Suudi Arabistan Hırslarına Teslim Olma Yolunda
Körfezdeki hareketlilik durmak bilmiyor. Körfez ülkelerinin hem iç hem de dış siyasetleri oldukça dinamik.
Hasan Basri Yalçın / Anadolu Ajansı
Körfezdeki hareketlilik durmak bilmiyor. Körfez ülkelerinin hem iç hem de dış siyasetleri oldukça dinamik. Birbirleriyle olan ilişkileri günden güne değiştiği gibi, iç siyasetlerinde de her an bir değişim bekleniyor. Bu hareketlilik kısa sürede dinecek gibi de durmuyor. Sürekli yeni olay ve krizlerle karşılaşsak da bunları birbirinden bağımsız olaylar olarak değerlendirmemeliyiz. Aksine iyi bir analiz için bütünlüklü okumalar yapmak, tüm bu olayların birbiriyle ilişkisini görmek lazım. Neredeyse hepsi tek bir sürecin parçası; Suudi Arabistan’da meydana gelen veliaht prens değişimi de öyle.
Dikkat ederseniz bu süreç ‘Arap Ayaklanmaları’nın başladığı günden bu yana devam ediyor. Farklı yönlere gittiği oluyor. Zaman zaman hızlanıyor veya yavaşlıyor. Başka başka aktörler ön plana çıkabiliyor. Libya, Suriye, Mısır, Tunus, Yemen, Katar ve neredeyse tüm bölge ülkeleri bu gelişmelere konu ve sahne olabiliyor.
Nasıl Mısır iç siyaseti Türkiye, Katar, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri gibi ülkelerin birbiriyle olan ilişkilerini etkiliyorsa, Yemen’deki olaylar da yine tüm bölge ülkelerinin dış politikasını etkileyebiliyor. Aynı şekilde, ülkelerin dış politika tercihleri de iç siyasetlerindeki gelişmelerle ilişkilendirilebilir.
Son olarak, Körfez ülkelerinin Katar’a yönelik yaptırımları başlatmasının ardındaki isim olarak gösterilen Muhammed bin Selman’ın Suudi Arabistan’da veliaht olarak atanması, bu tür bir ilişkiyi akla getiriyor. Böyle olunca soru basit: Acaba bu ilişki hangi taraftan hangi tarafa doğru gidiyor? İç siyasi hareketlenmeler mi bu bölge ülkelerinin dış politika tercihlerini belirliyor, yoksa dış politika tercihleri mi iç siyasi olayları doğuruyor?
Mesela Muhammed Bin Selman Suud siyasetinde etkin olabildiği için mi Katar’a karşı yaptırımlar doğuyor, yoksa Katar’a yönelik yaptırımlara öncülük eden, Yemen’de savaşa yönelen Suudi Arabistan’da, bu dış politika stratejisi mi kendine uygun hırslı ve saldırgan bir liderlik doğuruyor? Bu ilişki iki yönlü de kurulabilir. Ama aslında her ikisine de neden olan daha derin bir faktörden bahsetmek mümkün. Sadece örnek olaydaki kişi ve ülkelere bağlı kalmadan, genel bölgesel dinamikleri anlamak için daha genel bir bakış açısına ihtiyaç var. Ne Arap Ayaklanmaları ne Suriye iç savaşı ne Mısır darbesi ne Yemen savaşı ne de Katar krizi kendi başına bir anlam ifade eder. Aslında hepsi aynı bölgesel olgunun sonuçları.
Bölgesel denge hırslı ve saldırgan liderler doğuruyor
Amerika’nın 2011 yılında Ortadoğu’dan zamansız, plansız ve düzensiz bir şekilde çekilmesinin ardından bölgede bir güç dengesi doğdu. Bu denge içinde, bölgesel aktörlerin her biri kendi güvenliğini daha fazla tehdit altında hissetti. Klasik anlamıyla bir güvenlik ikilimi doğdu. Zaten birbirine karşı güvensizlik hissiyle dolu İran, Suudi Arabistan, Türkiye, Mısır ve diğer tüm bölge ülkeleri, doğrudan tehdit hissetmeye başladı. Güvenliğin ön plana alındığı bu yeni dönemde ülkeler dış politikalarını siper mantığına göre kurarken, içeride kendi karargâhlarını tahkim etme eğilimi gösteriyorlar. Böylece güvenliklerini elde edebileceklerini düşünüyorlar.
