Tarihi çarpıtmaya ve Türkleştirmeye devam…
TRT’nin son dizisi olan "Kudüs Fatihi Selahaddin Eyyubi" adlı yapımdaki tutarsızlıklar tüm izleyicilerin dikkatini çekti.
Suat Yıldız / HAKSÖZ HABER
TRT’nin tarih uyarlamaları oldukça fazla ilgi görüyor. Özellikle Arap coğrafyasında TRT’nin dizilerine yoğun bir ilgi var. Diriliş Ertuğrul, Uyanış: Büyük Selçuklu gibi tarihi dizilerle yüksek meblağlar kazanan TRT’nin son yapımı ise “Kudüs Fatihi Selahaddin Eyyubi” oldu.
13 Kasım'da TRT'de yayımlanmaya başlanan "Kudüs Fatihi Selahaddin Eyyubi" dizisi, tarihi verilerden ve gerçeklerden tamamen uzak bir şekilde Selahaddin Eyyubi'yi Nureddin Zengi'nin oğlu ve doğal olarak Türk bir komutan olarak ekranlara yansıttı.
“Ben, Sultan Nurettin Zengi’nin oğlu, Selahaddin!”#KudüsFatihiSelahaddinEyyubi ilk bölümüyle TRT 1’de devam ediyor.@selahaddindizi pic.twitter.com/IUNWM6mK1t
— TRT 1 (@trt1) November 13, 2023
Tarihi dizilerden tüm yönleriyle bir gerçeklik beklemiyoruz elbette ki. Ancak TRT’nin bu kadar bariz bir gerçeği görmezden gelen aymazlığını kabul etmek mümkün değil. Tüm dünya tarafından tanınan ve bilinen, soyu ve nesebi konusunda herhangi bir tartışma olmayan tarihi bir şahsiyeti yanlış tanıtmak muhtemeldir ki TRT ekibinin damarlarında dolaşan derin milliyetçilikten neşet etmekte.
Soyu itibariyle Kürt, Hezbanin aşiretinin bir kolu olan Revadi aşiretine mensup, Tikritli ve Necmeddin Eyyub bin Şadi bin Mervan’ın oğlu olarak bilinen Selahaddin Eyyubi gibi bir tarihi bir şahsiyeti çarpıtma ve yanlış tanıtmanın hassaten devlete ait bir kanalda yapılıyor olması da TRT’nin yanı sıra devlet adına bir ayıp ve utançtır.
Bir Büyük Hükümdar: Selahaddin Eyyubi / Mahmut Uyan
Haksöz Dergisi Sayı: 358/359 - Ocak/Şubat 2021
Genelde insanlık tarihi, özelde ise İslam tarihi içinde örnek olan ve örnek alınması gereken müstesna şahsiyetler zaman aşımına uğramazlar. Aksine bütün asırlarda güncelliklerini korurlar. Bu şahsiyetlerden kimisi ise yaşanan çağın ve bulunan coğrafyanın özelliklerinden kaynaklı daha çok öne çıkarlar.
Selahaddin, gerek karakteri gerekse de takip ettiği siyaset açısından insanlık ve İslam tarihi içinde özel bir konuma sahip Müslüman bir liderdir. Onu daha çok öne çıkaran husus, yaşadığımız tarihin seyriyle; yaşadığı çağ ile yaşadığımız çağ arasındaki benzerliklerle ilgilidir.
Selahaddin, 1137 yılında şu anda Irak sınırları içinde bulunan Tikrit ilinde doğdu. Onun doğduğu gün, ailesi zorunlu sebeplerden dolayı Tikrit’ten ayrıldı, İmadeddin Zengi’nin hâkimiyetinde olan Musul’a gitti. Selahaddin, çocukluğunun ilk iki yılını Musul’da geçirdi. Ondan sonra sırasıyla Baalbek, Dımeşk/Şam, Mısır, Mısır’dan sonra tekrar Dımeşk’e gelerek burada hayatının geri kalan yıllarını geçirdi. 1193 yılında 56 yaşındayken vefat etti.
