Suriye Meselesine Tam Olarak Nasıl Bakmalıyız?
Yayın hayatına hazırlanan Sancaktar, Suriye meselesini oldukça anlaşılır bir üslupla madde madde özetlemiş.
Haksöz-Haber
Hakan Albayrak yönetiminde yeni yayın hayatına hazırlanan Sancaktar, daha önce yayınladığı tanıtım sayısında ağırlıkla Suriye gündemine yer vermişti. Tanıtım sayısında yer alan ve Suriye meselesine nasıl bakmak gerektiğini oldukça sade bir üslupla anlatan yazıyı iktibas ediyor; Sancaktar’a başlayacağı yeni yayın hayatında Rabbimizden muvaffakiyetler diliyoruz:
***
Suriye meselesine tam olarak nasıl bakmalıyız?
Tam olarak şöyle bakmalıyız:
1. Hafız Esed liderliğindeki Baas Partisi diktatörlüğü bir zulüm makinesiydi. 1982’de İhvan-ı Müslimin ayaklanmasını bahane ederek Hama şehri ve çevresini kıyasıya bombalayarak onbinlerce masum insanı katletti. Ardından müthiş bir tutuklama, işkence ve idam furyasıyla milletin iflahını kesti.
2. 2000 yılında ölen Hafız Esed’in yerine geçen oğlu Beşşar, köklü reformlar vaat etti. Muhaberat denilen gizli servisleri halkın ensesinden çekeceğine, ifade hürriyetinin önündeki engelleri kaldıracağına ve çok partili demokratik sisteme geçişi sağlayacağına söz verdi, fakat sözünde durmadı.
3. Yıllar geçtiği halde hürriyet ve adalet yolunda dişe dokunur bir tek reform bile yapmayan Esed, buna gerekçe olarak Suriye’nin emperyalist fitne tehdidi altında oluşunu gösterdi. Halbuki aynı dönemde Türkiye’deki AK Parti hükümeti de büyük meydan okumalarla (PKK terörü, Kemalist yargı diktatörlüğü, darbe teşebbüsleri) karşı karşıya olduğu halde köklü reformlar yapabildi.
4. “Esed gerçekten reformcu, fakat rejim içindeki reform karşıtlarından çekiniyor. Köklü reformlar için en uygun konjonktürü gözlüyor.” diye bir dedikodu vardı. Suriye halkı bu dedikoduya inandı ve umutla bekledi. Bu arada zindan duvarları işkence gören siyasi tutukluların çığlıklarıyla inlemeye devam etti.
5. Suriye devletini hürriyet ve adalet yolunda ıslah etmekten geri duran Esed, Suriye-Türkiye ilişkilerini iyileştirmek konusunda ise fevkalade atak davrandı. Bu, takdire şayan. İsrail’e karşı Hizbullah ve Hamas’a verdiği destek de elbette takdire şayan ama bunların hiçbiri Suriye halkına vaat ettiği reformları gerçekleştirmekten geri durmasına mazeret teşkil etmez ve liderliği altında devam eden mezalimi affettirmez.
6. Ayaklanma ve yıkım kaçınılmaz değildi. Esed, biraz basiret ve ferasetle bunun önüne geçebilirdi. Ne var ki, Tunus’ta devrim kutlamalarının yapıldığı ve Mısır’da da devrim rüzgârlarının estiği günlerde bir Amerikan gazetesine “Mısır ve Tunus’ta olanlar bizde olmaz” diye beyanat vererek, basiret ve ferasetten zerre kadar nasiplenmediğini ortaya koydu.
7. Düpedüz kaşınıyordu Esed. Öyle ki, ‘Bu ülkede reform öyle bir nesil içinde yapılabilecek bir şey değil’ bile diyebiliyordu pervasızca.