Aslında son derece rasyonel bir düşünceye dayanan bu hesaplar, birbiriyle etkileşime geçtiği andan itibaren ülkeler arasındaki gerilimleri artırdığı gibi, iç siyasetlerinde de sürekli bir karmaşa ve kriz hali meydana getiriyor. Suudi Arabistan belki sadece kendi sınırlarına siper kazıyor olabilir. Ama bu siperler İran tarafından bir güvenlik tehdidi olarak algılandığı için iki ülke arasındaki gerilim yükselebilir. Mesela Türkiye’nin Kürecik’e yerleştirdiği kalkan aslında savunma amaçlıdır. Ama İran bunu saldırgan bir eylem olarak algılayabilir. Benzer bir şekilde İran Yemen’de kendi mevcudiyetini korumaya yönelik adımlar attığında, Suud tarafı bunu saldırganlık olarak algılayabilir.
Böylece her devlet, güvenliğinin günden güne azaldığı hissine kapılarak, bu sorunlarla uğraşacak güçlü iktidarlar kurmak isteyebilir. Bu ülkeler birer demokrasi olsaydı, muhtemelen Avrupa’da ve ABD’de olduğu gibi popülist liderler seçilebilirdi. Normal şartlarda, çoğu otoriter yönetimlere sahip bölge ülkelerinde, demokratik ülkelerde yaşananlar gibi hızlı değişimler olmayacağı aşikârdır. Fakat Suudi Arabistan’daki bu görev değişimi bize aksini gösteriyor. Böylesi bir rejimde bile, ülke için gerekli iktidar değişimleri gerçekleşebiliyor. Dikkat edilirse, Muhammed bin Selman gibi daha atak olduğu düşünülen liderler doğuveriyor.
Bu çerçeveden bakıldığında şunu söylemek lazım: Muhammed bin Selman babasını etkileyebildiği için bu konuma gelmedi. O Suudi Arabistan iç siyasetinin işleyişinin bir ürünü olarak da gelmedi. Bölgesel gelişmeler Muhammed bin Selman’ı zaten bir şekilde Suudi Arabistan’ın en etkili siyasetçisi konumuna getirmişti. Şimdi yapılan resmi düzenlemeyle Muhammed bin Selman’ın resmi konumu, fiili olarak oynadığı role uygun hale getirilmiş oldu.
Bu tür bölgesel dengeler doğduğunda, ülkelerin iç siyasetlerinde bu tür liderler bir anda yükselmeye başlar. Tarihten buna çok benzer bir örnek vermek gerekirse, Kayzer Wilhelm ile Bismarck arasındaki etkileşim gösterilebilir. Bismarck Prusya’nın her şeyiydi. Stratejik dehası ile tüm Avrupa’yı parmağının ucunda oynatabilmişti on yıllarca. Fakat Prusya yeterince güçlenip İngiltere’nin karşısına dikilebilecek hale geldiğinde, Bismarck Wilhelm’e karşı kaybetti. Bismarck’ın bir stratejik deha olarak görülmesi, Wilhelm’in ise beceriksiz bir yeni yetme olması bile bu değişimi durdurmadı. Avrupa siyasetini bir dönem parmağında oynatan Bismarck, yeni dönemde Wilhelm ile başa çıkamadı. Çünkü artık güç dengesi Wilhelm gibi genç, atak, cesur, saldırgan söylemler üretebilecek liderlerin yolunu açıyordu. Öyle de oldu. Wilhelm söylemini güçlendirdikçe Prusya’nın tek lideri olarak doğdu. Bismarck’ın ihtiyatlı davranışlarını korkaklık olarak niteleyen Wilhelm, güneşin altında Alman imparatorluğuna yer istedi. Sonucu tabii ki hüsran oldu. Ama savaştan önce kimse bunu umursamadı. Aksine, gözü kara söylemler üreten liderli herkes kutsadı.