Selahaddin, soyu itibariyle Kürt, mezhebî mensubiyeti itibariyle Şafii’dir. Hezbanin aşiretinin bir kolu olan Revadi aşiretine mensuptur. Dedesi Şadi, 12. asrın başlarında iki oğlu Eyyup (Selahaddin’in babası) ve Şirkuh ile Azerbaycan sınırları içinde bulunan Duvin ilinin Ecdenekan köyünden Tikrit’e gelmişlerdir.
Milletlerin tarihinde nice kahraman komutanlar vardır. Fakat kahramanlıkla beraber adil olan ve adaletiyle öne çıkan lider-komutan şahsiyetler azdır. Hele hele Ortaçağ Avrupa’sında ve bugün Ortadoğu olarak nitelendirilen İslam âleminde zulmün en keskin ifadesi olan şiddetin, siyasetin ve günlük hayatın bir parçası haline geldiğiböyle bir çağda yaşayan Selahaddin, “İslam’ın en saf kahramanı” olarak nitelendirilmeyi fazlasıyla hak ediyor. O, sadece Müslüman yandaşlarına değil, düşmanı olduğu Haçlılara dahi merhamet ve adaletle davranıyordu. Bunun en açık örneklerinden biri, Kudüs’ü Haçlılardan aldıktan sonra orada bulunan Haçlılara yönelik muamelesidir. Haçlılar, 1099 yılında Kudüs’ü Müslümanlardan alırken on binlerce Müslümanı katletmişlerdi. Selahaddin, onlardan intikam alma hırsıyla on binlercesini katledebilirdi. Fakat merhametle ve alicenaplıkla davranıp onları affetme yolunu tercih etti.
Selahaddin’in Kudüs’ü Haçlılardan alırken gösterdiği merhametin boyutunun anlaşılması için karşılaştırma yoluna gideceğiz. Sırasıyla ilkin Perslerin, sonra Haçlıların ve ondan sonra Selahaddin’in Kudüs’ü ele geçirirlerken nasıl davrandıklarını ve neler yaptıklarını ele alacağız. Bu karşılaştırmada zihniyet farklılıklarını ve bu farklılıklarının sonuçlarını göreceğiz.
Persler Kudüs’ü Ele Geçirdiklerinde Neler Yaptı?
İngiliz tarihçi Steven Runciman, Perslerin 614 yılında Kudüs’ü alırken yaptıklarıyla ilgili şunları aktarıyor:
“Patrik Zacharias kan dökülmesinden kurtulmak için şehri teslim etmeye hazırdı fakat şehrin Hristiyan mukimleri bu kadar kolay pes etmeyi kabul etmedi. Mayısın 5’inde, içerdeki Yahudilerin yardımıyla, Persler şehre girmeyi başardı. Bunu son derece korkunç sahneler izledi. Hristiyanların ev ve kiliseleri ateşe verildi, kimi Pers askerleri, çoğunluğu da Yahudiler tarafından ayırt edilmeksizin katledildi. 60.000 kişinin hayatını kaybettiği söylenir ve 35.000’den daha fazlası da köle olarak satıldı. Şehrin kutsal kalıntıları, Kutsal Haç ve Mesih’in silahları saklanmıştı fakat ortaya çıkarıldı ve patrikle birlikte, Perslerin Hristiyan kraliçesi, Nasturi Meryem’e hediye olarak gönderildi. Şehir ve civarındaki yıkım o kadar büyüktü ki bugüne kadar, kırsal kesim tam olarak kendine gelmedi.”1
Haçlılar Kudüs’ü Ele Geçirince Neler Yaptı?
Runciman, Haçlıların 1099 yılında Kudüs’ü ele geçirdikten sonra yaptıkları katliamla ilgili olarakda şunları aktarıyor:
“Bunca çileden sonra böyle bir zaferle çılgına dönmüş Haçlılar sokaklara, evlere, camilere akın etti, çoluk çocuk, kadın demeden karşılarına çıkan herkesi öldürdüler. Tüm gün ve gece katliam devam etti. Tancred’in savunması El-Aksa Camii’ndeki savunmacılara koruma sağlamıyordu. Ertesi sabah erkenden bir Haçlı birliği camiye girmeyi başardı ve herkesi kılıçtan geçirdiler. Raymond of Aguilers o sabah sonradan tapınağı ziyarete gittiğinde, dize kadar ulaşan kan ve cesedin arasından geçmek zorunda kaldı.