8. 2011 yılının Mart ayında Der’a şehrinde bir grup çocuk evlerin duvarlarına “Doktor (Beşşar), sıra sana geliyor!” diye yazdı. Bu çocukların Muhaberat tarafından tutuklanması ve “Onlar daha çocuk, bırakın evlerine dönsünler” diye yalvaran ailelerine ve toplum önderlerine hakaret edilmesi üzerine protesto gösterileri başladı. Halka gelişigüzel ateş açan sözde güvenlik güçlerinin işlediği cinayetler protestoları ayaklanmaya çevirince, rejim, günü kurtarmak için çocukları serbest bıraktı. Fakat günü kurtaramadı. Çocukların vücutlarındaki korkunç işkence izlerini gösteren videoların internette yayınlanmasıyla beraber ayaklanma yeni bir ivme kazandı ve şehirdeki Baas Partisi binası yakıldı. Çok net bir mesaj veriyordu Der’a: “10 yıldır reform diyorsun, hiçbir şey yapmıyorsun ey Beşşar! Sabrımız tükendi. Bu aşağılık düzene daha fazla tahammül etmeyeceğiz!” Nitekim o günlerde Der’a’lı bir genç, bir Arap televizyonunda şöyle dedi: “Dört gündür sokaklarda, meydanlarda içimizden geldiği gibi haykırıyoruz. Hayatımda ilk defa korku duvarını aştım ve özgürlüğü iliklerime kadar hissettim. Bu hissi o kadar sevdim ki, artık ondan vazgeçemem. Ölüm pahasına da olsa özgür kalacağım!”
9. Şehir merkezindeki camiyi ve çevresini Kahire’nin Tahrir Meydanı’na çeviren Der’a ahalisi orada gece gündüz hürriyet ve adalet sloganları atıyor, bunları elde edinceye kadar evlerine dönmeyeceğini ilan ediyordu. Başka şehirlerde de camilerden çıkan kalabalıklar “Canımız-kanımız sana feda olsun ey Der’a! Yaşasın hürriyet! Lailaheillallah, Allahuekber!” diye haykırarak onlara destek veriyordu.
10. Ok yaydan çıkmıştı, fakat okun hedefinde henüz Esed yoktu. Öfkeli kalabalıklar henüz “Halk düzenin yıkılmasını istiyor” demiyorlardı; “Halk düzenin ıslahını istiyor” diyorlardı.
11. Ortalık yanıp kavrulurken, Esed’in hiç sesi çıkmıyordu. Bu sessizlik iki hafta boyunca devam etti. Nihayet, Esed’in meclis kürsüsünde halka hitap edeceği ve konuşmasının devlet televizyonunda canlı olarak yayınlanacağı duyuruldu. Bütün Suriyeliler ve onlarla beraber biz Suriye dostları son bir umutla o konuşmaya kilitlendik.
12. Suriye’nin hürriyet ve adalete kavuşması dileğiyle gözlerinin içine bakan ve artık bundan aşağısına razı olmayacağını net bir şekilde ortaya koymuş olan kitlelere diye diye şöyle dedi Esed: ‘Tamam, bazı hatalar yapıldı ve insanlarımız haklı olarak öfkelendiler, ama bu isyanın arkasında İsrail var. Başka bazı bölge devletleri de var… Reform meselesine gelince: Başkan reform yapmak istiyor, fakat çevresi ona engel oluyor diye bir dedikodu var. Aslında tam tersi. Çevremdekiler bana daima reform yapmamı telkin ediyorlar, fakat ben onlara uymuyorum. Reform elbette gerekli bir şey, fakat bugünden yarına reform yapılmaz. Reformlar için takvim de veremem.’ İşte filmin tamamen koptuğu an! … Acil reforma yanaşmadığı gibi reform takvimi vermeye bile tenezzül etmeyen küstah bir diktatör! Ve karşısında, köklü reformlar için daha fazla bekleme takatini çoktan kaybetmiş, isyanın tadını almış, isyan içinde hürriyet hissinin tadını almış, ölüm pahasına da olsa hürriyet ve adaleti haykırmanın tadını almış kocaman bir halk! Devrim için düğmeye basılmayacaktı da ne olacaktı?
