Suriye Devriminin Başarısızlığa Uğramasından Kim Sorumlu?
“Başarısızlığın nedenleri, halk hareketi ve muhalif güçlerin içindeki kişisel kusurların çok daha ötesindedir. Ve unutulmamalıdır ki şu andaki başarısızlık yolun sonu demek değildir.”
HAKSÖZ-HABER
Dr. Beşir Musa Nafi, Suriyeli muhalifler cephesinde yaşanan olumsuzluklara da dikkat çekmekle beraber, sürecin bu noktaya gelmesi konusunda muhalifleri suçlamanın yersiz olduğuna vurguda bulunuyor. Nafi’ye göre devrimciler ve halka karşı zafer kazanamayacağını gören Suriye rejiminin, bölgede mezhepsel yardım çağrısında bulunması ve ardından egemenliğini kaybetme pahasına Rus güçlerine yalvarması sürecin seyrini değiştirdi.
Nafi’nin Quds Al-Arabia’da yayınlanan yazısını sitemiz okuyucuları için Zeynep Karataş tercüme etti.
Suriye Devriminin Başarısızlığa Uğramasından Kim Sorumlu?
Dr. Beşir Musa Nafi
Suriye’deki devrim, başlangıçta rejimin reform yapmasını talep etmekteydi. Ancak kısa süre sonra talep edilen şey rejimin devrilmesi idi. Bu açıdan Suriye devriminin başarısızlığa uğradığını söyleyenler var. Çünkü ne barışçıl halk hareketi ne de silah gücü Esed rejimini yıkmayı başardı.
Suriye devrimi, başlangıcından birkaç sene sonra kanlı bir iç savaşa dönüştü. Sonrasında da ülke bölgesel ve küresel bir çatışma alanı oldu. Ancak ülkede meydana gelen büyük yıkımlara, yüz binlerce mağdur ve milyonlarca mülteciye ve Esed’in meşruiyetini kaybetmesine rağmen bu rejim hâlâ uluslararası arenada Suriye’yi temsil etmeyi sürdürüyor ve devlet kurumlarını işletmeye devam ediyor. Ayrıca Suriye rejimi, müttefikleri Rusya ve İran sayesinde bile olsa muhalif güçlere karşı ilerleme kaydetmiş durumda ve halen Suriye topraklarının büyük ekseriyetini kontrolünde bulundurmakta.
Ancak söz konusu başarısızlık olunca her zaman kimin sorumlu olduğu araştırma gerektiren bir meseledir. Bu sebeple olsa gerek henüz devrimin başarısızlığı ile ilgili tartışmalar bitmiş değildir. Bu tartışmalara katılan birçok kişi ilk sorumlu olarak askerî ve siyasi kanadıyla Suriye muhaliflerini göstermektedir. Özellikle siyasi kanat safları birleştirmekte başarılı olamadı ve böylece yerli yabancı birçok cepheler oluştu. Ayrıca Suriye devriminin halkı temsil ettiği konusunda dünyayı ikna edebilecek ve çevresindeki insanları toplayabilecek bir karizmatik liderin yokluğu da bunda etkili oldu.
Suriye devrimi, muhalefetin siyasi ve askerî cenah arasındaki kalıcı fikrî ayrılıkları ve buna ek olarak bir de düzinelerce silahlı örgütün varlığından oldukça zarar gördü. Aynı zamanda hem rejim güçleriyle hem kendi aralarında yaşadıkları çatışmalarla devrimi oldukça yıprattıkları söylenebilir. Silahlı muhalefet, devrimin özünü korumak için yapması gerekenleri yapamadı. Bu silahlı yapıların büyük ekseriyeti, her ne kadar devrimin ve halkın çıkarlarını temsil etmek için hırslı olsalar da siyasi ve askerî tecrübeden yoksun olan liderlerce yönetiliyor.
Özetle muhalifler, devrimin hiçbir safhasında halkı yönetmekte ya da Suriye’nin bölgesel ve küresel çatışma alanı haline dönüşmesinin getirdiği zorluklarla başa çıkmakta başarılı olamadı. Muhalefet, bütün cepheleriyle kararlık noktasında dirayet gösteremedi.
Suriye muhalefeti ile ilgili bütün bu düşünceler doğru olmakla birlikte yine de muhalefete aşırı yüklenilmesi Suriye halkının da aşağılanmasına yol açabilir. Sonuç olarak fikirsel referanslarımız ne olursa olsun unutulmamalıdır ki bu muhalefeti üreten Suriye halkıydı. Bazı eleştirmenler, Suriye halkının değişim ve reform için savaşmaya hazır olmadığı ve bu sebeple şu an hâlihazırda yönetimi elinde bulunduranların en başarılı parti olduğu sonucuna kolaylıkla varabilirler. Ancak bu görüşü savunanların ıskaladığı şey Suriye devriminin dış koşullardan bağımsız bir mesele olmadığı gerçeğidir. Çünkü daha geniş çerçevede bakıldığında Suriye devrimi, ‘Arap Baharı’ olarak tanımlanan sürecin bir merhalesidir ve bir bütün olarak bu sürecin kaderinden bağımsız değerlendirilemez.