Kudüs Yahudilerinin hepsi merkez sinagoglarına kaçmıştı fakat Müslümanlara yardım etmiş sayıldılar ve kendilerine merhamet gösterilmedi. Bina ateşe verildi ve hepsi içerisinde canlıcanlı yandılar. Kudüs’teki katliam tüm dünyayı derinden etkiledi. Hiç kimse kaç kişinin kurban gittiğini söyleyemiyor fakat Kudüs’ün Yahudi ve Müslüman nüfusu hiç kalmadı. Pek çok Hristiyan dahi yapılanlardan dehşete düştü... Sonradan doğudaki daha akıllı Latinler Hıristiyan ve Müslümanların ortak çalışabileceği bir zemin aramaya kalktıklarında, katliamın anısı her zaman önlerine dikildi.”2
Selahaddin, Kudüs’ü fethettiğinde, Haçlıların ve Perslilerin yaptığını yapmadı. Persler ve Haçlılar masum on binlerce insanı kılıçtan geçirdiler. Selahaddin ise öldürmeyi değil, merhamet etmeyi seçti.
Selahaddin’in Kudüs’ü alırken şehrin içindeki halka adaletle ve merhametle davranmasındaki asilliği bizzat Batılı yazarlar da aktarmıştır. Lane-Poole, Haçlıların yaptığının aksine Selahaddin’in sayısız Hristiyanın can emniyetini sağlarken sergilediği örnek davranışları uzun uzun aktarır. “Selahaddin’e dair bildiğimiz tek şey Kudüs’ün fethi olsa, çağının, belki de tüm zamanların, en cesur ve koca yürekli fatihi olduğunu göstermek için yeterlidir.”
Dönemin Siyasi Durumuna Genel Bakış
Dönemin siyasi durumu genel hatlarıyla bilinmeden Selahaddin’in izlediği politikanın mahiyet, esas ve sebepleri anlaşılamaz. Konunun doğru bir şekilde ve doğru sınırlarıyla anlaşılması için açıklamaları genel hatlarıyla bugünkü Ortadoğu olarak tanımlanan sınırları esas alarak ele alacağız.
Selahaddin’in yaşadığı çağın siyasi ve askerî yapısını -İslam âlemi açısından- olumsuz etkileyen iki dönüm noktası gelişmeden biri 1092 tarihinde Nizamü’l-Mülk’ün suikastla öldürülmesi ve ardından Melikşah’ın ölümüdür. İkinci önemli gelişme ise 1096 yılında Haçlıların İslam âlemine seferidir.
1. Melikşah’ın Ölümü ve Yeni Durum
Melikşah, Çin sınırlarından Suriye sahillerine, kuzeydeki İslam ülkelerinin en uzak noktasından Yemen diyarının en uç noktasına kadar uzanan sahada adına hutbe okuttu. Bizans hükümdarları ona cizye ödediler.
Melikşah’ın ölümünün akabinde oğulları Murat, Berkyaruk ve kardeşi Tutuş yandaşlarıyla beraber saltanat tahtı için birbirleriyle amansız savaştılar. Böylece Nizamü’l-Mülk’ün temelini sağlamlaştırdığı nizam sarsıldı. Otorite gücünü kaybetti, düzenin yerini düzensizlik ve kargaşa aldı. Birbirleriyle çatışıp birbirlerine karşı güç ve enerjilerini tüketen devletler türemeye başladılar. Neticede İslam âleminin en büyük ve güçlü devleti olan Selçuklu-Abbasi devleti zayıfladı buna karşılık Bizans ve diğer rakipler güç kazandılar. Bu durumdan zahiren kazançlı çıkan devletlerden biri de Mısır merkezli Şii-Fatımi devleti oldu.
