Suriye'de kaybolan kök
Jandarma zaptiyesi olan dedemi görmedim. Nasıl görebilirdim ki, vefat ettiğinde babam 1,5 yaşında idi. Bize, dedemi babaannem anlatırdı.
Dedem Ali Çavuş, eski bir Arap geleneğine uyarak doğan çocuklarını süt anneler emzirsin diye konar göçer bedevilere verirdi. Bunların çoğu Kamışlı, Ihsıçe, Mardin hattında gezinir, badiyede yaşardı.
İmparatorluğun dağılma çağıdır ve hiçbir şey eskisi gibi kolay değildir. Dedem, bir defasında doğar doğmaz oğlu İsmail'i vermiş, süt annesi onu yedi yıl sonra getirmiş. Öz annesini ve babasını hiç tanımayan İsmail, aylarca süt annesini ve babası bildiği kocasını sayıklayıp durmuş, sonunda hastalanıp ölmüş.
Babamın doğumundan önce dedem son olarak bir kız çocuğunu daha bedevilere vermiş. Verdikten sonra da sınırlar çekilmiş, Türkiye ile Suriye birbirinden katı-kesin, acımasız (ve fakat Sinan Çetin'in 'Propaganda' filmindeki gibi sun'i) sınırlarla birbirinden ayrılmış. Dedemler "fevka'l-hatta (Türkiye)", küçücük halam "tahte'l-hatta (Suriye)" kalmış. Bir daha da yüzünü gören, haberini alan olmamış.
Babaannem bize bu olayı defalarca şöyle anlatırdı: "Deden, belli etmiyordu, ama çok üzülüyordu. Her akşam, geniş avluya çıkar, alabildiğince uzanan Mezopotamya ovasına bakar dururdu. Ona sorarsan yemeğe misafir arıyordu. Tek başına yemek yemediği doğruydu, sofrada bir misafiri olmasını isterdi. Aşiret ehli, misafirle yemek yiyince mutlu olur. Bize sıkça misafir gelirdi, misafir gelmediğinde dedem sokağa bakan avlunun ucunda oturur, gelip geçenlerden birini yemeğe davet ederdi. Bana öyle geliyordu ki misafir bulmak üzere avluda saatlerce oturup bakması bahaneydi, o hep Mezopotamya ovasına, Suriye tarafına bakar, sanki ufuktan bir anda kızını verdiği süt annesi çıkıp gelecekmiş gibi beklerdi. Sert mizaçlı ve ketum biriydi. Kimseye zaafını belli etmezdi. Hayatının sonuna kadar kızının hasretiyle yaşadı, ama bir kere hat (sınır) çekilmişti, irtibat tamamen kopmuştu."
1970'lerde Mardin Latifiye Camii'ne Şeyh Zübeyir isminde bir hoca geldi. Suriye'de tahsil görmüş, alim ve fazıl bir zattı. Babam onu tanıyordu. Bir gün babam heyecanla geldi ve Zübeyir Hoca'nın halamın yerini bildiğini söyledi. İçi içine sığmıyordu. Hoca'nın verdiği bilgilere göre halam Şam'da yaşıyormuş, iki erkek bir kız çocuğu varmış, üçü de memurmuş. Babam Suriye'ye nasıl gidebilirim diye planlar yapmaya başladı. Tabii aradan epey zaman geçti. Bir de öğrendik ki Zübeyir Hoca İstanbul'a Beykoz'a taşınmış.
İstanbul'da Zübeyir Hoca'yı aradım. İzini buldum. Tam Beykoz'a gideceğim hafta hoca vefat etti. Böylece tek halamla irtibat kurma ümidimiz de suya düşmüş oldu. Sonra babam da vefat etti. Halamın yaşadığını sanmıyorum. Çocuklarının isimlerini dahi bilmiyoruz. Kısaca köklerimizden biri Suriye'de, ama bu da kayıp bir kök.
Bu anlattıklarım bir dram mı, Yeşilçam türü bir arabesk mi? Bilemiyorum. Hâlâ Suriye'de yaşayan bir amcamın kızı var. Ölüm veya sevinçli günlerde ne zaman Türkiye'ye gelmek istese inanılmaz sıkıntılar yaşıyor. İki erkek, bir kız kardeşi öldü, her defasında cenazelerine yetişemedi.
Yıllardır, bayramlarda Suriye sınırında akrabaların tel örgülerin arkasından birbirlerine bağrışmalarını, hediye eşyası fırlatmalarını seyrederken hep dedemi hatırlar, hüzünlenirdim.
Geçen hafta Türkiye ile Suriye arasında vize kalktı. Hüzünle karışık bir sevinç duydum. Kendi ölçeğinde mevzuat değeri küçük, sembolik ve beşeri değeri çok büyük bir karar. Bundan daha iyi bir bayram hediyesi olamazdı.
Sınırların çekilmesinden ve vizelerin konulmasından haberi olmayan Adıyamanlı iki Müslüman hacca gitmek üzere sınır kapısına gittiklerinde onlara "Hani pasaport?" diye soran görevlilere "Pasaport da çiye (nedir)?" diye sormuşlardı. Bir gün gelecek bütün sınır kapılarında "Müslüman'ın pasaportu La ilahe illallah'tır", denip bu parola ile bütün İslam yurdu serbestçe gezilecektir.
Vizenin kalkmasında emeği geçen herkese teşekkürler.
ZAMAN
YAZIYA YORUM KAT