Suriye'de yaşananları insani pencereden değerlendirebilmek...
Gazeteci Feyza Gümüşlüoğlu, Suriye savaşının insani boyutunu, stratejik analizler kadar sıradan insanların hikayelerine odaklanmanın önemini ve zulmün gölgesinde unutulan hayatları kaleme aldı.
Feyza Gümüşlüoğlu / Fokus Plus
“Küçük Resme” bakmak: İnsani ve mesleki açıdan Suriye sınavını geçtik mi?
En sonda yazmam gereken şeyi başta yazayım: Bu yazı büyük resme değil küçük resme, stratejik analizlere değil daha çok insani duygulara dayalı olacak. Suriye’de son iki haftada yaşanan ve Esed rejiminin çöküşüyle sonuçlanan baş döndürücü gelişmeler elbette derinlikli analizleri, rasyonel sebep-sonuç ilişkilerini, bundan sonrasına ilişkin spekülasyona değil eldeki somut verilere dayalı öngörüleri fazlasıyla hak ediyor ki tüm bunlar bolca yapılmakta ve daha uzunca bir süre de yapılacağına şüphe yok. Benimse bu yazıda odaklanmak istediğim, aslında 2013 yılında hissettiklerime benzer duygu ve düşünceleri içeriyor. Meselenin insani yanı. Makro değil mikro kısmı. Yani aslında gazeteciler, akademisyenler ve “uzmanlar” olarak işin genellikle ihmal edilen boyutu…
2012 yılı Kasım ayı… Katar’ın başkenti Doha’da muhabirim. 2011 yılı mart ayında bölgedeki Arap Baharı rüzgarlarının da etkisi ve cesaretiyle Suriye’de tamamen barışçıl protestolarla başlayan olaylar Esed rejiminin şiddeti sonucu kısa süre içinde büyümüş ve kanlı bir iç savaşa dönüşmüş. Bir yandan sahadaki askeri mücadele sürerken, diğer yandan siyasi muhalefet, kanlı savaşı olabildiğince çabuk durdurma hedefiyle şekilleniyor. Siyasi muhalifler sık sık Doha’da toplanıyor, muhalefetin çatı kuruluşunu tesis ediyor ve koordineyi sağlamaya çalışıyor. Genç bir muhabir olarak ben de Doha’da, o dönem kamuoyunda isimleri sıkça duyulan, görüntüleri ekranlarda bolca dönen ancak pek de tanınmayan muhaliflerin toplantılarını Anadolu Ajansı adına rutin olarak takip ediyorum. Muhalefetin başına seçilen isimleri, alınan kararları, yapılan açıklamaları, aslında bir muhabirden bekleneceği gibi ve beklendiği kadar aktarıyorum. Ta ki bir akşam Doha’da, girişinde üç yıldızlı devrim bayrağının asılı olduğu Suriye restoranında yediğim yemeğe kadar…
Gün içindeki toplantılar bitmiş, ajansa geçilmesi gereken rutin haberler veya röportajlar yapılmıştı. Suriye muhalefetinin o dönem Türkiye temsilcisi olan Halit Hoca (veya Türkiye’de kullandığı ismiyle Alptekin Hocaoğlu) ile o restoranda yemek yiyip sohbet ederken, konu ilk kez çocukluğundan açıldı. Gazeteciler genellikle rutin haberler yaparken ve bağlı bulundukları kurumlar tarafından üzerlerinde bir ‘deadline’ baskısı varken o an önemsiz gibi görünen kişisel hikayeleri göz ardı edebiliyor, zira sizden istenen ve beklenen şeyler başka. O akşam yemeğinde meseleye “haber değeri” ötesinde de bakmanın icap ettiğini ilk kez hissettiğimi hatırlıyorum.
Muhalefetin Türkiye temsilcisi olarak o ana kadar daha ziyade siyasi konularda görüşlerini aldığım, “kulis” bilgileri sorduğum Halit Hoca Suriye’de 15 yaşında muhaberat tarafından nasıl hapse atıldığını, bir zaman sonra kaldığı koğuşta hemen yan zindanda işkence seslerini duyduğu babasının da olduğunu anladığını ve daha pek çok iç burkan detayı ilk kez anlatmıştı. Daha önce konuştuğum kişiden ilk kez farklı gelmişti o akşam gözüme. Sanki onu yeni tanıyordum. Gözlerim dolu ve hayretle dinlediğim o kişisel hikaye sonrası eve döndüğümde o kadar etkilenmiştim ki, Suriyeli muhaliflerin hayat hikayesi üzerine bir kitap yazmaya hemen o gece karar verdim.