13. Devrim için düğmeye basanlar Amerikalılar yahut İsrailliler değil, Suriye’nin öz evlatlarıdır. Devrim hareketinin merkezleri CIA ve MOSSAD karargâhları değil, Suriye’nin camileridir. Suriyeliler, ülkenin dört bir yanında Cuma namazlarından sonra “Halk düzenin yıkılmasını istiyor” sloganları eşliğinde Esed’in posterlerini yırtmaya başladılar. Rejim buna katliam üstüne katliamla cevap verdi. Der’a, öncekini fena halde gölgede bırakan bir vahşete maruz kaldı. Humus’ta, İdlib mıntıkasında, Hama’da kan gövdeyi götürdü. Muhalif gösterilerin yapıldığı şehirler, kasabalar artık tankların hücumuna uğruyordu.
14. Rejim, muhalif gösterilerde birtakım teröristlerin ve yabancı ajanların halka ve güvenlik güçlerine ateş açarak ortalığı karıştırdığını, devletin barışçı göstericilere karşı değil o ajanlara ve teröristlere karşı savaştığını ileri sürüyordu. Fakat her ne hikmetse rejimin düzenlediği mitinglerde o ajanlara ve teröristlere hiç rastlanmıyordu!
15. Rejim bir yandan terörle mücadele edebiyatı yaparken, öbür yandan da çocukları bile alenen vahşice katlederek muhaliflere gözdağı vermeye çalışıyordu. Mesela, Der’a’da, katıldığı muhalif bir gösteride gözaltına alınan Hamza El-Hatip isimli 13 yaşında bir çocuk, Muhaberat nezaretinde akıl almaz işkencelerden geçirilerek öldürüldü ve tenasül uzvu kesilmiş olarak ailesine teslim edildi.
16. Katliama dayanamayıp sivil halka ateş açmayı reddeden askerler kurşuna dizilmeye başlayınca, binlerce asker, aileleri vasıtasıyla ulemaya başvurarak, “Öldürülmemek için öldürmemiz caiz midir?” diye sordular ve rejimin sadık âlimi olan Ramazan El-Buti de dahil olmak üzere bütün ulema “Öleceğinizi bilseniz dahî masum insanları vuramazsınız, böyle bir emri yerine getiremezsiniz” diye fetva verdi.
17. Vicdanlı askerler ordudan firar edip, halkı korumak maksadıyla silahlı gruplar oluşturdular. Hür Suriye Ordusu işte böyle doğdu. Savaşçılarının tamamına yakını Sünni Müslüman olmakla beraber, Hür Ordu mezhepçi bir yapı değil.
18. Devrimci Suriyelilerden terörist ve Amerikan/İsrail ajanı diye söz eden İran yönetimi ve Lübnan Hizbullahı, güya “direniş hattı”nı korumak için Esed rejimine her türlü desteği veriyor. Halbuki bugün devrim için yürüyen Suriyelilerle 2006’da Lübnan Hizbullahı’nın İsrail’e karşı zaferini kutlayan Suriyeliler aynı Suriyeliler. “33 Gün Savaşı” sırasında hiçbir komplekse kapılmadan Nasrallah’ı baş tacı ettiler. Kimse “Bu Şii’dir, bizden değildir” demedi. Sünni çarşılarda Nasrallah posterleri yok sattı. Şimdi ise o posterler –ve elbette Hamaney posterleri- Esed’inkilerle beraber yırtılıp atılıyor.
