Suruç'un Ardından (2) PKK'nın Yeni Karşı-Devrimci İç Savaşı
Üç gündür olaylar o kadar hızlı gelişti ve o kadar inanılmaz şeyler söylenip yapıldı ki...
Türkiye bir yandan küçük çapta da olsa IŞİD’le doğrudan çatışmaya girdi; diğer yandan PKK, Suruç saldırısından hükûmeti sorumlu tutarak yeniden “devrimci halk savaşı” başlattı. Bu, tam Orwell-vâri bir ikilidüşün (doublethink) ve yenikonuş (newspeak) dili. Açıkçası, gerçeğin tam zıddı. Aka kara, karaya ak diyor. Doğrusu şu ki, (eğer büyük bir kamusal tepki dalgasına toslayıp durdurulmazlarsa) Türkiye Kürtlerinin eşitlik ve özgürlük dâvâsından kaynaklanmayan, dolayısıyla taleplerinin Türkiye içinde ve Türkiye tarafından karşılanması olanaksız, tümüyle yalan üzerine kurulu, âdetâ sırf barışa ve huzura kastetmiş, savaşmak için savaşan, artık düpedüz karşı-devrimci karakterde bir iç savaşın alevlerini tutuşturuyorlar.
Bir bakıma, hem kahrolup çok öfkelendim, hem o kadar da şaşırmadım. İkisini de bekliyor gibiymişim içten içe. Özellikle de ikincisini (IŞİD’i de yazacaktım ama bırakıyorum şimdilik). Zira örgüt olarak PKK ve legal uzantıları (şu son durumda HDP) hakkında, kendi solculuk tecrübemi de içererek yıllardır oluşan bir kanaatim var. Maalesef, ben bunların, bu Bese Hozat’ların, bu Duran Kalkan’ların, bu Selahattin Demirtaş’ların, bu Figen Yüksekdağ’ların ruhunu okuyabilecek durumdayım.
2010-2011’de “çözüm çadırları” diye bir dizi sahte alâyiş ve nümâyiş tezgâhlarken bir yandan savaşa hazırlanıyor ve “köprüden önceki son çıkış”ı kolluyorlardı. Sonunda, 36 milletvekili çıkarmışken barışı tekmelemek için aradıkları bahaneyi, YSK’nın (tabî son derece yanlış ve haksız biçimde) haklarında soruşturma olan altı adayın milletvekilliğini düşürmesinde buldular. Bu da Meclis boykotuna ve silâhın tekrar serbestleşmesine götürdü.
14 Temmuz 2011 Silvan çatışması oldu (ki o baskın hakkında da PKK’nın tek ayak üstünde kaç takla attığını, ne inanılmaz yalanlar söylediğini, hattâ ilk başlarda TSK’nın helikopterlerden esrarengiz renkli gazlar atarak kendi askerini yaktığını dahi öne sürdüğünü dün gibi hatırlıyorum). Bu da, Vahap Coşkun’un daha dün yazdığı gibi (Akıl tutulması, 23.7.2015), 1999 sonrasındaki en kanlı şiddet dönemini başlattı. 14 ayda en az 700 kişi (belki çok daha fazlası) hayatını kaybetti. Dehşetin önü ancak Çözüm Süreci’nin başlatılmasıyla alınabildi.
7 Haziran öncesinde ve biraz da sonrasında, Selâhattin Demirtaş’ın yüzde yüz oranda AKP düşmanlığı üzerine oturttuğu seçim kampanyasını izlerken bir yandan bütün bunları (o günlerde yazdıklarımla birlikte) hatırlıyor ve soruyordum kendi kendime: Bu sefer nasıl bir dalavere söz konusu? Erdoğan’ın Dolmabahçe mutabakatını tekmelemekle yaptığı büyük hatâ (yeri gelmişken belirteyim ki Erdoğan’ı savunmak için yazılan hiçbir yazı ve hiçbir “lider kültü zırvalaması” târizi, beni bunun hatâ ve çok büyük bir hatâ olmadığına ikna edemez) PKK’ya muazzam bir koz verdi.
Şimdi galiba Kandil, Çözüm Süreci kösteğinden tümüyle kurtulmak ve ucundaki silâh bırakma tehlikesini de bertaraf etmek, dolayısıyla sivil kanat üzerindeki hegemonyasını da yitirmemek istiyor. KCK vık vıklanmaya başladı bile, bize kimse silâh bırakmamızı söyleyemez, HDP söyleyemez, hattâ Öcalan bile söyleyemez diye. Demirtaş da bu kutuplaşmacılığa kul köle olup gitti. Bunlar gene mi “köprüden önceki son çıkış” arayışında? Bakalım iş bu sefer nereye varacak? Ardından ne çıkacak?