O akşamdan sonra muhaliflere nasıl farklı bir gözle bakmaya başladığımı bugün çok net hatırlıyorum. Adeta her biri, takım elbiseleri ve hep ‘haber değeri’ne odaklandığım sözlerinin ardında ve ötesinde üzüntü, umut, öfke, hayal kırıklığı ve daha pek çok insani duygu ile başka bir surette karşımda duruyordu. Sahi, Türkiye kamuoyunda sosyal medyada sıkça denk geldiğim üzere “birilerinin maşası” olmakla suçlanan, “madem öyle neden gidip kendi ülkelerinde mücadele vermiyorlar” diye ahkam kesilen bu adamlar neden muhalif olmuştu? Ne yaşamışlardı da bugüne gelmişlerdi?
Ertesi günlerde o farkındalıkla gittiğim Suriye muhalefetinin Doha büyükelçiliği açılışında, merhum büyükelçi Nizar Hiraki’nin hararetli konuşmasını çok başka bir kulakla dinlediğimi iyi anımsıyorum. Nizar Hiraki’nin Suriye muhalefetinin Katar’daki ilk büyükelçisi olarak yazacağım haber için söyleyecekleri kadar, hatta belki de ondan daha önemlisi hayatını, çocukluğunu, ailesini, acılarını, sevinçlerini ve hayallerini ilk kez merak ettim o gün. Aynı şekilde o günler her sözü manşet olan SMDK Başkanı Moaz el Hatip’e veya herkesin peşinde koştuğu, Esed rejiminden ayrılıp muhalefetin saflarına katılan eski Başbakan Riyad Hicab’a yaklaşırken de öyle. Nitekim sonrasında, artık haber için değil kitap için kişisel hayat hikayelerini merkeze alarak söyleşilere başladığımda muhaliflerin kendisinden de birkaç defa “ilk kez bu soru soruldu” cümlesini duyduğum anlar oldu. O anlarda daha iyi anladım haber değerinin son derece basit ama önemli insani şeylerin önüne nasıl geçebildiğini…
Analizler ve ‘insan’
O dönemin üzerinden 12, Suriye iç savaşının başlamasının üzerinden 13 sene geçti. 8 Aralık 2024 tarihi itibarıyla 24 yıllık Esed rejimiyle birlikte Suriye’de 61 yıllık Baas rejimi de çöktü. Bugün şaşkınlıkla karışık bir rahatlama ile yaşananlara bakarken, geçmişe gidip son 13 yılın muhasebesini yaptım kendim ve meslektaşlarım adına. Yıllar sonra yeniden 2012 sonlarında Doha’da hissettiklerime benzer şeyler hissettim. “Suriyeli muhalifler/cihatçılar/radikal unsurlar…” Bu ve benzeri kalıplarla genelleştirip manşetlerde geçiştirdiğimiz yapıların içinde de normal, sıradan hayatların olduğunu unutuyoruz çoğu zaman. İnsanlar neden seviniyor örneğin? Rejim yerine radikal bir grup kontrol ettiğinde bir şehrin neden ‘özgür’ olacağını hissediyorlar? Neden korkuyorlar, neyi umuyorlar? Unsur değil insan, bölge halkının çoğunluğu. Büyük analizler yaparken bu basit gerçeği unutuyor, stratejik derinliklerde kayboluyoruz çoğu zaman…
“Esed af ilan etti, mülteciler niye hala dönmüyor?” diyorlardı. “Suriye’de savaş bitti, niye hala dönmüyorlar?” diyorlardı. Keza kitabımın çıktığı dönemde “Madem muhalifler, neden ülkelerine gidip mücadele etmiyorlar?” diyorlardı. Baas rejimine dair cehalet ya da ideolojik körlüktendi bu. İnsanların gerçekten güvenip de korkusuzca dönebilecekleri bir Suriye, iç savaşı takiben ancak şimdi oluşuyor. Esed rejimiyle normalleşme gerçekleşmiş olsa dahi bu dönüşü sağlamayacaktı çünkü Esed, halkıyla normalleşebilecek bir lider değildi. Rejimin çöküşü sonrası karanlık zindanlardan çıkan görüntülerle şimdi biraz daha anlaşılabiliyordur belki bu.