19. İran yönetimi ve Lübnan Hizbullahı Suriye Devrimi’ne cephe almasaydı, kanlı Esed diktatörlüğünü pervasızca savunmasaydı, hele bir de devrime yarım yamalak da olsa bir selam yollasaydı, bugün Suriye sokaklarında İran ve Lübnan Hizbullahı aleyhinde bir rüzgâr esmeyeceği gibi, “Suriye krizinin bir mezhepler savaşına dönüşerek bütün bölgeyi ateşe vermesi” gibi bir ihtimal üzerinde de durulmayacaktı. Bugün böyle bir ihtimal sözkonusu ise, bunun sorumlusu doğrudan doğruya İran yönetimidir. (Yeri gelmişken: Beşşar Esed’i destekleyen / Suriye Devrimi’ni desteklemeyen Şia ehlinin Şialığı ve Alevi’nin Aleviliği yalan. Hüseynî duruş sahibi İslamcının Hüseynî duruşu ve İslamcılığı da yalan. Şia, taraftar demektir; Hazret-i Ali -radyallahuanh- taraftarı. Alevi de o demektir. Haksız ve hakikatsiz gücün karşısında, o güç ezici de olsa, hak ve hakikati üstün tutmak demektir. Hüseyin’le aynı yolda olmak da diktatörlüğe karşı isyan bayrağını çekmek demektir. Şia olan, Alevî olan, Hüseynî olan, Suriyeli devrimcilerdir; yukarıda mezkûr kimseler değil. Onlar ki, bir yandan “Yâ Hüseyin Mazlum” derler, “Kerbelâ, Kerbelâ” derler, sabahtan akşama kadar Yezid’e lanet okurlar, fakat öbür yandan Hama ve Humus’taki Kerbelâ’ları görmezden gelip, masum kanı akıtmakta Yezid’i bile geride bırakan zalim Esed’e açıkça arka çıkarlar. Hüseynî devrim hareketinin varisleri olan Suriyeli devrimcilerin ve onların ailelerinin katledilmelerini dert edinmezler. Esir aldığı 12 İranlıyı İHH İnsani Yardım Vakfı’nın ricası üzerine serbest bırakan ve serbest bırakırken İran’a “Mevcut Suriye siyasetinizi değiştirip mazlumların safına geçin” diye çağrıda bulunan devrimci askerî birliğin adı “İmam Hüseyin Seriyyesi”. İroniye bakar mısınız?
20. Devrimciler diyorlar ki: “Biz devrimden vazgeçip Esed’i ululayarak yaşamaktansa Lailaheillallah diyerek ölmeyi tercih ederiz. Zaten silah bırakmayı kabul etsek de bizden ve ailelerimizden er veya geç intikam alırlar.” Hal bu iken, Suriye meselesine barışçı bir çözüm bulunması gerektiğini ve onun için de Hür Ordu’ya silah yardımında bulunmanın çok fena olacağını, zira böyle bir yardımın savaşı kızıştırarak daha fazla insanın ölümüne yol açacağını söyleyip duranlar var. Devrimciler kalaşnikof tüfeklerle de olsa tankların karşısına çıkmakta ısrar edeceklerine göre ve rejim de ‘bir avuç terörist’i etkisiz hale getirmek bahanesiyle şehirleri bombalamayı ve sivilleri kitleler halinde öldürmeyi ısrarla sürdüreceğine göre, burada “barışçı çözüm” denilen şey, İran ve Rusya destekli rejimin ezici silah gücüyle baş edemeyecek olan devrimcilerin ve onların ailelerinin, komşularının, şehirlerinin ortadan kaldırılması anlamına geliyor. Böyle bir yaklaşımı tasvip etmek mümkün değil. Mevcut felaketi sona erdirmek ve mutedil Hür Ordu’nun kontrolü dışında çıkabilecek olan mezhep savaşları gibi daha büyük felaketlerin önüne geçmek için tek yol Hür Ordu’nun vurucu gücünü alabildiğine arttırarak Esed’e bağlı güçleri bir an evvel darmadağın etmesini sağlamaktır. “Bu resmen savaş kışkırtıcılığı!” diyenler resmen katliam kışkırtıcılığı yapıyorlar!
21. Silahlı devrim mücadelesinin başladığı günlerden beri, 8-10 aydır, ABD ve bazı Arap körfez devletlerinin Hür Ordu’yu en gelişmiş silahlarla donattığına dair iddialar duyarız. Halbuki bu süreçte görüştüğümüz yüzlerce devrimci –istisnasız hepsi- silah kıtlığından şikâyet ettiler. Suriye Devrimi’ni hararetle desteklediği ve hatta askeri bir harekâtla Esed rejiminin tepesine bineceği ileri sürülen ABD ve diğer Batılı devletler, bizzat savaşmak şöyle dursun, savaşmakta olan Suriyeli devrimcilere silah vermeye bile yanaşmadılar. En azından hatırı sayılır bir silah yardımında bulunmadılar. Çünkü kulislerde “Bunların çoğu İslamcı. Onlara silah verirsek başımıza bela alırız” diyerek birbirlerini dolduruyorlardı. Kulislerdeki bu konuşmalar CNN ve BBC ekranlarına da yansıdı.