Şimdi görüyoruz işte ne çıktığını. PKK önderliği içinde, Muzaffer Ayata veya Murat Karayılan gibilerin, HDP’nin kendini AKP ile koalisyona kapatmaması (ve dolayısıyla, barışçı siyasetin ciddiye alınması) doğrultusundaki açık-örtük uyarıları azınlıkta kalmış olmalı ki, önce KCK devletin yol, baraj ve karakol yapımlarını hedef alacağını ilân eden, dolayısıyla kamuoyunda “ateşkesin sonu” diye yorumlanan bir bildiri yayınladı. Ve bunu derhal yol kesme, kimlik sorma, TIR ve iş makinesi yakma eylemlerinin belirli bir aradan sonra tekrar başlaması izledi (bkz Vahap Coşkun, Kabak tadı, 15.7.2015). Bu ve diğer yazılarında Vahap Coşkun’un PKK-KCK-HDP’nin “dili” konusundaki eleştirilerini okurken, acaba mesele hâlâ bir dil meselesi mi, yoksa onu aştı gidiyor mu diye düşünüyordum içimden.
14 Temmuz 2011’den 15 Temmuz 2015’e, yani Silvan’dan neredeyse günü gününe dört yıl sonra, sanki Silvan’ın yıldönümünü kutlarcasına, Bese Hozat’ın Özgür Gündem’deki Yeni süreç devrimci halk savaşı sürecidir yazısı geldi. Tuhaf bir şekilde, bir film dört yıl once durdurulmuşçasına, şimdi kaldığı yerden yeniden oynatılıyordu. Dört gün sonra, yani 19 Temmuz’da, Cemil Bayık halka silâhlanma çağrısı yaptı (bu bilgiler için bkz Cengiz Alğan, Suruç’tan sonra Demirtaş, 22.7.2015). Hemen ertesi gün de Suruç’ta bomba patladı. Artık kimliği de belli olan ve Suriye’ye gidip gelişleri açığa çıkan, yirmi yaşında bir canlı bomba, kendisi gibi genç 300 kişinin arasına girip tetiği çekti ve bir kan banyosu yarattı.
Her şey IŞİD’e işaret ederken (bkz Vahap Coşkun’un hemen o akşamki Çıkış kapısı yazısı, 20.7.2015), Bese Hozat bu sefer Pirsus katliamının sorumlusu AKP’dir diye (baştan aşağı yalan) bir yazı döşendi (21 Temmuz; keza bkz Cengiz Alğan’ın yazısı). Bütün HDP liderliği derhal bu yeni çizgiye göre hizaya girdi. Daha birkaç gün once PKK’nın “kesinlikle” silâh bırakması gerektiğini söyleyen Selahattin Demirtaş, bu sefer bütün Kürt halkını “öz savunma”ya çağırdı ve bu örtük savaş ilânının altını doldurmak için de, Kandil’le aynı doğrultuda yalan üstüne yalan söylemeye koyuldu.
Duygularla oynamak için, göz göre göre, Erdoğan’ın ölen gençlerin ailelerine bir başsağlığı dahi dilemediğini iddia etti (yalan.); geçtiğimiz haftalarda Diyarbakır mitingine AKP’nin bomba koyduğu söylenmiş (yalan.); Kobani’ye yönelik son IŞİD saldırısında, bomba yüklü kamyonun Türkiye üzerinden geldiği öne sürülmüş (yalan); buradan hareketle Figen Yüksekdağ, AKP’nin IŞİD’le bir olduğunu “tüm dünya biliyor” diye konuşmuştu (yalan).
Bu sefer güya o kadar ileri gidemediler, ama sadece şeklen. Onun yerine, pekâlâ olabilecek güvenlik ihmallerini bambaşka bir şeye, IŞİD’le bilinçli ve kasıtlı bir işbirliğine dönüştürmeyi denediler. Demirtaş ve Yüksekdağ’ın yazılı açıklamasında olduğu gibi, “IŞİD’e karşı sus pus olanlar, sesini bile yükseltmeye cesaret edemeyenler, … IŞİD'in başını okşayan Ankara'daki yöneticiler bu barbarlığın suç ortağıdırlar.” gibi (yalan) cümlelerle, bir kere daha tabanlarının “katil AKP” diye (yalan) bağırmasının zeminini hazırladılar. Bese Hozat’ın Pirsus yazısıyla aynı gün, yani 21 Temmuz’da Demirtaş, “Türkiye’nin sınırlarından TIR’larla silahlar getirildi, insanlığını yitirmiş tecavüz, barbarlık ordusunun elemanları rahatlıkla geçip geldiler. Hâlen bazı yerlerde sınırı kendi istekleri doğrultusunda rahatlıkla kullanabiliyorlar.” gibi Cemaat imalâtı bütün yalanları izan ve idrak hilâfına gene tekrarladı.
