürülüp Mekke’den hicret etmek Resul ve sahabesi için acı ve hüzünlü günlerdi. Hele Uhud Savaşı’ndan dört ay sonra tebliğ davetine icabet için Âmir b. Sa‘saa kabilesine ashab-ı suffeden çoğu Ensardan 70 davetçi gönderilmişti. Ama bu tebliğci sahabe taifesi Bi’rimaûne mevkiinde pusuya düşürülüp öldürülmüş onlardan bir kişi de Mekkelilere satılmıştı. Enes bin Malik (r)’den gelen rivayete göre “Rasulullah Bi’rimaûne’de şehid edilen ashaba yanıp üzüldüğü kadar hiçbir kimseye yanıp üzüldüğünü görmedim” demiştir. Ama Resul vahyin klavuzluğunda sabrı zulme ve şirke karşı direniş ve değerlerimizin özgürlüğü için cihada hazırlık bilip ashabıyla hazırlıklarını tamamlayıp sonunda Mescid-i Harâm’ı özgürlüğe kavuşturmuş ve İslami istiklali ilan etmiştir.
Bugün tüm ezilen halkların ve cahili sistemlerin egemenliği altında yaşayan müslümanların hali de ağır bir acı ve hüzün halidir. Ama 100 yıldan beri yayılmacı kapitalizmin işgali altında bulunan Filistin halkı en ağır acıları 7 Ekim 2023 Aksa Tufanı özgürlük operasyonundan sonra yaşamaya başladı. Tüm küresel güçlerin fiili desteği ile soy kırımcı zalim ve müşrik Siyonist işgal rejiminin şeytani saldırı ve katliamlarının, Kur’an-ı Kerim’de müminleri ateş çukurunda yaktığından bahsedilen “Ashâbu’l-Uhdût” müşriklerinin cürümlerinden farkı yok. Ama tüm kötülüklere rağmen Filistin İslami Direniş Hareketi Resulullah’ın eğitim ve talim faaliyetleriyle Mekke’nin fethindeki istikametini takip ederek tüm vicdan sahiplerinin ve ümmetin diri öbeklerinin kalbini fethediyor ve yaşanan katliamlar karşısındaki hüznümüzü aşacak küresel intifada hedefine yöneltiyor.
Bizlere de düşen kendi yaşadığımız coğrafyalarda Resulullah’ın varoluşcu mücadele sünnetini hayatlaştıracak çabalara yönelmemizdir. Böyle bir yönelim ve hamle Resulullah’ın hayatında ortaya koyduğu örneklik ve değerlerin bir hatırat olmadığını yaşayan bir süreklilik olduğunu da dünya insanlığına sergileyecektir.
Yaşarken İslam davasının “şahidliği”ni ve “şehidliği”ni üstlenenlere ve şehidliğe adananlara selam olsun. Bu mutlu kimliğe ulaşanları Rabbimiz iki cihanda da felaha erdirsin.
YAZIYA YORUM KAT