22. Devrim savaşçılarının pes etmemeleri ve halkın da onlara acımasızca bombalanmak pahasına ısrarla sahip çıkması –bu arada “Onlar destek vermezse devrim filan olmaz” denilen Şamlıların ve Haleplilerin de bütün riskleri göze alarak devrim kervanına katılmaları- karşısında sadece Esed rejimi değil Batı da neye uğradığını şaşırdı. Zevahiri kurtarmak için “Suriye’nin Dostları” toplantılarına katılıp Esed yönetimine karşı ambargolar ilan eden Batı, aslında ‘temenni’ babında bile devrimin yanında tam olarak yer almıyordu. Çünkü, hem devrimin kimliği konusunda tereddütleri vardı, hem Irak ve Libya gibi petrol zengini olmayan Suriye’ye bir türlü konsantre olamıyordu, hem de devrimcilerin bu kadar dayanabileceğine ihtimal vermiyordu. 16 aydır devrimcilere somut bir destekte bulunmadı. Bizim hükümetimiz ise Suriyeli devrimcilere başından beri somut yardımlarda bulunuyor ve hatta birçok Hür Ordu komutanını başka binlerce Suriyeli mülteci gibi memleketimizde ağırlıyor. Ne var ki, “Devrimcilere silah verirsek daha çok kan akar” yanılgısına düştüğü yahut düşürüldüğü için Hür Ordu’nun bu yöndeki taleplerini şimdiye kadar karşılamadı. Şimdi karşılamaya başladığı iddia ediliyor. İnşaallah doğrudur.
23. Birbuçuk-iki aydır Hür Ordu’nun vurucu gücünün arttığını görüyoruz. Artık gün geçmiyor ki devrimciler rejimin bir askeri konvoyunu darmadağın etmesinler, birkaç tane tank yakıp birkaç tanesini de ganimet almasınlar. Öte yandan, rejimin kalbi de artık Hür Suriye Ordusu’nun atış menzilinde. Eli kanlı savunma bakanı, içişleri bakanı, üst düzey askeri yetkililer ve muhaberat yöneticileri Liva-ul İslam (İslam Sancağı) gibi Hür Ordu birlikleri tarafından idam edilebiliyor. Şam’ın merkezinde Hür Ordu rüzgârları esiyor, bayrak direklerine devrim bayrağı çekiliyor. Halep, Hama, Humus neredeyse tamamen devrimcilerin kontrolünde. Devrimin ayak sesleri kulakları sağır edecek kadar yükseldi. En ağır şartlarda bile direncini kaybetmeyen Hür Ordu zaten rejim ordusundaki vicdanlı askerler için bir cazibe merkezi olmuştu ve bunlardan binlercesi zaten firar edip Hür Ordu’ya katılmıştı; fakat şu son haftalardaki saf değiştirme furyası bambaşka. Rejime indirdiği ağır darbelerle zafer ümidini yeşerten Hür Ordu’ya katılan rütbeli-rütbesiz askerlerin hesabını tutmak artık imkânsız hale geldi. Bu yeni durumun oluşmasında, Türkiye’den gittiği söylenen manevra kabiliyeti ve tahrip gücü yüksek silahların tayin edici bir rol oynadığı ileri sürülüyor.
24. Türkiye, Hür Ordu’ya henüz silah yardımına başlamadıysa derhal başlamalı, başladıysa bu yardımı hem nicelik hem de nitelik bakımından büyütmeli ve sevkiyatın hızını mutlaka arttırmalı. Bilhassa uçaksavar ihtiyacı acilen karşılanmalı. Hedef, “Bir an evvel nihai darbe” olmalı. Esed ve arkasındaki güçlere yeni fitne-fesat planlarını olgunlaştırıp devreye sokma fırsatı tanınmamalı.