Trump’ın katkısı
Suudi Arabistan da benzer bir eğilime girmiş gibi görünüyor. Katar krizinin de Yemen savaşının da arkasında Muhammed bin Selman’ın olduğu zaten açıkça konuşuluyordu. Babası Kral Selman’ı en çok etkileyen kişinin de o olduğu biliniyordu. Bu çerçevede, sadece içeride değil, dışarıda da ibre ona doğru kaydı. ABD’nin Ortadoğu ile ilgili neredeyse tüm kurumları Muhammed bin Nayef’le çalışmaya alışık ve dolayısıyla onu destekliyor olsa da, Trump bir anda desteğini Muhammed bin Selman’dan yana koyuverdi. Amerikan devletinin desteğinin bu anlamda farklılaşmasının çok önemi yok. ABD Suudi iç siyasetinde kim yükselirse onunla iş tutmaya devam edebilir. Ancak İran’a karşı bir kutuplaşmayı destekleyen Trump için Muhammed bin Selman biçilmiş bir kaftan. Ama bu da tek başına yeni veliahtın yükselişinin nedeni olamaz. Trump’ın desteği, sadece yükselmekte olan bir veliahta yeni bir katkı olarak görülebilir.
Bu gelişmeyle beraber, Suud’un ilerlemekte olduğu yolda yakın dönemde gaza daha da fazla basacağını öngörebiliriz. Zira iç tahkimat da büyük ölçüde tamamlanmış oldu. Eğer başka faktörlerle bozulmayacak olursa, Suud iç siyaseti on yıllar sürecek bir istikrara kavuşmuş olarak görülebilir. Otuzlu yaşlarında bir veliaht eğer babasından sonra iktidara gelirse ve babası ve amcaları gibi seksen doksan yaşlarına kadar yaşarsa, Suudi Arabistan yaklaşık elli yıl boyunca aynı idareci tarafında yönetilecek demektir. Tabii diğer şartlar da sabit kalmayacaktır. İç siyasi karmaşalar veya Suudi Arabistan’ın böyle bir lider sayesinde bulaşabileceği savaşlar, bu liderin ömrünü kolayca kısaltabilir. Ama Suudi Arabistan’ın rasyonel olarak kendini mücadeleye hazırladığını, bu nedenle de kendisine atak ve hırslı bir lider seçtiğini söyleyebiliriz.
Artacak olan İran-Suud gerilimi
Bu yeni liderliğin tabii ki bölgesel sonuçları da olacaktır. Beklenmesi gereken ilk sonuç İran ile Suud arasındaki gerilimin daha da artmasıdır. Bunun yanında, gelecek dönemde Katar krizi gibi birçok başka olayla karşılaşabiliriz. Fakat asıl mesele bu iki ülke arasındaki gerilimde cereyan edecek. Katar meselesi de Yemen meselesi de diğer bazı meseleler de bu gerilimler çerçevesinde şekillenecektir. ABD yeni dönemde kendine Ortadoğu’da maliyet yüklenecek bir ülke arıyor. Suudi Arabistan ise yeni lideriyle bu göreve açıkça talip oluyor. ABD'nin gökte ararken yerde bulduğu bir fırsat bu. Tabii ki bunu kullanmak isteyecektir. Bu esnada Suudi Arabistan da emperyal hülyalara kapılıp başını derde sokabilir.
Bu yeni durum, Ortadoğu’nun sürüklendiği çatışma siyasetinde bir katalizör vazifesi görecek ve bölgesel çatışmaların sayısını ve ihtimalini artırabilecektir. Türkiye’nin bu yeni durumu maalesef hep hesapta tutması gerekecek. Kendi pozisyonunu da ona göre belirleyecek. Şimdilik en uygun siyaset biçimi, Türkiye’nin aktif bir kaçınmayı tercih etmesidir. Suudi Arabistan ile İran arasındaki gerilimin artabileceği bir ortamda Türkiye’nin kenarda durmayı becerebilmesi, onu başarılı ve güçlü kılacaktır. Böylesi yıpratıcı bir gerilimde taraflar değil, kenarda durabilen kazanır.
[İstanbul Ticaret Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler bölümün öğretim üyesi olan Doç. Dr. Hasan Basri Yalçın aynı zamanda SETA strateji araştırmaları direktörüdür]
HABERE YORUM KAT