Tahliye ve Tutuklama Sarkacındaki Yargı
Gezi Parkı Olayları’nın nasıl büyük bir fitne ürettiğine, kara-propaganda seferberliği eşliğinde sokaklara dökülen kitlelere yüklenen aşırı dozdaki nefret duygusunun nasıl da yıkıcı ve parçalayıcı bir kaosa dönüştüğüne hep birlikte şahitlik ettik. Örgütlenen söylem ve eylem biçiminin ülkenin siyasal ve ekonomik yapısını olduğu kadar psikolojik dengesini de sarstığı, bu sarsıntının tesirlerinin bugünlerde bile atlatılamadığı inkâr edilemez. Nitekim üç gün önce Gezi Parkı Davası’nın görüldüğü İstanbul 30. Ağır Ceza Mahkemesi’nin verdiği kararla beraber ortaya çıkan yüksek gerilimli tablo, siyaset ve ekonomi gibi psikolojik dengenin de henüz yerli yerine oturmadığına dair kuvvetli emareler gösteriyor.
İstanbul 30. Ağır Ceza Mahkemesi tarafından 16 kişi hakkında iddianame hazırlandı ve 6. Duruşmada karar çıktı. 840 gündür (28 aydır) tutuklu bulunan Anadolu Kültür AŞ Yönetim Kurulu Başkanı Osman Kavala ve mahkeme salonunda hazır bulunan dokuz sanık hakkında tüm suçlardan beraat, firari yedi sanık hakkında da yakalama kararının kaldırılmasına hüküm verildi.
Gezi Ruhu’nu Pas Geçen İndirgemecilik
Ne var ki; Osman Kavala’nın tahliye kararı bir anda durduruldu ve 15 Temmuz darbe girişimi soruşturması kapsamında önce gözaltı kararı, ardından İstanbul 8. Sulh Ceza Hâkimliği tarafından “Anayasal Düzeni Değiştirmeye Teşebbüs” suçundan tutuklama kararı verildi. Süratle verilen gözaltı ve tutuklama kararını yine aynı süratle verilen bir başka tuhaf karar takip etti: Hâkimler ve Savcılar Kurulu, Gezi Parkı Davası’nda beraat kararı veren mahkeme başkanı ve üyeler hakkında inceleme ve soruşturma izni çıkardı. Hâkimler ve Savcılar Kurulu eğer bir ihmal veya kusur tespit ederse mahkeme heyeti hakkında disiplin cezasına hükmedebilecek.
Beraat ve tahliye kararlarına karşın İstinaf ve Yargıtay aşaması işliyor. Lakin oluş(turul)an hava bütün toplum katmanlarına “yeni bir FETÖ kumpası” tadında bunaltıcı, tedirgin edici hatta korku aşılayıcı bir iklime dönüştürülüverdi. Gezi’de başlayıp bütün bir ülkeye yayılan ve aylarca siyaseti, toplumu, ekonomiyi ipotek altına almaya girişen örgütlü suçu ortaya çıkarmak mahkemenin görevi elbette. Ancak temel yanlışlık Gezi Parkı olaylarını Osman Kavala’ya indirgemekle, Osman Kavala’nın cezaevinde tutularak Gezi Olayları’yla hukuken hesaplaşılabileceği ön kabulüyle başladı.
Bir buçuk sene boyunca hazırlanamayan iddianame kadar iddianamenin içeriğinin ne kadar zayıf ve bir dizi tutarsızlıkla malul olduğunu şunca zamandır idrak edemeyip tahliye ve beraat kararı karşısında suni bir infial dalgası oluşturmak saçmalıktan öteye hukuk mantığına savaş açmaktır. Gezi sürecinde sergilenen vandallıklara dair örnekler vermek, küfür ve hakaretten tümüyle dezenformasyona dayalı ajitasyon ve provokasyon girişimlerini hatırlatmak kişi ve suç arasında yeterli delil sunmak manasına gelmez.
Savcılık ve Emniyet’in kapsamlı bir iddianame hazırlaması, güçlü deliller sunması, ilişkiler ağını ortaya çıkması için bütün imkânlar seferber edilmişti, zamanı da istedikleri gibi kullandılar. Fakat farklı zaman ve davalar için Anayasa Mahkemesi ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nden gelen uyarılar “olağan üstü hal ve şartlar” gerekçesiyle hemen hiç dikkate alınmadığı gibi aleyhte kampanyalar açarak kamu vicdanının tatmin edileceği sanıldı. Oysa Türkiye’nin yakın zamanda tecrübe ettiği Ergenekon ve Balyoz, KCK ve FETÖ davalarında yaşanan sıkıntıların benzerlerini Rahip Brunson ve Büyükada Casusluk Davası’nda da son derece sıkıntılı bir biçimde tecrübe etmiştik.
Şaibeli Tanık, Şüpheli Delil
Kimi gizli tanık ve itirafçılara dayanan, kimi şaibeli veya bağlamından koparılmış dijital verilere yaslanan fakat manşetler üzerinden dizayn edilen iddianamelerle sağlıklı bir yol alınamayacağı aşikârdır. Bu aşındırıcı sürece paralel bir biçimde hukuk devleti söylemini aldatmaca sayan, mevcut kanunlara bile riayet edilmesine rıza gösterecek kadar ümitsizliğe sürüklenen bir toplum oluşuyor. Muhalif bir takım isimleri mahkeme kararına rağmen tahliye etmemek ve başka bir mahkeme kanalıyla tutuklamak için şöyle ya da böyle bir mazeret üretildiği hissinin yaygınlaşıp kökleşmesi siyaset ve toplum için çok büyük bir tehlikedir.
Sadece Gezi provokasyonuyla değil MİT Tırları kumpasıyla, 17-25 Aralık ve 15 Temmuz darbe süreçleriyle de hukuk çerçevesinde mücadele etme mecburiyeti vardır. Başkası için değil önce kendimize öz saygımız için, adalet ve merhamet ilkelerine sadakatimizin izharı için, güven ve eşitlik duygusunu toplumun bütün hücrelerine kadar hissettirmek için yargı mekanizmasını sağlıklı bir biçimde işletmekten başka seçeneğimiz yoktur. Bürokratik oligarşi geleneğine sıkı sıkıya bağlı olanların aksine adalet bizim için asla konjontürel bir takım formalitelerden ibaret değildir. Unutmayalım ki; aşınan, yıpranan, güven kaybına uğrayan yargıyı hiçbir siyasal söylem, iktisadi hamle veya medyatik operasyon onaramaz, ihya edemez.
Gezi Ruhu’na haklılık kazandıracak çelişkilerden yargı da siyaset de uzak durmalıdır. Aklı başında hiç kimsenin Gezi Ruhu’nun kerametlerini keşfetmeye, Gezicilerin saflarına katılmaya veya ülkeyi kaosa sürüklemeye kalkışan aktörlere sevgi pıtırcığı rolü atfetmeye niyeti olmaz. Sadece ve sadece hukukun temel ilkelerine riayet ederek adaletin tesis edilebileceği aşikârdır. “Güçlü Ülke, Müreffeh Toplum” söylemleri temel hak ve özgürlüklerin gölgede kaldığı bir ülkede toplum nezdinde basit bir diskur olmaktan öteye bir mana taşımayacaktır.
(Yazarın Yeni Akit’teki köşesinde yayınlanan yazısının Haksöz-Haber için genişletilmiş halidir)
YAZIYA YORUM KAT