25. 16 aydır tekrarlanan “NATO Suriye’ye müdahale edecek, muhalif denilen zevat buna zemin hazırlıyor” geyiği artık ölmüştür. NATO Suriye’ye girmek için fırsat kollasaydı, üyesi olan Türkiye’ye ait bir jetin Esed rejimi tarafından düşürülmesini altın fırsat bilip hemen “Bir NATO üyesine yapılan saldırı bütün NATO üyelerine yapılmış sayılır” gerekçesiyle Esed’in tepesine binerdi. Bu fırsatı kullanmadığına göre fırsat beklediği filan yok. Zaten NATO’nun kaptanı olan ABD yönetimi seçimlere hazırlanıyor ve bu süreçte Ortadoğu’nun adını bile duymak istemiyor. Hür Ordu’nun hiç ummadıkları kadar dayanıklı çıkması üzerine Amerikalılar belki bundan sonra “Devrimciler kazanırsa onların karşısına çıkmaya yüzümüz olsun” veya “İslamcı gruplara karşı seküler grupları güçlendirelim” diye düşünerek devrimcilere silah yardımında bulunma kararı alabilirler, belki de silah yardımına başlamışlardır bile; fakat bu da Suriye Devrimi’ni emperyalistlerin dümen suyuna sokmaya yetmez.
26. Rejim muhaliflerinin oluşturduğu Suriye Ulusal Konseyi’ne gelince… Frenkmeşrep Burhan Galyon gibi kimselerin varlığı, falanca muhalifin ABD’ye iltifatı yahut filanca muhalifin laiklik vurgusu Konsey’i kurumsal olarak bağlamaz, hele Suriye Devrimi’ni hiç bağlamaz. Aynı şey, Hür Ordu’dan çıkabilen çatlak sesler için de geçerli. Irak’taki Sadddam muhalifleri arasında ABD ve İngiltere’ye iltifat eden –hatta onların istihbarat teşkilatlarıyla çalışan- bir sürü adam vardı. Bu, Irak İslam Devrimi Yüksek Konseyi’ni yahut Mukteda Es-Sadr’ı veya Iraklı İhvan-ı Müslimin üyelerini Amerikan ajanı yapar mı?
27. Yine de Suriye Devrimi’nin emperyalistler tarafından manipüle edilebileceğinden endişe ediyorsak, çare yok, “Türkiye bütün imkânlarıyla Suriye Devrimi’nin ve bilhassa Hür Ordu’nun yardımına koşmalı” diyeceğiz. Bölgesel entegrasyonu / bütünleşmeyi hedefleyen Türkiye vaziyete hakim olunca emperyalistlere armut toplamak düşer.
28. “Suriye bizim iç işimizdir” diyen Başbakan Erdoğan yerden göğe kadar haklı... “Bütün komşularımızla düşman olduk. Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun komşularla sıfır sorun doktrini Suriye’de çöktü” diyenler yerden göğe kadar haksız… Din, kültür, tarih, coğrafya, nüfus yapısı, bazı mevcut ve potansiyel güvenlik meselelerindeki karşılıklı bağımlılık ve müşterek menfaatler, Türkiye ve Suriye’nin –diğer komşu ülkelerle beraber- Avrupa Birliği tarzında (hatta ondan da sıkı) bir birlik oluşturarak güçlenmelerini mümkün kılıyor ve küresel meydan okumalarla baş edebilmek için bunu yapmak kesinlikle zorunlu. AK Parti Hükümeti “Komşularla sıfır sorun, azami işbirliği ve nihayet tam entegrasyon” siyasetini bunun için geliştirmiştir ve bu siyasetin gereği olarak Suriye yönetimiyle safları sıklaştırmıştır. 