Suriyeli Ensarların Penceresinden Türkiyeli Muhacirler
Ona Ramazan’ı sordum.
Önce duraksadı. Sonra omuzlarına kadar katlanmış ve içi boş gömleğinin koluna başını eğerek gözyaşlarını silip, sırtını arkasındaki soğuk duvara yaslayarak, hoyrat ve bir o kadar da boğuk bir ses ile ‘’ altı yıl ‘’ diyerek başladı konuşmaya Ahmet.
Altı koca yıl, altı mübarek ay, altı Ramazan hangisini anlatacağına o da karar verememişti sanki. Türkiye’deki iç savaşta kollarını kaybettikten sonra Suriye’ye gelen binlerce muhacirden sadece biriydi o. Fakat sanki binlerin sesi dilinden dökülüyor, binlerin hüznü gözlerine vuruyordu. Yaptığım röportaj boyuncahiçbir an bile başını eğmedi. Tıpkı şuan yaptığı gibi. Yorgunluğu ses tonuna sinmişçesinedevam etti konuşmaya fakat öyle dik ve öyle onurluca. Türkiye’deki son Ramazan sofrasını anlattı. Bir iftar vaktiydi diyerek başladı konuşmasına. ‘’Ellerimizi semaya açtıkey galibiyeti sonsuz ve yüce Rabbimiz soframızı bereketlendirdiğin gibi mücadelemizi ve azmimizi de bereketlendir dedik’’ sonra sustu Ahmet. Yutkundu. İki koluna baktı. Gözlerinden inci taneleri süzülüverdi yanaklarından aşağı. ‘’bir iftar vaktiydi’’ dedi yeniden. Başını iki yana sallayarak ‘’damaklarımızı kurutan bizim tuttuğumuz oruç değil damaklarımızı kurutan harflerin, hecelerin,kelimelerin tuttuğu oruçtur. Bir gün eğer bu zulmün cümlelerini dizerse insanlar zihinlerine işte o gün kardeşim işte o gün Diyarbakır’dan, Bingöl’den, Ankara’dan, İstanbul’dan uzak ilk iftarımızı açacağız.’’ dedi.
Sonra kaldırdı başını. Şöyle baştan aşağı bir süzdü beni. Kayıt cihazıma, not defterime baktı. Bir yandan da gözleri getirdiğim birkaç kişilik iftarlık yemekteydi. ‘’ Burayı sorarsan güzel kardeşim, biz savaşın ülkesinden çıkıp gelmişiz. Ensar yüreklilerin bizlere ettikleri yardımlar Allah katında bir bir not edilecektir. Bunun yanında bizlerden pek haz almayanlar da var. Onlara zerre kadar bir kin beslemiyoruz sonuçta burada misafiriz. Elbet topraklarımıza geri döneceğiz. ‘’dedi. O an küçüklüğüm geldi aklıma. Küçükken evimize bir misafir geldiğinde babam hiçbir hizmetten kaçınmamamızı bize öğütler dururdu. Öyle ki misafiri uğurlarken ayakkabılarını dizer, bahçe kapısına kadar misafire eşlik ederdik. Şimdi gelen bizim misafirimiz değil kardeşimizdi. En güzel şekilde hizmet edip savaş bittiğinde de ülkesine en güzel şekilde uğurlamak olmalıydı bizim görevimiz. Nihayetinde röportajımız bitmişti. Ahmet önündeki Kur’an’a sarılmış bende ağır adımlarla evimin yolunu tutmuştum. Her adım atarken şu cümleler batıyordu kalbime ‘’ hayır hayır! o, senin misafirin değil; o, senin kardeşin’’
Sahur yapmak için kalkmıştım, aslını sorarsanız pek yattığım da söylenemez. Çünkü sahur vakti yaklaştıkça kardeşimin aç kalacağı vaktin menzili de yaklaşıyordu. Halep’te , Şam’da, Dera’da ve birçok yerde muhacir kardeşlerimizin karnını doyuracağı iftar çadırları kurulmuştu. İftar vakitleri karnını doyuran kardeşlerim sahur vakitlerinde ne yiyip ne içeceklerdi. Bunun için bir şey yapmalıydım. Sabahında bütün mahalleliyle tek tek görüştüm. Sahur için bir şeyler hazırlayacaklardı ve bundan sonra kardeşlerimiz de tok bir şekilde açacaklardı gözlerini sabaha. Bu giderek yaygınlaşmıştı. Suriye’nin her yerinde Türkiyeli muhacir kardeşlerine yardım elini uzatan Ensarlar bizlere Sabikun ne demektir bir kez daha göstermişlerdi. Bu yardım konvoyu öyle bir işgal etmişti ki kalbimizdeki yolları birçoğumuzun başvurusu üzerine birçok belediyede sahur çadırları da kurulmaya başlanmıştı. Bir sahur vakti yine Ahmet’in yanına gittim. Gözlerinin içi gülüyordu. Sahurumuzu yaptık daha sonra namazımızı kıldık. Namazdan sonra şöyle baştan aşağı bir süzdü beni ve gözlerime bakarak tekrarladı o sözlerini.
“Damaklarımızı kurutan bizim tuttuğumuz oruç değil, damaklarımızı kurutan güzel kardeşim harflerin, hecelerin, kelimelerin tuttuğu oruçtur. Bir gün eğer bu orucu bozup bu zulmün cümlelerini dizerse insanlar zihinlerine işte o gün kardeşim işte o gün Diyarbekir’den, Bingöl’den, Ankara’dan, İstanbul’dan uzak ilk sahurumuzu yapacağız..’’