Suriye: Adalet mi, Stratejik Çıkar mı?
Suriye’de Baas diktası karşıtı halk eylemleri Türkiye’deki özellikle İslami çevrelerde bir kafa karışıklığı, şüphe hatta komplo/tuzak korkularını biraz daha besledi.
Öteden beri gerek ülkede gerekse dünyada meydana gelen hemen her gelişmeyi “dış güçler, yahudi lobisi, emperyalist komplo” vs ile izah etme alışkanlığı son süreçte adeta zirve yaptı. Anılan ve ilave edilebilecek diğer odakların planlar kurması, komplolar tertiplemesi, tuzaklar hazırlaması hem geçmişte hem bugün hem de bundan sonrası için sözkonusudur.
Fakat hemen her gelişmeyi bir komplo teorisi ile izaha kalkışmak insan ve toplum faktörünü siyasi mücadelede “etkisiz eleman” konumuna indirgemektir. Diğer taraftan bu tutum emperyal devletleri kendi menfaatlerine uygun bir dünya inşa etmek noktasında “kadiri mutlak” makamına yükseltmekle malüldür. Mümkün ile kaçınılmaz arasında ince değil çok kalın ve net bir ayrım vardır.
Yakın zamanda Tunus ve Mısır’da başlayıp Libya, Yemen, Bahreyn ve Suriye’de devam eden statüko karşıtı toplumsal hareketlerin değerlendirilmesinde yaşanan sıkıntılar nereden kaynaklandı? Ortaya çıkan sıkıntıların kaynağında gelişmelere dair sahip olduğumuz bilgilerden daha çok tercih edilen siyasi duruş ve perspektif etkiliydi.
İslam coğrafyasında meydana gelen diktatörlük karşıtı eylemler çabucak Büyük Ortadoğu Projesiyle, Renkli devrimlerle, Sorosçu STK’larla, ABD ve AB arasındaki rekabetin bölgeye yansıması şeklinde izah edildi. Uzun yıllar sürdürülen zulüm ve baskılar da bu zulüm ve baskılara karşı direnen İslami hareketler de bu siyasal-toplumsal dönüşümün tali unsuru olarak mütalaa edildi.
Böylelikle dikta düzenlerinin sarsılma-yıkılma süreci bir umut ve sevinç vesilesi olmaktan çıkarıldı. Tersine dikta düzenlerinin yıkılma sürecine girmesi şüphe ve korku duygularını tetikleyici bir karamsarlıkla sunulur oldu. “Müslümanlara özgürlük, kahrolsun diktatörler!” söylemi ile sokaklara dökülen halklar üzerinden bölgede eskisinden daha kötü ama daha güçlü rejimlerin inşa edileceği korkusu işlendi.
Suriye üzerinden mesele değerlendirilecek olursa yazdıklarımız daha bir netleşir sanırım. Suriye halk hareketine karşı aynen Libya gibi vahşette sınır tanımayan bir siyaset uyguluyor. Anlaşılan o ki kan dökme, işkence ve yıkım konusunda bu iki rejim herhangi bir limit koymamışlar.
Durum bazı çevrelerde “İktidara endeksli siyasal analiz hastalığı” diyebileceğimiz hastalığın ileri aşaması olarak nitelenebilecek halde seyrediyor. Hükümetin uzun uğraş ve emeklerden sonra oluşturabildiği Suriye dengesini bozma ihtimali taşıyan her girişim karşısında “stratejik denge-büyük oyun” söylemi devreye sokuluyor.
Suriye’de can pahasına sokaklara dökülen insanların isyanı İslami ve insani sorumluluk üzerinden değil de sözde AK Parti Hükümetinin Ortadoğu siyasetini gölgelemeye çalışan dış güçler (Fransa, ABD, Suudi Arabistan) üzerinden okunuyor.
Büyük stratejik planlar, süper devletlerin yeni yüzyıl kurguları, eskisini aratacak kaotik Ortadoğu hayalleri yarış halinde piyasaya sürülüyor. Bu planların tutarlılığı, gerçeklik değeri, hayata geçirilebilme imkanı ise bu tartışmalarda hiç yer bulamıyor. Bir sürü isim, plan, organizasyon, korku senaryosu ile kamuoyunun kafası yarım asırlık Baas diktasından kurtulmak isteyen Suriye halkına karşı iyiden iyiye karıştırılıyor. Adalet isteyen, zulmü defetmek için kelle koltukta mücadele veren Suriye toplumu (niyet böyle değilse de) bu söylem ve perspektifle ABD veya Fransa’nın basit bir figüranına dönüştürülüyor.
Baas diktasının İsrail ile savaş pozisyonunda olması, yalnızlaştırılmak istenen İran ve Hizbullah ile ittifak yapması, Türkiye ile iktisadi ve stratejik işbirliğine girmiş olması tek başına bir meşruiyet kaynağı değildir. Sistematik olarak cinayet işleyen, işkence ve yolsuzluk yapan Baas diktasının emperyalizm ve siyonizm karşıtlığı boş bir iddiadır.
Baas diktasının Suriye’de tek alternatifi vardır o da Müslümanlardır. Baas/Esed diktasının yıkılması ile ne Filistin mücadelesi, ne Hizbullah ve İran ne de diğer Müslüman topluluklar zarar görür. Adaleti ayakta tutan şahitler olmakla mükellef olduğumuzu, (doğruluğu en azından şüpheli) stratejik hesaplar üzerinden siyaset üretemeyeceğimizi unutmamalıyız. Tavrımızı stratejik hesaplardan yana değil adalet ve vicdandan yana koymalıyız. Hem Allah’a hem de insanlara karşı mahçup olmamanın yolu budur.
YAZIYA YORUM KAT