2003’te başlayan bu süreç boyunca Erdoğan ve Davutoğlu, reformcu olduğuna inandıkları Esed’i bu yönde sürekli olarak teşvik etmiş ve ondan aldıkları umut verici sinyallere güvenerek “Şam Baharı”nın yakın olduğuna inanmışlardır. Esed’in Der’a olayları karşısındaki tavrı bu sinyalleri boşa çıkardığı halde Erdoğan ve arkadaşları sabırlarını koruyarak Esed’i acil ve köklü reformlar için ikna etmeye çalışmayı sürdürmüşlerdir. AK Parti Hükümeti beri tarafta Tahran’la da görüşüyor ve İranlı kardeşlerimizi Suriye meselesine beraberce makul bir çözüm bulmaya davet ediyor, fakat “Suriye’de statükoya devam”dan başka cevap alamıyordu. Aylarca devam eden bu süreçte rejim ordusunun öldürdüğü Suriyelilerin sayısı binleri buldu. Tahammül sınırı aşıldı. Katil Esed’le yan yana görünen ve devrimci Suriye sokaklarının –onlarla beraber bütün devrimci Arap sokaklarının- tepkisini çeken AK Parti Hükümeti (dolayısıyla Türkiye), Esed’in akıllanmaması, devrim hareketinin geri dönülmez bir noktaya gelmesi ve meselenin toplumsal bir uzlaşmayla çözülebileceğine dair umutların tamamen tükenmesi üzerine arabulucuğu bırakıp “Zalim diktatörlüğe karşı ayaklanan Suriyelilerin yanında” olduğunu ilan etti. Bu tavır asil bir tavırdır ve “Suriye’de zalim diktatörlük bugün mü kuruldu? Düne kadar Esed’le kol kola gezen siz değil miydiniz?” gibi saçma sapan lakırdılar bu tavrın asaletini gölgeleyemez. Geçmişte Beşşar Esed’e karşı bir ayaklanma vardı da hükümet desteklemedi mi? Böyle katliamlar oldu da tepki göstermedi mi? Yoktu öyle bir şey. Halka köklü reformlar vaat etmiş bir başkan ve ondan sözünü tutmasını sabırla bekleyen bir halk vardı.
29. “Peki ne oldu şimdi sıfır sorun?”a gelince: Suriye yönetimi ile ilişkilerin aldığı yeni hal, "sıfır sorun" siyasetinin iflas ettiği ve "tam entegrasyon" hedefinden vazgeçildiği anlamına gelmiyor. Bilakis; Suriye halkının haklı taleplerini kan deryasında boğmaya çalışan Esed diktatörlüğüne gösterilen tepki "komşularla sıfır sorun, azami işbirliği, tam entegrasyon" davasının selameti için gerekli olan bir tepkidir. Arap dünyası değişiyor. Diktatörlükler yıkılıyor, henüz yıkılmayanlar da çatır çatır çatırdayarak yıkılmaya hazırlanıyor. Bu değişime ayak uydurmayan bir Türkiye, bugün Esed’le yahut Mısır’daki askeri cuntayla hiç sorunsuz geçinse de, yarın, halkların iradesinin galebe çaldığı bir Arap dünyası ile fevkalade sorunlu olacaktır. Bu değişime ayak uyduran bir Türkiye ise, bugün diktatörlüklerle sorunlar yaşasa da, yarın, halkların iradesinin galebe çaldığı bir Arap dünyası ile sorunları sıfırlayarak "tam entegrasyon" yoluna girecektir. Hürriyet ve adaletin hüküm süreceği müstakbel Suriye ile ve genel olarak 'Yeni Arap Dünyası' ile "sıfır sorun" için, şu aşamada Suriye yönetimi ile çok sorunlu olmak kaçınılmaz bir zaruret. Hükümet doğru olanı yapıyor. Ortada çelişki filan da yok. "Ama herkesle düşman oluyoruz" da hikâye! Tunus ve Mısır devrimleri Türkiye ile bütünleşmeye can atan partileri iktidara getirdi. Yepyeni müttefikler kazandık. Suriye Devrimi tamama erdiğinde Şam’la aramızdaki parantez de kapanacak ve eskisinden çok daha verimli bir entegrasyon sürecine girilecektir inşaallah. Kimse merak etmesin, zamanı geldiğinde “İran ekseni” ile de saflar tekrar sıklaşır.
HABERE YORUM KAT