Runciman’ın ifadesi o dönemin siyasi yapısınıvazıh bir şekilde tasvir etmektedir:
“Zamanın seyyahlarına her şehrin ayrı bir yöneticisi varmış gibi görünüyordu.”3
2. Haçlı Seferleri
Yeni ve farklı bir güç olarak Haçlıların Müslüman topraklara gelmesiyle, bölgedeki güç dengeleri köklü şekilde değişti. Bu değişim, bölgenin sosyal, siyasi, iktisadi, etnik, kültürel ve dinî dokusuna yeni bir boyut kazandırdı. Başlangıçta ciddiye alınmayan bu harici yeni güç, kısa sürede hâkimiyet alanını genişleterek bölgede kalıcı olduğunu gösterdi. Haçlılar, kısa sürede kurdukları Kudüs Haçlı Krallığı ve ona bağlı kontluklarla, bölgenin güçlü bir aktörü haline geldiler.
Haçlıların kısa sürede gösterdikleri başarının temel sebebi, Melikşah’ın ölümü sonrası oluşan durumdan kaynaklanıyordu. Müslümanlar birlikten yoksun haldeydiler. Her bir devlet hâkimiyet alanını genişletmek için diğer bir Müslüman devletle savaşarak enerjisini tüketiyordu. Böylece karşılarında ciddi bir güç görmeyen Haçlılar, kısa aralıklarla Urfa, Antakya, Kudüs ve daha birçok yerleşim yerini zorlanmadan Müslümanlardan aldılar.
Selahaddin, Müslümanların içinde bulunduğu olumsuz durumun farkındaydı. O, bu durumdan kurtuluş yolunun Müslümanların birliği ve cihad ruhuyla aşılabileceğine inanıyordu. Siyasetini de bu doğrultuda belirledi ve bunun için var gücüyle mücadele etti. Selahaddin, bir yandan Müslümanların birliği idealini gerçekleştirmeye çalışırken, diğer yandan Haçlıları Müslüman topraklardan çıkarmak için cihad bayrağını dalgalandırdı. Onca zorluk ve engele rağmen bu hedeflerini gerçekleştirmede başarılı oldu. Kudüs’ü ve birçok yerleşim yerini Haçlılardan aldı. Üçüncü Haçlı Seferinde yüzbinleri bulan ordulara karşı direndi ve Kudüs’ü alma arzularını kursaklarında bıraktı.
Selahaddin, sahip olduğu üstün meziyetlerle birlikte Müslüman topraklarına ve Müslüman kutsallarına yönelik her türlü işgal ve baskıya karşı birlik, cihad, direnç ve direnişin sembolüdür.
XI. yüzyılda başlayan Haçlı Seferleri bir zihniyetin sonucudur. Bu zihniyet sonraki çağlarda devam etti ve bugün de devam etmektedir. İngiliz komutanın 1917 yılında Kudüs’e girerken Selahaddin’in kabri başında sarf ettiği sözler çağlar boyunca canlı tutulan bu zihniyetin dışavurumuydu. Onlar Kudüs’ü tekrar işgal ettiler ve bu durum halen devam etmektedir.
Selahaddin, 1187 yılında Kudüs’ü Haçlıların işgalinden kurtardıktan sonra Haçlılar üçüncü seferi başlattılar. Alman, İngiliz ve Fransız kralları ordularının başında sefere katıldılar. Hem karadan hem denizden yüzbinleri bulan orduların en önemli hedefi, Kudüs’ü tekrar Müslümanların elinden çıkarıp işgal etmekti. Fakat Selahaddin, onlara karşı kalkan oldu ve Kudüs’ü işgal etmelerine izin vermedi. Krallar, büyük kayıplar verdikten sonra umutsuz bir ruh haliyle ülkelerine döndüler. Selahaddin’den sonra onun kurduğu Eyyubi devleti ve bu devletin temelleri üzerine inşa edilen Memluk devleti Selahaddin’in misyonunu sürdürdü, her defasında Haçlı işgal girişimlerine karşı mücadele ettiler.
Bugün Kudüs İsrail işgali altında. Bu acıtablonun yegâne sebebi, günümüz ile Haçlıların Kudüs’ü işgal ettikleri zamanın tablosu arasındaki benzerliktir. Müslümanlar sayıca üstünlüklerine, yeraltı ve yerüstü zenginliklerine, küresel önemli geçiş noktalarına sahip olmalarına rağmen maalesef birlikten, cihad ruhundan ve Selahaddin gibi liderlerden yoksunlar. Bu yüzden Kudüs ve diğer Müslüman topraklar işgal altında kalmaya devam ediyor.