Derken yurt içi ve dışındaki saldırılar geldi. Bunları 22 Temmuz’da Urfa Ceylanpınar’da iki polisin uyurken enselerinden susturucuyla vurulup öldürülmesini PKK’nın “Suruç’a misilleme” diye üstlenmesi; dün, yani 23 Temmuz’da ise iki trafik polisine kurulan pusu izledi. İlginçtir, bu da belki Demirtaş’ta gene kısmî bir zigzaga neden oldu. “PKK’nın misilleme olarak öldürdüğü iki polis ve Adıyaman'da öldürülen askerin ailelerin acılarını paylaşıyorum.” diyebildi ve devam etti: “Kan kanla yıkanmaz, bunu biliyoruz. Bütün bu zorluklara rağmen, demokratik, barışçıl bir yöntemi benimsemeye devam edeceğiz. Çok öldük, çok üzüldük.” (Radikal, 23 Temmuz). İyi, güzel de, nutuk ve demeçleriyle kendisi zeminini hazırlamadı mı bu güya misilleme saldırılarının? 6-7 Ekim 2014’te de aynı şeyi yapmamış mıydı, önce halkı kışkırtıp sokağa çağırmak, ardından 50 küsur ölü karşısında belki korkup geri çekilmek suretiyle? Bu samimi bir üzüntü mü, yoksa politika gereği dökülen timsah gözyaşlarından mı ibaret?
Aynı demeçte Demirtaş: “Mevcut AKP iktidarı IŞİD ile işbirliği algısı ürettiyse, bu bizden kaynaklanmıyor. Bu algıyı düzeltecek olan biz değiliz.” demiş. Bir yalan daha. Evet, sizden kaynaklanıyor. Siz ürettiniz, PKK-HDP basını üretti bu “algı”yı, aylar boyu süren, tren ve TIR montajı vb yayınlarıyla. Cemaat de üretti ve siz de “hık” deyicisi kesilip aynen tekrarladınız. İki gün önce kendiniz bundan bir gerçeklik, kesin bir hüküm olarak söz ediyordunuz. Şimdi, boynunuzu bükmüş, alt tarafı bir “algı”dan söz ediyorsunuz. Böyle bir “algı” varmış; ne yapsınlarmış. Vah vah. İnsan biraz utanır. Sorumsuz ahlâksız demagojinin bu kadarına da pes doğrusu.
Of of. Öyle veya böyle; artık geri dönülemez, halk barış istiyor, silâhlar tekrar konuşamaz türü boş iyimser lâfları ede ede, bu noktaya geldik işte. Evet, anlaşılan savaşacaklar tekrar, çünkü bu gücü, dış desteği ve özgüveni buldular (veya bulduklarını sanıyorlar). Çünkü:
(1) AKP Ortadoğu’daki gelişmeleri iyi değerlendiremedi ve Çözüm Süreci’ni zamanında hızlandırıp sonuçlandırarak PKK’yı “Türkiyeli” bir vizyona bağlamayı; bu zeminde büyük bir Türk-Kürt ittifakı kurmayı başaramadı. Çok bocaladı ve tereddüt etti; kim hangi apolojilerde bulunursa bulunsun, Kobani’de belki sırf kararsızlıktan fırsatı da, insiyatifi de kaçırdı; Türkiye’yi aşan ve Kuzey Kürdistan’la birlikte Rojava’yı da kapsayan “Kürdistanî” bir projenin, bir “Büyük Kürdistan” hayalinin (herhalde ABD’nin de göz kırpmasıyla) doğmasının önünü alamadı; buna daha çekici, daha barışçı, daha tatmin edici bir alternatif bulup çıkaramadı.
(2) Buna karşılık PKK, anlaşılan tam da bu vizyonu ve stratejiyi benimsedi ki, hem de daha yeni seçimlerde 80 milletvekili çıkarmışken ve dolayısıyla önlerinde her türlü barışçı demokratik siyaset olanakları uzanırken, Türkiye’nin iç koşulları itibariyle en ufak bir gerekçesi, zerrece haklı zemini bulunmayan; hani “şunun için tekrar savaşıyoruz” diye hiçbir makul açıklamasının yapılamayacağı bir savaşın ilk adımlarını atmakta. Çünkü o 80 milletvekili, “Türkiyeli” bir Çözüm Süreci’ni ilerletip sonuca ulaştırmaya yarayabilir, ama kısmen Irak, kısmen Suriye, kısmen Türkiye topraklarını kapsayacak bir “devletleşme” projesinin savunucusu ve yürütücüsü olamaz. Madalyonun ters yüzünde, kanımca 2010-2011’de barıştan kaçarken de PKK’nın kafasında aynı tasavvur vardı (çünkü “demokratik özerklik” dâvâsı asla silâhlı mücadelenin sürmesinin gerekçesi olamazdı), şimdi de aynı tasavvur söz konusu.