Arap devrimlerinin üzerinden 7 yıldan fazla bir zaman geçti ancak bugün devrim sadece Suriye’de değil Tunus, Mısır, Libya, Suriye ve Yemen’de rejimi değiştirme amacına ulaşamadı. Hatta bu başarısızlık, hiç silahlı yöntemlere başvurulmamış, aşırı örgütlerce kirletilmemiş ve eski rejimin, muhaliflere daha olgunlukla yaklaştığı devletlerde bile meydana geldi. Öyle ki devrimciler rejimi yıktıkları ülkelerde bile hiçbir zaman tam olarak eski egemen yönetici sınıfın emir komuta zincirine hükmetmeyi ve devletin yönetsel yeteneklerini kontrol etmeyi başaramadı.
Gerçek şu ki iktidar dengesi bütün ülkelerde Arap devrimi hareketinin aleyhine değişti. Ancak bu ne devrimcilerin naifliği ve etkisizliğinden ne de halkın fedakârlık yapmak istememesindendir. Bu durum, devrimcilerin ve halkın yapabileceklerinin çok ötesinde, daha dışsal koşullar sebebiyledir. Çünkü devrim ve değişim hareketleri Arap hareketleri olarak tanımlanmasına rağmen Libyalı, Suriyeli, Yemenli yerel bir harekete dönüşemedi.Bu da bütün Arap dünyasını ve bölgeyi saran bir seferberliğe neden oldu.
Karşı devrimci güçler, devrimin güç potansiyelini gördükten sonra devlet ve ülkenin geleneksel egemen sınıfı ile büyük ölçekli ittifak yapma yoluna gittiler. Hatta büyük askerî, politik ve ekonomik güce sahip Suudi Arabistan, BAE, İran gibi ülkeler demokratikleşme ve değişim hareketlerinin önünü kesmek için alelacele işadamları, ordu subayları, devlet bürokrasisi ve mezhep grupları ile ittifaklar kurdular.
Karşı devrimciler, devrim ve değişim hareketlerini Arap dünyasındaki ayrıcalıklı konumları ve nüfusları için tehdit olarak görüp “Arap dünyası” seviyesinde bu hareketlerle savaşmaya karar verdiler. Bütün bunlar bir yana, Arap devrim hareketleri kritik durumlarda destek ve yardım alabileceği ciddi bir hami devlet bulamadı. NATO üyesi olmayan bir ülkenin dış destek almadan yumuşak bir demokratik geçiş yapması bugünün dünyasında pek mümkün görünmüyor. Mesela Amerika’nın ve Avrupa’nın politik ve ekonomik desteği olmasaydı, İspanya ve Portekiz’de otoriter rejimin çökmesinden sonra ulus- devlet yapısı demokratik geçişi başaramazdı.
Batı’nın Arap ülkelerindeki devrime ve demokratik geçiş sürecine desteği hem tereddütlü hem de çok cılızdı ve zaten kısa zamanda da umursamazlığa dönüştü. Ya da bildiğimiz şeytani politikalarına geri dönüş yaptılar denebilir. Suriye de dâhil bütün Arap devrimlerinden etkilenen ülkelerde, sözde demokratik dönüşümü savunduğunu iddia eden devletler ile eski rejimin ve geleneksel egemen sınıfın yanında duran devletler bariz şekilde karşı karşıya geldi.
BAE, Suudi Arabistan ve İran askerî, siyasi ve maddi bütün imkânlarını içerideki devrimci muhalifleri bastırmak için kullandılar. Dünya çoğunlukla Libya, Yemen ve Suriye’deki kanlı olayları izlemekle yetindi. Ancak Suriye’nin biraz farklı bir hususiyeti var. Geçmiş yüzyıllarda her türlü siyasi değişim sürecinde egemen güçler, güçlü halk muhalefetiyle karşı karşıya kaldıklarında iki yoldan birine başvurmuşlardır: İktidarı terk edip gitmek ya da kanlı çatışmaya girmek.
İran Şahı, Bin Ali, Hüsnü Mübarek ve Abdullah Salih gibi isimler maliyeti ve riski ağır olsa da iktidarı terk etmeyi seçmişlerdir. Kaddafi ve Esed gibileri ise çatışma yoluna gittiler. Kaddafi’nin gidişi dış müdahale ile oldu. Esed ise çatışmayı kanlı mezhepçi fanatizme dayandırdı.
Suriye rejimi, devrimciler ve halka karşı zafer kazanamayacağını görünce, bölgede mezhepsel yardım çağrısında bulundu. Rejim, bölgesel müttefikleri ile de başarıyı elde edemeyince egemenliğini kaybetme pahasına Rus güçlerine yalvarmaktan çekinmedi.
Evet, Arap devrimleri hedefledikleri değişim ve demokratik geçişi başaramadı. Ancak bu başarısızlığın nedenleri, halk hareketi ve muhalif güçlerin içindeki kişisel kusurların çok daha ötesindedir. Ve unutulmamalıdır ki şu andaki başarısızlık yolun sonu demek değildir. Ülkelerindeki sistemin ne kadar yetersiz olduğunu göstermiş olması bile Arap devrimleri açısından başlı başına önemli bir kazanımdır. Bu oldukça karmaşık tarihsel yolun ve dönüşümün bir sonu yoktur.
HABERE YORUM KAT