Selahaddin’in Nesebi Bağlamında Adil Tutum
Vahiy ile terbiye olan Müslüman zihniyeti her türlü ırkçılığa dayalı zihniyet, eğilim ve uygulamayı reddeder. Müslüman için her şeyden önce insanoğlu, insan olması hasebiyle değerlidir. Bir insanın sahip olacağı makamı, soyu, dili, rengi, coğrafyası vs. onu ne üstün yapar ne de aşağı. Üstünlüğün tek ölçütü takvadır. Bu bariz gerçeğe rağmen maalesef Müslümanların zihnine ırkçılık fitnesi farklı ad ve niteliklerle sirayet etmiştir. Tehlikeli olan ise bu halin masum gösterilmeye ve savunulmaya çalışılmasıdır.
İnsanın soy zinciri, ilahi sünnetin/nizamın (sünnetullah) sosyolojik bir boyutudur. Bu sosyolojik boyut kendi içinde ahenkli bir sistem barındırır. Bu sistemin temel amacı ve en önemli özelliği, insanlar arası iletişimi sağlamak ve onun işlenmesini kolaylaştırmaktır. Bu bağlamda soy sisteminin insan için varlığı, ilahi rahmetin sosyal alandaki tezahürüdür. Fakat insanoğlu, adaletin sınırlarını çiğneyerek soyu üstünlük ve imtiyaz unsuruna dönüştürmüş, sosyal alana matuf rahmeti, kendi eli ve iradesiyle zulme tahvil etmiştir. Başka bir ifadeyle ahenk ve uyumu kaos ve fesada dönüştürmüştür. Bu kötü keyfiyetin günümüz modern toplumlardaki ideolojik kavramsal karşılığı, yeryüzünün en iğrenç zihniyeti olan ırkçılıktır.
İlmî usul ve üsluba dayanmayan gerekçe ve iddialarla bir insan soyunu inkâr etmek yahut görmezden gelmek yahut da soy hususunda gerek siyasi gerekse psikolojik-sosyolojik saiklerle şüphe uyandırmak çoğunlukla ırkçılığın ayrı bir tezahürüdür. Adalet ve onun mütemmim kıstası; düşünce, görüş, yargı ve değerlendirmelerimizi muvazeneye tabi tuttuktan sonra hakkaniyetle yerli yerine yerleştirmektir.
Bu hususla ilgili duyarlılığa dayalı görüşünü paylaştığımız Sallabi, Abdullah Ulvan’ın görüşlerini de referans göstererek şunları kaleme almaktadır:
“Acayip olan o ki bazı araştırmacılar çeşitli ayak oyunlarıyla Selahaddin’in ailesini baba tarafından Mudar’a oradan da Adnan’a kadar ulaştırmaktadırlar. İlmî olmayan ve gerçeklerle bağdaşmayan bu iddialarıyla onlar sanki Arap olmayan kişilerin güzel işler başaramayacaklarını ve bütün güzelliklerin sadece Araplara mahsus olduğunu söylemektedirler… Hâlbuki tarihi bir araştırsak ve İslam medeniyetinin inşasında görev alan büyükleri incelesek İslam dinine giren nice milletlerin İslam medeniyetinin inşasında pay sahibi olduklarını görürüz. İşte Fatih Sultan Mehmed, İmadüddin ve Nureddin Türk’tüler. Nizamü’l-Mülk Fars’tı. Eyyubiler Kürt’tü. Yusuf bin Taşfin Berberi’ydi. Allah Teâlâ Araplara da İslam risaletinin neşriyle ikramda bulundu. Allah Teâlâ dinine bağlananları yüceltti. Biz kör taassuba ve kafatasçılığa karşıyız. İslam’ın bu husustaki ilkesi, ‘Müminler kardeştir.’ (Hucurat, 10) Yine diğer bir ilkesi, ‘Allah katında sizin en üstününüz en muttaki olanınızdır.’ (Hucurat, 13) ilkesidir.”4
Eyyubi ailesinin fertlerinden, onların yakınlarından ve onlarla ilgili malumatı olan canlı kaynaklardan ve devletin ilgili resmî belgelerinden yararlanan İbni Halkan ve Ebu Şamede Selahaddin’in Kürt olduğunu belirtmektedirler.5
Selahaddin'in Nureddin ve Zengilerle İlişkisi
Nureddin, 1174 yılında vefat ettiğinde, Selahaddin, Mısır, Sudan ve Yemen’in fiilî hükümdarıydı. Fakat statü itibariyle o, Nureddin Zengi’nin naibiydi. Selahaddin, gerek Nureddin hayattayken gerekse de vefatından sonra ona karşı sevgi, saygı ve bağlılığını her zaman korudu.