(3) HDP’nin demokratik siyasette varlığı, silâhların gölgesinden çıkıp PKK-KCK hegemonyasına karşı kendi bağımsız kişiliğini bulmasına bağlı. Selâhattin Demirtaş liderliğinin seçim çizgisi bu açıdan da çok büyük hatâydı, çünkü Çözüm Süreci’ni baltalamayı sürdürmekle aslında kendi bindikleri dalı kestiler. 7 Haziran öncesinde bu, hep bir seçim stratejisi ölçüsünde değerlendirildi ve eleştirildi (örneğin bkz Etyen Mahcupyan’ın çeşitli yazıları). Ama PKK’nın rolü ve hesabı; belki PKK’nın HDP’ye neyi dayatmakta ve nasıl dört bir yanından sarıp sarmalayarak esir almakta, yeniden savaş çizgisinden kolay kolay çıkamayacak hâle getirmekte olduğu, tam anlaşılamadı.
(4) Son bir yılda ve özellikle seçim sürecinde, dogmatik, fanatik bir AKP düşmanlığı ve ne olursa olsun AKP’yi devirme umudu doğrultusunda, aşikâr ki PKK ve HDP son derece pohpohlandı ve şımartıldı medya, sol ve bir kısım aydınlar tarafından. Öyle ki, silâhlı mücadele fetişizmi dar sol çevreleri aşıp (DHKP-C dalkavukluğunu dahi içerecek derecede) siyasetin merkezine taşındı. AKP=IŞİD denklemi, hani o Selahattin Demirtaş’ın şimdi ansızın kesin bir gerçeklikten bir “algı” mertebesine indiriverdiği Goebbels-vâri büyük yalan, PKK medyasıyla elbirliği içinde imal edilip yaygınlaştırıldı. Erdoğan’ın sertliği ve (mecazî anlamda) savaşçılığından yakınanlar, PKK-HDP’nin çok daha reel ve fiilî savaşçılığına tek söz söylemedi, söyleyemedi.
Öte yandan, kendimi çok daha yakın hissettiğim bir yığın aydın da Kürt hareketine eleştirilerini hep olabildiğince sınırlı ve olabildiğince yumuşak tuttu. Dil, dendi; bırak bu üslûbu, dendi; silâhların vakti ve modası geçti, dendi; HDP Kandil’in gölgesinden çıkıp kendi şahsiyetini kazansın, dendi ama bunların pek ötesine geçilemedi, çünkü “Kürt özgürlük hareketi”nin esas itibariyle olumlu bir güç ve Türkiye’nin demokratikleşmesinin önemli (hattâ bazılarına göre en önemli) dinamiği olduğu paradigmasının körleştirici etkisi bir türlü aşılamadı.
Serbestiyet’te kimbilir kaç defa yazıldı; yeryüzündeki hemen her şeyi, Amazon ormanlarında kanat çırpan kelebeklere varıncaya dek kınama kapasitesine sahip bazı liberal-sol aydınlar, bir türlü PKK’nın şiddetini ve silâh bırakmamasını kınayamadı. Ne oldu; bu ortamda birçok aklı başında sanacağınız insan da 7 Haziran seçimlerinde tıpış tıpış gitti, hepsi AKP düşmanlığından olmasa bile en azından bir kısmı, Avrupa ölçülerine en uygun, en demokratik alternatif zannıyla HDP’ye oy verdi. Ve ardından, önce CHP-MHP-HDP “bloku” uğruna MHP ve HDP arasında söz kesme girişimleri; olmayınca, üstelik de AKP-CHP formülü ağırlık kazandıkça, bu sefer de ister istemez bu koalisyonu hedef alacak olan “devrimci halk savaşı” çıktı.
Bir yandan IŞİD, bir yandan PKK. Türkiye çok zor durumda. Ama bu darboğazın, bu Sırat köprüsünün sorumluluğunu kim hissedecek, ruhunda ve vicdanında? Veya kim, içi hiç titremeksizin rakı sofrası sohbetlerinde bütün küfürlerini AKP’ye yöneltmeyi, PKK ve HDP’nin olanca kepazeliğine ise gene ses çıkarmamayı tercih edecek? Korkuyorum ki şimdi bile bazıları, binbir dereden su getirip bu yeni savaşa karşı net bir tavır almayacak. Çünkü AKP düşmanlığının kendilerini soktuğu bu mecranın bağlayıcılığından çıkıp yüzgeri etme cesaretini, hele mahalle baskısı karşısında, asla bulamayacak.
serbestiyet.com
YAZIYA YORUM KAT