“Biliyor musunuz, o hapishanelerden çıkmış kadınlar ve erkekler içimizde, aramızda yaşıyordu yıllardır. Hiçbirine mikrofon uzatılmadı. Hatta onlara bile ne geldin, defol dendi. Altüst olmuş bir halde ülkemize sığındılar ama korkudan bir kısmı evlerinden bile çıkamadılar.” diyor, Suriye üzerine yıllardır vicdanın sesiyle konuşan, yazan çizen Zahide Tuba Kor. Çok haklı.
“Sabahtan bu yana TV’lerde Türkçe konuşan Suriyelileri dinliyoruz. Tecrübeleri ne yönde, nerden geldiler, nerde çalıştılar vs… Bunun 10 yıldır yapılmadığının farkında mısınız? Birkaç sosyal medya hesabı dışında ne seçim sürecinde ne başka zamanda siz ne düşünüyorsunuz, sizde durum ne diye sorulmadı onlara? Daha açık bir şekilde Suriyeliler dinlense ve TV’lerde de görsek bir grup insanda belki hiç yabancı düşmanlığı oluşmayacaktı.” diye yazmış Orta Doğu üzerine çalışan sevgili Betül Doğan Akkaş. O da çok haklı.
Bu sözler de kamçılıyor, Suriye üzerine insani ve mesleki bir muhasebe yapma ihtiyacını. Sahi, birkaç gündür ülkemizdeki sığınmacılar, mülteciler gidiyor diye sınır kapılarından bayram havasında bir coşkuyla yayın yapanlardan kaçı bu insanlara 13 senelik misafirlikleri boyunca mikrofon uzattı? Kaçının hikayesini, acılarını, dertlerini, korkularını biliyoruz? Zamanında “Esed ile normalleşme olursa Suriyeliler gider” varsayımında bulunan “uzman”ların kaçı Suriyelileri gerçekten dinledi? Esed rejimi gibi, pek çok insanın yeni yeni zalimliğini idrak etmeye başladığı bir rejime güvenip korkusuzca geri dönebileceklerini nasıl düşündüler, onlar adına?
Son 13 yılda en fazla konuştuğumuz gruplardan biri hiç şüphesiz Suriyeliler oldu bu ülkede. “Suriyeliler gidecek mi”, “Suriyeliler kalacak mı”, “Suriyeliler bedava sağlık hizmeti alıyor”, “Suriyeliler bedava eğitim alıyor”, “Suriyeliler neden bu kadar çocuk yapıyor?” Örnekleri çoğaltmak mümkün. İstisnalar dışında çoğu zaman Suriyelileri ilgilendiren bu ve benzer tüm konularda Suriyeliler adına uzman sıfatıyla Suriyeliler değil Türk konuklar konuştu. Bugün onların mutlu, umutlu ve onurlu dönüşünü izlerken, kendi adıma olmasa da ülke medyası adına “keşke” diyorum; keşke daha fazla yer verebilseydik onlara, acılarına, sevinçlerine, korkularına, umutlarına…
Gönül rahatlığıyla diyebilirim ki 13 yıllık bu sınavda kendi adıma içim çok rahat. 2013'te insanların "gidip ülkelerinde savaşsınlar" diye ahkam kestikleri muhaliflerin hayatını kitap yazdım. Sonrasında çalıştığım televizyon kanalında her fırsatta ülkemizdeki Suriyelilere söz verdim, onları ilgilendiren konularda bizzat onları dinlemeye gayret ettim. Her iki dönemde de çok linç yedim, tehditler de aldım. Geri dönüp baktığımda insani ve mesleki sorumluluğumu yerine getirdiğimi düşünüp şükrediyorum. Ama bazı dersler çıkarmadan da edemiyorum.
Bu yazıyı yazmamın amacı da o dönem kitabı yazma amacımla aslında hemen hemen aynı: Siyasi olmaktan çıkıp insani krize dönmüş hadiselerde, stratejik analizler yaparken sıradan insanları da göz ardı etmemek, hikayeye makro kadar mikro ölçekte de bakabilmek, büyük resmi görmeye çalışırken küçük resmi de küçümsememek… Suriye için bunu ne kadar yapabildik onun iç muhasebesini herkes kendi adına yapacaktır elbet ancak bundan sonra Filistin başta olmak üzere zulme uğrayan tüm halklar için bu farkındalığı ve hassasiyeti taşımaya gayret edelim. Rakam veya ‘unsur’ değil insan zira, bölge halkının büyük çoğunluğu…
HABERE YORUM KAT