Nureddin, vefat ettikten sonra Dımeşk’teki devletin üst düzey yetkilileri Nureddin’in vasiyetine uygun olarak 11 yaşındaki tek oğlu olan Salih İsmail’in melikliğini kabul edip bağlılıklarını bildirdiler. Selahaddin de aynı şekilde bağlılığını bildirdi. Fakat kısa süre sonra Dımeşk ve Halep’teki devlet adamları anlaşmazlığa düştüler. Salih İsmail Halep’e götürüldü. Siyasi, idari ve askerî alanlarda devlet zaafa düştü. Haçlılar ve diğer düşman-rakip devletler bu durumu fırsat bildiler. Ne devlet adamları ne de Musul’daki Zengi devleti sorunu çözme kabiliyetini gösteremedi. Olumsuz gidişatın daha da kötüye gideceğinin farkında olan Dımeşk’teki önemli şahsiyetler ancak Selahaddin’in olumsuz gidişata son verebileceği sonucuna vardılar ve bunun üzerine Selahaddin’e mektuplar yazarak onu Dımeşk’e davet ettiler. Selahaddin de davetlerine memnuniyetle icabet ederek mütevazı bir orduyla Dımeşk’e geldi. Şehirdekiler hiçbir direniş göstermeden şehri Selahaddin’e teslim ettiler. İç kalede bulunan komutan da hemen sonra ikna edildi.
Halep ve Musul merkezli Zengiler Selahaddin’in Dımeşk’e gelişini kabul etmediler ve aralarında düşmanlık başladı. Selahaddin ise Dımeşk’e gelişinin gerekçelerini anlatıyor ve her şeye rağmen Salih İsmail’e bağlılığını bildiriyordu. Musul ve Halep Zengileri Selahaddin’e karşı ittifak halinde düşmanlıklarını ilan ediyorlardı.
Selahaddin, Kurun-ı Hama savaşında Musul-Halep ittifak güçlerini yendi. Ondan sonra Halep Zengileriyle barış yaptı. Abbasi halifesi, 1175 yılında saltanat alametlerini Selahaddin’e göndererek onun müstakil sultan olduğunu ilan etti. Ve böylece Selahaddin, Abbasi halifeliği nezdinde meşru sultan unvanına sahip oldu.
Selahaddin’in Zengilerle ilişkisi inişli çıkışlı bir seyir arz etti. 1181 yılında Salih İsmail’in ölümü sonrasında bölgedeki dengeler sarsıldı. Halep, Musul Zengilerine teslim edildi. Selahaddin ve Zengiler yine karşı karşıya geldiler. Selahaddin, 1183 yılında anlaşmayla Halep’i Zengilerden alarak Zengilerin Halep kolunun varlığına son verdi. Selahaddin’in Musul Zengileriylesorunları 1185 yılına kadar devam etti. 1185 yılında Selahaddin, Musul Zengileriyle kesin barış yaptı. Bu tarihten sonra Musul Zengileri Selahaddin’in sultanlığını resmen kabul ettiler. Selahaddin adına hutbe okunmaya ve para bastırılmaya başlandı. Buna ilaveten Musullular Haçlılarla yapılan savaşlarda askerlerini sultanın idaresine vereceklerdi. Bu anlaşma gereğince Hittin Savaşı ve ondan sonraki savaşlarda Musul askerleri Selahaddin’in emrinde savaştılar.
