Suriye Zirvesi: Masada Uzlaşma, Sahada Savaş!
Ankara’da dün düzenlenen Suriye konulu 3’lü zirveden beklendiği üzere yeni ve somut hiçbir sonuç çıkmadı, taraflar kendi tezlerini tekrar etmiş oldular. Astana Sürecinin devamı olarak gerçekleşen toplantıda yeni bir mutabakat maddesi olarak anayasa çalışmaları hususu öne çıkartılmış olmakla birlikte bunun yöntemine ilişkin belirsizlik söz konusu mutabakat iddiasını zaten baştan boşa çıkarmakta. Türkiye anayasa çalışmasını yeni bir rejim inşası şeklinde tahayyül ederken, İran ve Rusya ise bu konuyu anayasa değişikliği/tadilatı olarak yorumlamaktalar. Bu da tarafların aynı konuyu konuşurken aslında bambaşka hedefler peşinde koştuklarını göstermekte.
Zirvede İran Cumhurbaşkanı Ruhani tüm yabancı güçlerin Suriye’yi terk etmesi çağrısını tekrarlarken, anlaşılan o ki Suriye’de kendilerini evsahibi görmenin dayanılmaz pişkinliğini yaşıyordu. Yine Ruhani başından itibaren Suriye’de siyasi çözümü savunduklarını ve bunun tek geçerli yöntem olduğunu söylerken ne harabeye çevirdikleri Suriye topraklarında katlettikleri yüzbinleri, ne de mezhebi bir kaygıyla Suriye’de can veren onlarca generalini hatırlamıyor gibiydi.
Rusya lideri Putin ise Ruhani’ye nazaran biraz daha düşük seviyede dillendirmekle beraber ‘terörist’lere karşı rejim güçlerinin operasyonlarının devam edeceğini vurgulayarak Türkiye’nin İdlib’e dönük kaygılarını ve beklentilerini yok saymış oluyordu. Özetle yeni Rus Çarı “başladığımız işi bitirmekte kararlıyız” mesajıyla Suriye’de son sözü kendilerinin söyleyeceğini ifade ediyordu.
Putin’in bu tür toplantılarda şov yapmayı sevdiği biliniyor. Ankara’da da fırsatı kaçırmadı. Yemen sorununa ilişkin konuşurken İran ve Suud yönetimi arasındaki çekişmenin yanlışlığını Kur’an-ı Kerim’den ayet okuyarak dile getirdi. Muhataplarına ayetle hatırlatmada bulunarak adeta Rusya’nın İslam dünyasına dışarıdan bakmadığı mesajını veren Putin’in bu simgesel boyutlu derin eylemi İslam dünyasında sömürgeci geleneğin klasik taktiklerini çağrıştırıyordu. Bu tavır Rusya’nın İslam coğrafyasında daha aktif bir şekilde var olma çabasını; öyle ki, gerekirse Suriye’de olduğu gibi füzeleriyle, gerekirse de Yemen’de ya da diğer bölgelerde arabulucu rolüyle sahnede yer alma kararlılığını yansıtmaktaydı.
Evsahibi Türkiye ise zirvenin doğal olarak en zor konumdaki katılımcısıydı. Bölgede mevcut hiçbir güç tarafından kabul edilmeyen Güvenli Bölge tezi ile birlikte İdlib’de yaklaşan felaket Türkiye’nin öncelikli gündemini teşkil etmekteydi. Suriye’nin toprak bütünlüğünü vurgulayarak Türkiye bir yandan partnerleriyle ortak bir noktada buluşma çabası sergilerken, diğer yandan İdlib’de Rusya’nın koordinasyonunda gelişen saldırı dalgasını rejim güçlerinin çatışmasızlık mutabakatını ihlali olarak tanımlamaya çalıştı. Ne var ki Rusya’nın Astana sürecinin başından itibaren altını çizdiği “anlaşma teröristleri kapsamıyor” tezi burada da bariyere dönüştü. “Teröristlerle mücadele” adı altında katliamların devam edeceği netleşti.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın sözlerinden Türkiye’nin İdlib’e yönelik tutumunu sürdüreceği ve bazılarının arzu ettiği gibi Esed rejimiyle yakınlaşma içine girmeyeceği anlaşılıyordu. Bu durum bize masada uzlaşmış görünenlerin aslında sahada savaş içinde olduklarını göstermekte. Bununla birlikte Erdoğan’ın zirvede yaptığı konuşmada Suriye’de en büyük tehdit olarak PKK/PYD’yi işaret etmesi Türkiye’nin eski tutumundan vazgeçme sinyali olarak yorumlanmaya müsait bir durum teşkil etmekte.
Şöyle ki, Esed lobisi de zaten uzun bir müddettir Suriye’de en büyük tehdidin, asıl tehdidin rejim değil de, PKK olduğunu dolayısıyla bu tehdidi bertaraf etmek için rejimle diyaloga geçilmesi gerektiğini savunmaktalar. Elbette Erdoğan’ın kısa vadede bu konuda geri adım atması beklenmiyor ama Suriye’de ‘asıl sorun’ tanımlamasının bundan sonraki sürece dair yaklaşımları etkileyeceği de rahatlıkla görülebiliyor. Nitekim dün akşamdan beri Esedsever cephede yer alan isimlerin büyük bir ilerleme kaydetmiş gibi sevinçli olduklarını, daha mütehakkim bir pozisyondan konuştuklarını, yazdıklarını görebiliyoruz.
Sonuç itibariyle güç dengesinden, zorluklardan, imkansızlıklardan bağımsız olarak Suriye’de asıl sorun tanımının çok temel bir ayrıma temel teşkil ettiğini vurgulamak isteriz. Suriye’de bunca zulmün faili, icracısı Esed rejimini tehdit ve suç skalasında birincilik koltuğundan aşağıya indirmek Suriye’de yaşanan bunca acıya, zulme, ihanete sırt dönmek anlamına gelir. Buysa ne İslami ilkeler, ne de insani değerler açısından asla kabul edilemez.
Açıkçası Erdoğan’ın Suriye’de icra edilen korkunç zulümlerin asıl faili Esed rejimine de, her türlü zorluğa, engele rağmen sürdürülen Suriye direnişine de bakışının değişmediğini tahmin edebiliyoruz. Bununla birlikte taktik hesaplar ve güç dengesinin dayattığı adaletsizlikler yüzünden verilen mesajların, geliştirilen söylemlerin ya da içine girilen tavırların süreç içinde kalıcı adımlara dönüşme riskini de yok sayamayız!
Son bir not olarak toplantıya yansıyan bir detaya dikkat çekerek bitirelim. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın daha önce de dillendirdiği üzere bazı kısaltmaları İngilizce telaffuz çabasının nedenini anlamakta zorluk çekiyoruz. Mesela PKK dedikten sonra PYD, YPG demek yerine, Erdoğan “Pi Vay Di” ve “Ay Pi Ci” şeklinde telaffuzda bulunuyor. Farsça ve Rusça konuşan muhataplarınıza bazı kısaltmaları Türkçe, bazısını ise İngilizce yapmanın anlaşılabilir bir mantığı olmasa gerek. Aynı şekilde Araplar tarafından Daiş diye kısaltılan IŞİD’i, Deaş diye telaffuz etme ısrarının da anlamsızlığına dikkat çekelim. Erdoğan’ın neden böyle davranma ihtiyacı hissettiği kadar etrafında bulunan mebzul miktarda danışmanın hiçbirisinin bu garipliği hatırlatma ihtiyacı hissetmemesi ya da hissedememesini ise gerçekten başlı başına bir gariplik saymak gerek!
YAZIYA YORUM KAT