Selahaddin Hakkında Yazılanlar
Müslim ya da gayrimüslim, Selahaddin hakkında sözü olanlar, takdire şayan sözler sarf etmekten geri kalmamışlardır. İlginç olan ise iki asırlık tarihlerinde kendilerini en çok hüsrana uğrattığı Haçlıların, Selahaddin’in merhameti, adaleti, cesareti ve asaleti hakkında övücü sözler sarf etmeleridir.
Selahaddin’in Müslüman çağdaşları arasında ondan en çok bahseden kişi yakın dostu, danışmanı, ordusunun kadısı ve çocuklarının hocası olan Kadı İbni Şeddad’dır. Siret es-Salahaddin eserinde İbni Şeddad, Selahaddin’in birçok özelliğini yaşantısından örnekler vererek anlatmaktadır. Yazdıklarından bir kısmı bizzat tanık olduğu, bir kısmı yakınlarından ve onu tanıyanlardan ve diğer bir kısmı ise onun hakkında yazılan eserlerden oluşmaktadır.
Selahaddin, Yemen, Sudan, Tunus, Şam, el-Cezire ve Şehrizor’a kadar geniş bir coğrafyaya sahip, çağının en güçlü hükümdarlarından olmasına rağmen, mütevazı bir hükümdardı. Kibirli olmadığı gibi, kibirli hükümdarları sevmez, aksine onları ayıplardı. Mala da tamah etmezdi. Mal toplama, zengin olma derdinde değildi. Cömertliği dillere destandı. Vefat ettiğinde yanında yok denecek miktarda para bulundu.
“Bir konuşmasında ‘Parayı kir olarak gören insanlar bulmak mümkündür.’ dediğini duydum. Herhalde kendisini kastetmişti.”6
“Namazları her zaman vaktinde ve cemaatle kıldırırdı. Ayrıca düzenli olarak vakitli vakitsiz nafile namazlarda kıldırırdı ve gece ibadet için uyanmaya alışıktı. Hastalığının son döneminde ayakta namaz kılarken gördüm. Akli melekelerini kaybettiği son üç güne kadar namazı bırakmadı. Seyahati esnasında namaz vakti girse, kılmak için dururdu.”7
“Cihada delicesine âşıktı. Cihad meselesi kalbini öylesine meşgul ediyordu ki gittiği her mecliste bu konudan bahsediyordu. Sadece askerleri, silahları ve kendisine onu hatırlatıp öğütleyen kimselerle ilgileniyordu. Bu uğurda, evinden, çocuklarından, karısından ayrıldı. Rüzgârın yıkabileceği bir çadırın gölgesinde yaşamaya razıydı. Bir keresinde, dışarıdayken rüzgâr çadırını yıkmıştı. Fakat bu sadece cihada duyduğu arzu ve sebatını artırdı.”8
İbnu’l-Esir onun hakkında şunları kaleme almaktadır:
“Allah rahmet eylesin, cömert ve yumuşak huylu, mütevazı ve güzel ahlaklı, hoşuna gitmeyen şeylere karşı sabırlı bir insandı. Hoşuna gitmediğini belli etmez ve surat asmazdı. Onun tevazuu herkesçe bilinmekteydi. Hiç kimseye karşı büyüklük taslamaz, kibirlenmezdi. Kibirlenen hükümdarları ayıplardı. Fakirler ve dervişler yanında toplanır, onlar için sema merasimleri düzenlerdi. Birisi sema veya raksa kalksa o da onun için ayağa kalkar ve derviş raksını bitirinceye kadar oturmazdı.”9
“Sultan Selahaddin adamlarıyla bir amir ve memurdan çok bir arkadaş gibi vakit geçirirdi.”10
Abdullatif el-Bağdadi, Selahaddin ile ilk karşılaşmasıyla ilgili izlenimlerini şu ifadelerle dile getirmektedir:
“Huzuruna çıktığımda gözleri heybet, kalpleri muhabbetle dolduran bir sultan gördüm. Arkadaşları ona benzemeye çalışıyorlar, birbirleriyle iyilikte yarış ediyorlardı. Yanına vardığımda ilk gece meclisini âlimlerle dolu buldum. Bu âlimler çeşitli ilim dallarında konuşuyorlardı. İnsanlar onda peygamberlerde gördükleri meziyetlere benzer vasıflar gördüler. İyi-kötü, Müslüman-kâfir herkes tarafından sevilirdi.”11
Lane-Poole, yaptığı iktibaslarla döneminin en güçlü hükümdarlarından olan Selahaddin’in gücünün kaynağı hakkında şunları yazmaktadır:
“Selahaddin’in gücünün sırrı, vatandaşlarının sevgisine bağlıydı. Başkalarının korku, şiddet ve ihtişamla elde etmek istediğini, o, iyilikle başardı. Ölümünden kısa süre önce, en sevdiği oğlu ez-Zahir’i, Halep’in yönetimine gönderirken söylediği unutulmaz sözlerde, kendi gücünün kaynağını açığa vurdu:
Oğlum, seni Allah’a (cc), tüm iyiliğin kaynağına emanet ediyorum. O’nun istediğini yap, çünkü bu şekilde barış olur. Kan dökmekten kaçın; buna güvenme; çünkü akıtılan kan asla yerinde kalmaz. İnsanların kalplerini kazanmaya çabala ve onların refahını gözet; çünkü onların mutluluğunu korumak için Allah ve benim tarafımdan tayin edildin. Emirlerinin, bakanlarının ve soylularının kalplerini kazanmaya çalış. Ben büyük bir hükümdar olduysam, insanların kalplerini güzellik ve iyilikle kazandığımdan dolayıdır.”12
“Selahaddin, kendisine zekât düşecek asgari mülkü olmaksızın vefat etti. Tüm servetini fakir ve muhtaçlar için harcadı. Tüm mirası 47 dirhem ve altından bir jurmden (hurma çekirdeği büyüklüğünde altından bir parça) ibaretti. Arkasında ne bir mülk ne bir ev ne bağ bahçe ne köy tarla bıraktı.”13
Dipnotlar:
1- Runciman Steven, I, 10.
2- Runciman, A.g.e., 286-287.
3- Runciman, A.g.e.,78
4- Sallabi, 248; Ulvan, 20
5- Wefayatu’l-Ayan, c. 7, s. 139-141; 255-256; Ebu Şame, c. 1-2, s.354; c.2, s. 9, 163. Bu kaynaklarda farklı görüş ve rivayetlerle beraber konu detaylı bir şekilde anlatılmaktadır. Beyyumi; İbnu’l-Halkan, Ebu Şame, İbnu’l-Esir ve Markizi gibi tarihçilerin rivayet ve görüşlerine de yer vererek bu hususta konuyu derli toplu vuzuha kavuşturmaktadır. Bkz. Beyyumi, s. 60-62
6- Ulvan, 171-172
7- Ulvan, 150; İbn-i Şeddad, 34
8- Ulvan, 172; İbn-i Şeddad, 53
9- İbnu’l-Esir, c. 12, s. 88
10- Şeşen, 213
11- Şeşen, 214
12- Lane-Poole, 317-318
13- Ulvan, 171
Kaynakça
Beyyumi Ali, (2015), Kuruluş Döneminde Eyyubiler, 2.Baskı, Nubihar Yay., İstanbul.
İbn Şaddad Baha al-Din, (1964), Siret al-Salah ad-Din, 1.Baskı, Hancı Yay., Kahire.
İbni Halkan, (1978), Wefayatu’l-Ayan, Tahkiki Yapan: Dr. İhsan Abbas, DaruSdir, Beyrut
İbnu’l-Esir, (1958), El-Kamil Fi’t-Tarih Tercümesi, Bahar Yayınları, İstanbul.
Poole Stanly Lane, The Life of Salah ad-Din and the Fall of the Kingdom of Jerusalem, First Rate Publishers.
Runciman Steven, (1990), A History of The Crusades, Cambridge University Press, New York.
Sallabi Ali Muhammed, (2006), Eyyubi Devleti, Selahaddin Eyyubi ve Kudüs’ün Yeniden Fethi, 1.Baskı, RavzaYay., İstanbul.
ŞeşenRamazan, (2013), Kudüs Fatihi Selahaddin Eyyubi, 1.Baskı, YeditepeYay., İstanbul.
Ulwan Abdullah Nasih, (2004), Salah-Ad-Din Al-Ayyubi, Second Edition, Dar-Al-Salam, Cairo.
HABERE YORUM KAT